1 Mayıs 2023 Pazartesi

tomorrow will be another day

                           



Belki ona gideriz yarın,
Belleksiz sevgiliye,

Poplin elli korkak çocuğa,
Duyarlığı, unutkanlığının kanı
anaya-
Ona belki gideriz yarın,
Gören gözlü kör güzele,
Çılgın gülüşlü bebeğe,
Yüreği, sızlanan ruhunun göğü
yavrucağa-
Yarın gideriz belki ona,
Unutuşun türküsü, bekleyiş
tortusunda,
Esnek kokulu çiçeğe,
Kaynak bakışlı Venüs'e-

Nilgün Marmara


29 Nisan 2023 Cumartesi

GÜN UZUN GÜNLER KISA

                                      


"Liszt’in piyano sesleri aklımda. Soğuk bir ses, temkinli. Oldukça güzel bulduydum. Araya giren her şey o sesle beraber aktı durdu. Kimsin sen diyor bana. Zamanla anlaşılır diyorum. Zamanla anlaşılmadı, belki soru kendini yineledi durdu. Birbirini seyreden iki sessizlik olarak kalmışız o ikindide. Şimdi burada boş vermişliğimi uyutmayan dalgın sessizlik."


14 Nisan 2023 Cuma

biliyorum çok geç oldu

                                    



Ayak bileklerimden bir de tutup sözüm ona

Ellerimle de duyarak basıyorum toprağa
Deli deprenişlerin köpüğüyüm yoksa
Ne hah yerleşip oturdum
Ne bir ayak yeri eşeledim
Ne bir dam aradım başımda


Perişan toztoprak içinde eşyam
Yanlardan
Arkadan otların arasından
Vahşi bir hayvan fırlıyor hatıramın sırtına


Yerim ve yurdum belli değil
Yeni atamdım aşkın tıpanlarına
Neyin memuruyum ben nerdeyim


Artıyor çizgi çizgi
Fahrenayt ellidokuz atmışbir


Eyvah hüzün bu
Eyvah hüzün yine
Çatıda alnımın


Hüznüm ağam oldu eyvah
Bir şey yap silkip at


Çare ne – herneyse
Titrek elime zor
Çalkalanıyorsa bir yerde
Ölüyorsa bir yerde
Bağlantılarım tam otomatik
Arzı mıyım ben
Tırnak arlarına kıymık giren ellerin


Hadi düşün beni
İçim otursun aklım
Durulsun diye


Ankara gölü gören bir dağ
Sisler ve katran
Ruhum
Bir iki yaşımda
Aynı boyda çam ağaçları


İki titrek ışık’ız
Güneş altında iki insan gövdesi
Bir gün yağmurlar
Açlıklar perişan saçlar dudaklar


Daima biraz fazlasıyla önünde
Dalgakıranların


Şunu da yaz bedeli olsun
Sabırla titreyerek öyle yalın
Ve kimsesiz olmadan oturacağız
Kıyısında ayrılığın


Cahit Zarifoğlu

13 Nisan 2023 Perşembe

kış

                                            



Ses kışı. Ateş yırtıldı. Çarpıldık. 
Ürktü insanı aşkıyla terleten kitap 
Bir bağ vardı gitti Bağdat'tan öte
Çöktü bir akşam güne Şam'dan önce

Kurumuş üzüme de râzıydık çürüttün 
Yaralanmış ayı kullanarak kızıl dağ 
Soluğunu yollayarak zaman zaman üstümüze 
Daralttın gençliğe ve bahara susamış gönlümüzü

Baharı seller götürdü boğuldu yaz 
Kırıldı kristal vakitler güz kadehi 
Ne çok mezar taşları taşıyarak sırtında 
Çıkıp gelmesini bildin ölüm tüccarı

Ben ki ölümsüzlüğe ermiştim deşe deşe 
Ülküleri düşünceleri düşleri insan çiçeğini 
Aşmıştım kaç kere Hızır'la âbıhayatın kemerini
Geçip çılgın gerçeğe devirerek büyü mendireğini

Sezai Karakoç
1974



8 Nisan 2023 Cumartesi

yine memleketim üstüne söylenmiştir

                                          


Memleketim, memleketim, memleketim,
ne kasketim kaldı senin ora işi,
ne yollarını taşımış ayakkabım,
son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
                 Şile bezindendi.
Sen şimdi yalnız saçımın akında,
                            enfarktında yüreğimin,
                  alnımın çizgilerindesin memleketim,
memleketim,
memleketim...


