30 Kasım 2017 Perşembe

italo calvino, klasikleri niçin okumalı?


                                   

"Öncelikle Stendhal’i severim, çünkü yalnızca onda bireysel ahlaki gerilim, tarihsel gerilim, yaşam atılımı bir bütün oluşturur: Romanın çizgisel gerilimidir bu. Puşkin’i severim, çünkü berraklık, ironi ve ciddilik demektir. Hemingway’i severim, çünkü yalınlık, abartısızlık, mutluluk arzusu, hüzün demektir. Stevenson’u severim, çünkü sanki uçar. Çehov’u severim, çünkü gittiğinden daha öteye gitmez. Conrad’ı severim, çünkü derin sularda seyreder ve batmaz. Tolstoy’u severim, çünkü kimi zaman “hah, şimdi anlıyorum nasıl yaptığını” duygusuna kapılırım, oysa bir şey anladığım yoktur. Manzoni’yi severim, çünkü düne kadar nefret ediyordum. Chesterton’u severim, çünkü Katolik Voltaire olmak istiyordu, ben de komünist Chesterton olmak istiyordum. Flaubert’i severim, çünkü ondan sonra artık onun gibi yapmayı düşünemez insan. Altın Böcek’in Poe’sunu severim. Huckleberry Finn’in Twain’ini severim. Cengel Kitapları’nın Kipling’ini severim. Nievo’yu severim, çünkü birçok kez yeniden okuyup ilk okumamda aldığım zevki aldım. Jane Austen’ı severim, çünkü asla okumam, ama var olmasından memnunum. Gogol’u severim, çünkü açıkça, kötülükle ve ölçüyle çarpıtır. Dostoyevski’yi severim, çünkü tutarlılıkla, öfkeyle ve ölçüsüzce çarpıtır. Balzac’ı severim, çünkü kâhindir. Kafka’yı severim, çünkü gerçekçidir. Maupassant’ı severim, çünkü yüzeyseldir. Mansfield’i severim, çünkü zekidir. Fitzgerald’ı severim, çünkü halinden memnun değildir. Radiguet’yi severim, çünkü gençlik geri gelmez bir daha. Svevo’yu severim, çünkü yaşlanmak da gerekir.”


İtalo Calvino
Klasikleri Niçin Okumalı?

29 Kasım 2017 Çarşamba

italo calvino, karda kaybolan kent



“O sabah, Marcovaldo’yu sessizlik uyandırdı. Havada tuhaf bir şey olduğu duygusuyla yataktan kalktı. Saatin kaç olduğunu anlayamıyordu, panjurların çubukları arasındaki ışık, günün, gecenin bütün saatlerindeki ışıktan başkaydı. Pencereyi açtı, kent yok olmuştu, yerini beyaz bir kağıt almıştı. Bakışını yoğunlaştırınca, beyazın ortasında neredeyse silinmiş kimi çizgiler seçti, çevredeki pencereler, damlar, sokak lambaları gibi olağan görünüşün çizgilerinin karşılıklarıydı, ama gece üzerlerine yağan karın altında kaybolmuşlardı.

“Kar!” diye bağırdı Marcovaldo karısına, daha doğrusu bağırmak istedi, ama sesi yavaş çıktı. Tıpkı çizgilerin, renklerin, perspektiflerin üzerine olduğu gibi gürültülerin, daha doğrusu gürültü yapma olanağının üzerine de kar yağmıştı; pamuk döşeli bir ortamda, sesler titreşemiyorlardı.