Nazım Hikmet

Pırağ, 8 Nisan 958



3 Nisan 2023 Pazartesi

İSLAM TARİHİ

                       


....

Senin rızan için tutulan oruç
Akabe – teypten yükselen sesler
Hamza’yı korumak için koşardı
herkes
Bir mızrak boyunda ilk yenilgiler

Serkisof olmasa sanki zaman yok
Tespihten akardı cihanın kiri
O serin seccade Müslüman alın
Hicret’in ilk günleri gibiydi

....

15 Mart 2023 Çarşamba

HAYATI VE ESERLERİ

                      

Köyde, o uzun sıkıntıları evrensel bir tanıma yollarken, kahvede köylülerle gevrek kahkahalarla sohbetler de ettin, onlara yazmaktan edebiyattan falan bahsetmedin, böyle iki kişilik bir hayatı da salimen yaşadın, çiftçilik yaptın, Hacırahmanlı futbol kulübünün kurucularından da oldun, Birinci dumanları arasında Zebercet'i ölüme doğru yaşatırken, Zebercet'in başka çaresi yoktu, Bodur Minareden Öte gibi edebiyatımızın en güzel aşk öykülerinden birini yazarken, şu fotoğraf hala bu kadar canlıyken, 1989'da öldün ve 32 sene sonra geldin beni buldun, içten içe bunu biliyordun da, yazan bunu sezer, bilir, yaktık sigaraları, seni Zebercet olmaktan Serpil kurtardı değil mi, yoksa o uzun aşk seni de yakabilirdi, çünkü 1973'de çıktı Anayurt Oteli, sen Serpil'le 1959'da tanıştın, kesinlikle aşkın, bekleyişin nasıl bir ölüm olduğunu biliyordun, evlenene kadar benim bildiğim 14 sene geçti, evlendiğin sene çıktı Anayurt Oteli, Zebercet astı kendini çünkü beklediği gelmedi, dedim. Gülerek, bak duyuyorum sesini, eminim duyduğum gibiydi sesin, doğru söylediğimi hemen kabul etmedin, elini omzuma koydun, aslında gülmen kabul ettiğin anlamına geliyordu, bunu benim anladığımı kısa süre sonra anladın ama gene de romanın başka siyasal açılımları da var dedin, onu biliyorum, farkındayım onun ama merkez onlar değil, derdin onlar olsa Zebercet olmazdı kahraman dedim.

Koltukta oturmayı seviyordun, kendine bunu yakıştırıyordun, koltukta kendine güvenen batılı biri oluyordun, Hacırahmanlı çok uzaklarda kalıyordu o anlarda, tam bir varoluşçu gibi bakıyordun: yaban, uzak, insanları sevmeyen biri. Beni yıllar sonra yeniden buldu, fethetti bu kitap dedim, e boşuna yazmamışız yav deyip güldün. Tekrar köydeydik işte. Ellerin arkada kavuşmuş, bana köylülerden, köylülükten, şefkatle, alayla, küçümseyerek, severek, tahlil ederek bahsettin. Batılı tarafın ve Ege köylüsü tarafın birbirinin sözünü keserek konuşup durdular. Ezan sesine hayvan sesleri karıştı, yüzüne baktım. İnce bir tebessüm vardı.

Zebercet'i umut öldürdü. Ama umut da ona lazımdı, katili de olsa dedin. Doğru! dedim. Sarıldık, ben yola, gelip geçen minibüslere doğru yürürken, gene gel, dedin.

Gelmeyeceğim.




2 Mart 2023 Perşembe

KAN TUTAN DİL



.....


Kim gibi yaşıyorsun kendini bırakınca?
Göğe yaslı kapılar tarihin kış vakti uzayan alfabeler
Şehir hatları toz kusan gözler kuş şurubu
Sonra denizi ses olarak topluyor kuyularım
Hayal çarpıntısında kılınç gibi işliyor
Ellerin - en küçük hayvanlarım. 

23 Şubat 2023 Perşembe

DENİZLER YÜKSELDİĞİ ZAMAN


"Sanki daha önce hiç kullanılmamış, anlamı olmayan kelimelerle doluydu ve onlara ruhundan bir parça üfleyip onları var etmek ve herkesin bu kelimelere baktığında kendisini görmesini istemekle doluydu. Yalnızken seyrettiği yağmurlar, akşam olurken gökyüzü, bir adamın yüzü, küçük bir hadise, duyduğu bir söz, güldüğü bir espri, tarlalar mesela, kır kahvesi, otobüs durakları, kâğıt kokuları, domatesler, hatırasız yaz vakitleri, mısralar, bir yazarın resminden ona görünen, saçlarına bakıp sustuğu kızlar, balkonda içtiği sigaralar, bazı yalnız ağaçlar, yol kenarındaki avlular, yazamadığı ama içinde durmadan konuşan hikâyeler, patates soyarken fark ettiği, depresyonda kurduğu cümleler ve her şey bir başkasına ve önce kendine yeni baştan anlatılmalıydı. Solgun bir hatıranın gölgesiyle konuşurdu ve o konuşurken hayat gözümüzden düşerdi. Kalplerimizin köşesinde saklı kalan unutulan ne varsa ortaya çıkardı. Bir kalbimiz olduğunu hatırlatırdı bize. Başka bir hayatta yaşıyor ve yaşamıyor gibi konuşurdu."




14 Şubat 2023 Salı

"solgun bir gül oluyor dokununca"


İstanbul’a gelişimin üzerinden yirmi iki yıl geçti. Bir taşralı olarak yerleştiğim bu şehri geçen zaman içinde tanımaya çabaladım. İstanbul kendini kolay ele veren bir şehir değildi ve zor oldu bu iş. Zor, çünkü “İstanbul kimliği” artık çok derinlerde bulunuyor. Elmasın parıltısını yakalamanız için madenin üzerini kaplayan kalın çamur tabakasını sıyırmanız gerekiyor.

Ben mekân ve eşya ile bağlantısı derin olan bir kimseyim. Oturduğum şehri, geçtiğim sokakları, binaları, ağaçları, insanları tanımak; onlarla ünsiyet kurmak isterim. Yoksa çekeceğim yabancılık beni boğar. Elbette ki benim mekâna, mekânın da bana katkıları olacaktır. Oysa İstanbul’u istila eden taşralılar bu şehri tanımaya pek gayret göstermiyorlar, iki unsur birbirine yabancı, birbirine küs ömür tüketiyor. Aslında tükenen şehrin kendisi. İstanbul’dan, gerçek İstanbul’dan arta kalan şeyler.

Onlar işte; her dokunuşta solgun bir gül oluyorlar. Artık evlerin önlerinde, balkonların kenarında ahşaba tırmanan mor salkımları göremiyorsunuz. Mesela Beyazıt Meydanı’nda şimdilerde Hat Sanatları Müzesi olan o güzelim medresenin batı duvarına yaslanan bir erguvan ağacı ansızın bir kolunu kaybediyor. Bir çeşmenin ayna taşı bir gece bilinmeyen bir yolculuğa çıkıyor. Belki o gece içine artık baykuşlar tünemiş bir ahşap yalı yine bilinmeyen sebeplerle yanıveriyor.

Aslında biz taşralılar İstanbul’un kalıntısı ile karşılaştık. Çünkü şehir en azından elli yıldan bu yana insafsızca delik deşik edildi. Kaldıramayacağı kadar nüfusu taşımaya mahkûm oldu. Ve sonunda hüzünle başını öne eğerek teslim bayrağını çekti.