İşine yaya gitti; kar nedeniyle tramvay çalışmıyordu. Sokakta geçecek yol açarken, daha önce hiç duyumsamadığı gibi özgür buluyordu kendini. Kent sokaklarında kaldırımla taşıt yolu arasındaki yükseklik farkı yok olmuştu, taşıtlar yoldan geçemiyorlardı; Marcovaldo her adımda bacaklarının yarısına kadar kara batsada, çoraplarının içine kar suyu sızsada, yolun ortasından yürümek, çimenlere basmak, trafik çizgilerinin dışından karşıya geçmek, zikzak yaparak gitmek özgürlüğüne kavuşmuştu. Sokaklar, caddeler, dağların kayaları arasındaki bitmek bilmeyen ıssız boğazlar gibi uzanıyorlardı.
Kimbilir bu örtünün altında gizlenen kent yine aynı kent miydi, yoksa gece bir başka kentle mi yer değiştirilmişti? Kimbilir şu beyaz yükseltilerin altında yine benzin pompaları, gazeteci kulübeleri, tramvay durakları mı vardı, yoksa yalnızca çuval çuval kar mı? Marcovaldo yürürken değişik bir kentte kaybolduğunu düşlüyordu; oysa adımları onu yine her günkü iş yerine, her zamanki ambara götürüyorlardı; eşikten içeri adım atar atmaz, dış dünyayı yok etmiş olan değişiklik, yalnızca çalıştığı firmayı esirgemiş gibi kendini yine aynı duvarların arasında bulunca şaşırdı.
Boyundan daha uzun bir kürek bekliyordu kendini. Ambar şefi Sinyor Viligelmo küreği uzatıp “kapının önündeki kaldırımı temizlemek bize düşüyor,” dedi, “yani sana”. Marcovaldo küreği koltuğunun altına alıp çıkmak için geri döndü.
Kar küremek çocuk oyuncağı değildi, hele midesi boş birisi için, ama Marcovaldo karı bir dost, yaşamının içine hapis edildiği kafesin duvarlarını yok eden bir etken sayıyordu. Büyük bir hevesle çalışmaya koyuldu, kaldırımdan sokağın ortasına kürek dolusu kar atmaya başladı.
Boşta gezen Sigismondo da kara gönül borcu duyuyordu; çünkü o sabah kar temizleyicisi olarak Belediyeye kaydını yaptırdığından, sonunda bir kaç günlüğüne de olsa işe kavuşmuştu. Ama bu duygu onu Marcovaldo gibi belirsiz hevesler yerine, şu kadar metrekare yeri temizleyebilmek için ne kadar metreküp kar kaldırması gerektiği gibi kesin hesaplara götürüyordu; kısaca ekip şefinin gözüne girmeyi ve -gönlünde yatan aslan buydu- işinde ilerlemeyi amaçlıyordu.
Sigismondo geriye dönünce ne görsün? Yolun daha yeni temizlediği bölümü, ötede, kaldırımdaki soluk soluğa bir adamın rastgele boşalttığı küreklerle yeniden karla örtülmeye başlamıştı. Tepesi attı. Kar dolu küreğini adamın göğsüne yönelterek ona doğru koştu.
“Bana baksana! Sen mi atıyorsun bu karı?”
“Ne? Neyi?” dedi, irkilen Marcovaldo; sonra kabullendi:
“Belki, evet.”
“Öyleyse hemen küreğinle temizle, yoksa hepsini yediririm sana.”
“Ama kaldırımı temizliyorum ben.”
“Ben de sokağı.”
“Nereye atayım peki?”
“Belediyede misin sen de?
“Yo. Sbav firmasındayım.”
Sigismondo ona, karı kenara yığmayı öğretti, Marcovaldo’da onun bölgesini temizledi. Hoşnut, kürekleri kara saplı, yaptıkları işi seyre koyuldular.
“Yarım sigaran var mı?” diye sordu Sigismondo.
İkisi de birer yarım sigara yakarken, bir kar temizleme aracı, yanlarına düşen iki büyük beyaz dalga kaldırarak sokaktan geçti. O sabah her gürültü yumuşacıktı; ikisi de bakışlarını kaldırdıklarında, temizledikleri yerler yeniden karla örtülmüştü. “Ne oldu? Kar mı başladı?” Gözlerini gökyüzüne kaldırdılar. Makine süpürgelerini döndürerek köşeden dönmüştü bile.
Marcovaldo karı tıkız bir duvar gibi yığmayı öğrendi. Böyle küçük duvarlar oluşturmayı sürdürürse sadece kendisi için sokaklar yapabilecek, nereye gittiğini sadece kendisi bilecek, başka herkes bu sokaklarda yolunu şaşıracaktı. Kenti yeni baştan düzenleyecek, kimsenin gerçek evlerden ayırt edemeyeceği, evler gibi yüksek tepeler dikecekti. Belki de artık bütün evlerin dışı da içi de kara dönüşecekti; anıtlarıyla, çan kuleleriyle, ağaçlarıyla kardan bir kent, kürek vuruşlarıyla yıkıp bir başka biçimde yeniden yapılabilen bir kent.
Kaldırımın kenarında bir yerde büyükçe bir kar birikintisi vardı. Marcovaldo onu da duvarlarıyla aynı yüksekliğe getirmek için düzeltmeye başlamıştı ki, bir otomobil olduğunu anladı; yönetim kurulu başkanı Kommendatore Alboino’nun arabasıydı, her tarafı karla kaplıydı, Bir otomobille bir kar yığını arasındaki ayrımın bu kadar az olduğunu görünce, Marcovaldo kürekle bir otomobil biçimlendirmeye koyuldu. Sonuç başarılı oldu; doğrusu ikisinden hangisinin gerçek olduğu anlaşılmıyordu. Son düzeltmeleri yaparken Marcovaldo küreğe takılan döküntülerden yararlandı; paslı bir teneke kutu bir farın biçimlendirilmesini sağladı; bir musluk parçası da kapının kolu oldu.
Sıra sıra kapıcılar, odacılar, postalar selam durdular, başkan Kommendatore Alboino büyük kapıdan çıktı. Miyoptu, aceleciydi, kararlı bir biçimde süratle otomobiline doğru yürüdü, sarkan musluğu kavradı,çekti, başını eğdi ve boynuna kadar kara saplandı.
Marcovaldo çoktan köşeden kıvrılmıştı, avluyu kürüyordu.
Avluda ki çocuklar kardan adam yapmışlardı.
“Burnu eksik!” dedi içlerinden biri.
“Ne koyalım oraya? Havuç!” Hepsi kendi mutfağına, sebzelerin arasında havuç aramaya koştu.
Marcovaldo kardan adamı seyre dalmıştı. “Karın altında, neyin kar neyin karla kaplı olduğu ayırt edilemiyor; bir insan uymuyor buna, çünkü benim şu karşıdaki değil, ben olduğum biliniyor.”
Düşüncelere daldığı için damdan iki kişinin bağırdığını duymadı: “Hey, kardeş, çekilsene biraz oradan!” Dam temizliyicileriydi. Birden, üç kental kar başından aşağıya indi.
Çocuklar ele geçirdikleri havuçlarla döndüler. “A, bir kardan adam daha yapmışlar!” Avlunun ortasında, yan yana, birbirinin aynı iki kardan adam vardı.
“İkisine de burun takalım!” deyip, iki kardan adamın kafalarına birer havuç batırdılar.
Diriden çok ölü gibi olan Marcovaldo, içine gömülüp buz kestiği kılıfı yaran bir yiyeceğin geldiğini duyumsadı. Hemen ağzına attı.
“Anne havuç yok oldu!” Çocuklar çok korkmuşlardı.
En yüreklileri umudunu yitirmedi. Yedek bir burnu vardı, bir biberdi; biberi kardan adama taktı. Kardan adam biberi de yuttu.
Bunun üzerine kardan adama burun olarak bir mangal kömürü takmayı denediler. Marcovaldo olanca gücüyle kömürü tükürdü. “İmdat! Canlı! Canlı!” Çocuklar kaçıştılar.
Avlunun bir köşesinde bir ısı bulutunun yükseldiği bir parmaklık vardı. Marcovaldo, ağır kardan adam adımlarıyla oraya gidip durdu. Kar sırtından aşağı eridi, oluk oluk giysilerinden aktı; soğuktan şişmiş, buz kesmiş bir Marcovaldo çıktı ortaya.
Küreği aldı ısınmak için avluda çalışmaya koyuldu. Bir hapşırık burnunun ucuna gelmiş, orada duruyor, dışarı çıkmaya karar veremiyordu. Marcovaldo gözleri yarı kapalı yürüyordu, hapşırık hep burnunun ucuna tünemiş duruyordu. Birden sanki homurdanır gibi “Haaaap…” yaptı, “…şu” ise bir mayın patlamasından daha güçlü oldu. Havanın yer değiştirmesi nedeniyle Marcovaldo duvara çarptı.
Hapşırma havanın yer değiştirmesinin ötesinde, gerçek bir hortum oluşturmuştu. Avludaki bütün kar havalandı, bir kasırgada olduğu gibi savruldu, yukarıya çekilip gökyüzünde billurlaştı.
Baygın Marcovaldo gözlerini açtığında, avlunun her yeri temizlenmişti, bir tek kar tanesi bile kalmamıştı. Marcovaldo’nun gözleri önünde, gri duvarları, ambarın sandıkları, sıkıcı, itici bütün günlerin nesneleri ile, her zamanki avlu belirdi.
Çeviri: Rekin Teksoy