Müstevliler sur içinden taştı, sur dışını mücavir alanları da mülklerine kattılar. Yetmedi, tepelere tırmanıp bayraklarını diktiler. Şehrin suyu, havası, ağacı, toprağı, çiçeği, böceği ayaklar altında kaldı ve ezildi.

Kitaplardan ve eski insanlardan okuyup dinlediğimize göre, çok değil elli sene önce, İstanbul ahalisi sebzesini ve meyvesini kendi bahçesinde üretiyormuş. İstanbul yeşillikler içinde bir cennet misali imiş. Zaten yabancı seyyahlar da onun bu tabiatla barışık yapısına hayran olmuşlardır.

Yapılan binalar, evler, hanlar, çeşmeler, köşkler, yalılar, sokaklar esas itibarı ile tabiatla uyum gözetilerek vücut bulmuş. Şimdilerde her nasılsa bir köşeye sıkışıp kalmış bazı avuç içi kadar mekânlarda, meselâ bir Galata Mevlevihanesi avlusunda, Kandilli’de iskeleden tepeye doğru kıvrılan sokağın başında, Rumelihisarı önlerinde, Boyacıköy’ün arka sokaklarında, Aziz Mahmud Hüdaî Dergâhı basamaklarında bu uyumun neşrettiği musıkiyi hâlâ duyabilirsiniz. İstanbul ne yazık ki, modernleşme döneminde şanına layık bir imar hareketine, bir plan uygulamasına sahne olamadı. Yapılan iş onu parselleyip satışa çıkarmak olmuştur.

Şehrin varsa eğer şimdilerde bir kimliği, onu ecdadın tepelere kondurduğu selatin camilere borçluyuz. İslâm şehirlerinin camiyi merkez alan dokusuna borçluyuz. Hâlâ servilerin salındığı yeşil kalan tek unsur mezarlıklara borçluyuz.

Yeryüzünde hiçbir şey baki değil. Geleneğin teşekkülünde ve zaman içindeki işlevinde de betonlaşma, donup kalma yok. Her yeni nesil onu yeniden üretebilmeli ki, gelenek feyizli akışına devam etsin.

Yani Fuzulî’den sonra, Bakî ve Hayalî, Nedim’den sonra Şeyh Galib gelebilsin. İstanbul bütün örselenmişliğine, hoyratça tahribine rağmen kendisine saygı ve şefkatle yaklaşanlara sırlarını ifşa edebilir. Bu şehri sadece modern iktisat ve ticaretin emrine verirseniz az zamanda sükût eder. Onun harcında inanç, ahlâk, ilim ve kültür var.

Mekân bize halim olmayı, feragat ve merhameti, hizmet ve hürmeti telkin eder. Had ve hak duygusunu getirir. Mimarideki standartlar bunun için önemlidir. Bir pencerenin nereye konulacağı ve hangi ölçülerde olacağı bir medeniyetin asırlık tecrübesinin sonucudur. Yoksa camından baktığınız pencereden görünecek manzara hiç de iç açıcı olmaz.

Ben Balat sahillerinde, Çıksalın’da, İcadiye’de, Eğrikapı surlarında ve Merkezefendi’de dolaşırken içimde hep hasret burcundan seslenen bir ilahiyi gezdiriyorum:

“Göçtü kervan kaldık dağlar başında.”






Mustafa KUTLU
Temmuz, 1994

bu toprağın renkleri, kokuları...

                                   


Türkiye denilince önce başak sarısı, ardından çini mavisi geliyor. Ekinci ve akıncı olan cetlerimiz, ayak bastıkları toprağı boş bırakmadı. Kolonizatör Türk dervişleri, kurdukları zaviyelerin etrafını şenlendirdiler. Her yan baharda bir yeşil ekin denizi olup çıktı. Rüzgâr gelincik kırmızısı, papatya sarısı ve turuncu dağ lâlelerinin üzerinden geçerken en güzel türkülerini söyledi.


Üzerinden gün eksilmeyen Anadolu bozkırları, başaklar olgunlaştıkça, otlar sarardıkça sarının bütün tonlarını parlatmaya başladı.

Meşeler göverdi, salkım söğütler yeşil-ipek saçlarını durgun akan ırmaklar üzerine bıraktı. Sürülen tarlalardan fışkıran kahverengi, yeşil çayırlar ve sarı buğday tarlaları ile bütün bir yaz Van Gogh tabloları oluşturdu. Sonsuza açılan pırıl pırıl mavi gök ve üç yanımızı çevirerek enginle kucaklaşan denizler dünyamıza maviyi armağan etti. Her iki unsurun sonsuzluk çağrışımı mabetlerimizi maviye boyadı. O kadar güçlü bir mühür olmuş ki bu mavi, sonunda Türk Mavisi (Turkuvaz) olarak anılmaya başladı.

Horasan erenleri, o bölgelerden gelirken, bu mavinin cetlerini birlikte getirmişlerdi zaten. Anadolu onu bir başka işledi, Boğazın firuze rengini kattı ona, Kütahya’nın, İznik’in havasını, toprağını, suyunu kattı: Mevlâna’yı, Yunus’u, Hacı Bayram Veli’yi karıştırdı.

Böylece Sultanahmet Camii “Mavi Cami” diye şöhret buldu, türbeler, camiler mavi ağırlıklı çinilerle bezendi. Beyazın ve mavinin hakimiyeti içinde yine bize has bir kırmızının, narçiçeği ile gelincik arası bir kırmızının özellikle benekler hâlinde kullanıldığını gördük. Onun ardından lacivert geliverdi. Bu elbette yıldızlarını yere indiren bozkır gecesinin laciverdi idi. İstanbul lâlelerinin ve bayrağın kırmızısı çerçeveyi tamamladı.

Çerçeve çınarın, ıhlamur ve kestane yaprağının, Karadeniz ve Bolu ormanlarının, tere, nane ve maydanozun, cennet sembolü yeşilin kollarına bırakıldı. Bütün bu ana renkler ara renkler ile zenginleştirildi. Çividî, tahinî, kurşunî, ebrulî, limon küfü, toz pembe vb… Üstat Ahmet Rasim bu asrın başında Galata Köprüsü üzerinde gelip geçen hanımların çarşaf, ferace, yaşmak renklerini sayarken yirminin üzerinde renk kullanıyor. Bu renkler her bahar leylak kokuları, sümbül kokuları ile tarazlandı. Ardından güller açtı, Isparta’dan Artvin’e kadar. Yağmurun çiselediği akşam saatlerinde uzaktan uzağa iğde kokuları duyuldu.

Taze sağılmış süt, yeni biçilmiş çimen, dalından koparılan kayısı ve bütün bir kış sokakları dolduran portakal-limon kokuları bizi sarıp sarmaladı. Mısır Çarşısı’ndan, Çemberlitaş baharatçılarından türlü baharat kokuları yayıldı. Bütün şark dünyasının efsunlu masalları, bu kokularla birlikte, kış geceleri mangal başında patlayan mısır kokusuna, közde patates buğusuna karıştı. Bütün bu renkler, kokular, sesler ve görüntüler nerede?


Mustafa KUTLU

13 Şubat 2023 Pazartesi

okul ve ağaç

                             


Orta birden ikiye geçtiğimiz yıldı galiba. Erzincan Lisesi’nin inşaatı bitince eski okulumuzdan yeni binaya taşındık. Binanın etrafı hâliyle inşaat artıkları, molozlar ile kaplıydı. Elimizde kazma, kürek, oldukça geniş bir arsaya kurulu mektebimizin bahçesini temizleyip düzeltmeye başladık. Başımızda bazen beden eğitimi öğretmeni, bazen tarım öğretmeni bulunurdu.

O yıllarda orta öğretimde “tarım dersleri” vardı. Hey gidi günler, Türkiye nereden nereye geldi. Bütün güz, bütün okul, bu derslerde bahçeyi düzeltmekle uğraştık; sonunda her şey mis gibi oldu. O yıllarda iklim değişiklikleri, küresel ısınma gibi meseleler yoktu.

Kar kasım sonu, aralık başında düşmeye başlar; bütün bir kış durmaksızın yağardı. Manavlarda hormonlu sera sebzeleri bulunmaz, her meyve ve sebze mevsiminde yenirdi. Kar ancak şubat sonu kalkar, soğuklar mart ortalarına kadar devam ederdi. Sonra hepimizin bildiği gibi Nevruz çıkardı. Nevruz çıktı mı bahar geldi demekti. Biz o zaman yine aynı öğretmenlerin nezaretinde kazmayı küreği kaptık.

Bu defa okulumuzun bahçesini ağaçlandırmaya giriştik. Çayırlık alanlar, çiçek tarhları, yürüyüş yolları belirlendi. Erzincan denince şu tanıtım cümlesi akla gelir: “Etrafı dağlık, ortası bağlık”. Gerçekten de Doğu Anadolu’da bulunmasına rağmen çok mümbit bir ovadır. Ağacı bu yıl dik, gelecek yıl meyve verir. Toprak ekime-dikime hazır olunca fidanlar geldi.

Çam, mazı, karaağaç, dişbudak, servi, kavak gibi meyvesizler yanında; kayısı, dut, şeftali, kiraz, vişne vb. gibi meyve fidanları da gelmişti. Meyve fidanları talebenin giremeyeceği, idarenin gözetiminde bulunan bir bölgeye dikildi. Ötekiler gerekli yerlere gerektiği biçimde yerleştirildi.

Sınıfımız çamların olduğu yöne bakıyor ve ben cam kenarında oturuyordum. Ara sıra camdan dışarı bakar elimizle diktiğimiz bir karış boyundaki çamların ne kadar zamanda büyüyeceğini hayal ederdim. (Şimdi memlekete gittiğimde ağaçlar arasında kaybolan okulumuzu görünce içim bir tuhaf oluyor.) Lisede idarecilik yapan bütün kadrolar iyi-kötü bu bahçeyi muhafaza etti. Diktiğimiz fidanlar büyüdü, meyvelerden tatmak için, gece yarılarından sonra bu ağaçlara daldığımızı da hatırlıyorum.

Tabii artık yaşımız ilerlemiş, delikanlı çağına girmiştik. Biz o bahçede bütün tahsil hayatımız boyunca mevsimleri günbegün yaşadık. Sararan yaprakların hazin dökülüşünü izledik. Sonra tabiatın uyanışını, tomurcuğun patlayışını, bir erik fidanının çılgın beyazlara bürünüşünü gördük. Sakaların, serçelerin, kargaların, güvercin ve kumruların seslerini dinledik. Tabiatı ve ağacı sevdik; okulumuzu-arkadaşlarımızı sevdik. İçimizde bir güzellik duygusu kökleşti. Tabiatla düşman değil arkadaş olmuştuk. Bizim için “Çimlere basmayınız, çiçekleri koparmayınız” yazıları gerekmiyordu. Şimdi yapılan okulların (bilhassa şehirlerde) yarısının bahçesinde ağaç yok. Çocuklar beton zeminde koşturuyor, asfaltlarda top oynuyor.

Bir tomurcuğun nasıl gelişip patladığını, hayatın ritmini göremiyor. Bu çocuklara nazarî olarak ağaç sevgisi aşılamak zordur. Ancak idareciler MEB’in bir genelgesi ile topyekûn bir kampanya başlatabilir. Okulumuzu ağaçlandırıyoruz kampanyası öğrenciler vasıtası ile yürütülmelidir. Minik ellerin dikeceği fidanlar zamanla büyüyecek ve dallarına kuşlar konacaktır. O zaman serçe ile saksağanı ayıramayan nesiller yerine, toprağı ve tabiatı tanıyan, tanıdığı için seven, sevdiği için koruyan nesiller yetişebilir.

“Yeşili koru” lafı laf olarak kaldığı sürece boş bir sözden ibarettir. Türkiye ne çekiyorsa boş adamların boş sözlerinden çekiyor.

Mustafa Kutlu


1 Şubat 2023 Çarşamba

TRAMVAYA BAKIYORUM


               



 ....


Yeni bir şey mi söyleyeceğim?
Hayır !
Modernizmin yatağında sabahladık hepimiz
Aşktan mı söz edeceğim?
Hayır !
Aşk o adamların malı
Ölecek miyim sahip?
Hayır !
Denizin dibine doğru şiir gibi süzüleceksin

....

1 Ocak 2023 Pazar

ARABESK

                                                                        


Ekşimiş suratları bu melek neyin nesi
Oysa kumbaraları tıkırdayıp dururdu
Garaja çektikleri hafta sonu kır evi
Güngörmez parmakları vara yoğa kururdu

Sığınıp durdukları mutfaklar faturalar
Ülserli karıları ölmekten yorulurdu
Kahvaltıları daral getiren kuşluk
Saatleri kum değdikçe bozulurdu

Alayı bando yüklü tören adımlarında
Şirin şeker kalpleri hemencik burulurdu
Kumanda ettikleri yapış yapış tembellik
Üşengeç koltuklara her akşam kurulurdu

........................


19 Aralık 2022 Pazartesi

CENNETLİK ŞİİRLER



Bazıları ilk kez bu kitapta yer alan şiirlerden oluşan 4. şiir kitabım Cennetlik Şiirler, baskısı uzun zaman önce tükenen ilk kitabım Fena'yı da içeren 2 kitaplık gürül gürül bir toplam.



Mesnevi Okuyup Sigara İçen Mütesettir Kızlar Beni Neden Sevmezler Erkan?, Kürt, Bi Şeyim Yok, Arjantin, Bir Şiire Krallığım!, Sonraki Sigaranın Yeri, Bir Clint Eastwood Şiiri, Hasbelkader ve diğer Fena'lıklar da Cennetlik Şiirler'de.


"Suyu seveni derin batırın ırmağa."

(S.U.'yu seveni de.) 

17 Aralık 2022 Cumartesi

BİR AKŞAM GEZİNTİSİ DEĞİL BİR İSTİKLAL YÜRÜYÜŞÜ

                           




"Tez kızaran güllerden kendini sakın”
 İsmet Özel
 
Ya tez kızaran gül kendinsen?
 

10
 
Benim bir hikâyeyi düzeltmem gerek. Ruhundan arındırmam ya da daha yırtıcı hale getirmem gerek. Biraz müzik dinledim güç kazanmak için, olmadı. Aslında artık benim de değil hikâye. Aslında hikâye bile değil. Birçok yokluk içinde oluşmuş cümleler silsilesi. Ama kalp var. Hepsi o.
 
9
 
Fotoğraflar ve kaybolan eller, kaybolan ellerin birbirini araması, aramasa da arar gibi yapması kaypak cümlelerde, mesaj kutusunun güneşlerden de güçlü parlaması, sonra senin doğulu yüzünden, esmer olmayan ama esmer olsa beni severdin diye diye baktığım yüzünden, isminden, ismine doldurduğum geçmiş ve gelecek karışımı hayallerden, şubat ve temmuzdan kalan yarım yamalak tebessümlerden, unutmaya terk edilmişliklerden, benim bir hikâyeyi düzeltmem gerek cümlesinin rüzgârlarından, benim aslında seni sevip bütün ömrümü düzeltmem gerek uğultularından, bak aylar sonra yazarken şimdi seni tekrar seviyorum, seni yazarken seviyorum, ben zaten seni yazarak ve yazarken sevdim, değil yaşarken. Bitmiş –acaba?- bir hikâyeyi yazmaya çalışmaktan, demek ki başlamamış bile çünkü yazıyorsun hala, demek ki bitmemiş en azından, onca kolu kanadı kırık cümle, yanıp kül olmuş kanatlar ve mağlup ordular, süvariler, piyadeler, paraşütçü birlikleri yaslı dururken.

.....