27 Kasım 2017 Pazartesi

62. hikmet


Hâlık'ımı izledim dün gün cihan içinde;
Dört yanımdan yol indi kevn ü mekân içinde.

Dörtten yediye yettim, dokuzu geçip gittim,
Ondan ikiye geldim çerh-i keyvan içinde.

Üçyüzaltmış su geçtim, dörtyüzkırkdört dağ aştım, 
Vahdet şarabını içtim, düştüm meydan içinde.

Çünkü düştüm meydana, meydanı dolu gördüm,
Yüz bin arife erdim, hepsi cevlan içinde.

Dalgıç denizine girdim, varlık şehirini gezdim,
İnciyi sedefte gördüm, cevheri hazine içinde.

Arş u Kürsü yürüdüm, Levh u Kalem i gördüm,
Vücut şehrine vardım, dedim bu can içinde.

Canı gördüm cânanda, aşkı gördüm meydanda,
Aşıkların meydanı cümle bostan içinde.

Eri gördüm erleştim, istediğimi sordum,
Hepsi sende dedi, kaldım hayret içinde,

Seyr ister mi bülbül açılmıştır kızıl gül
Her gülü uzak görme gül gülizar içinde.

Hayran oluben kaldım, bir hoş oluben kaldım,
Özümü derde saldım, buldum derman içinde.

Miskîn Hoca Ahmed canı, hem cevherdir hem hazine,
Herşey O'nun mekânı, O lâmekan içinde.

Ahmet Yesevi



Hâlık'ımnı izlermen tün-kün cehân içinde
Tört yanımdın yol indi kevn ü mekân içinde

Törtdin yettiğe yettim tokkuznı güzar ettim
Ondın ikkige keldim çerh-i keyvân içinde

Üçyüzaltmış suv keçtim törtyüzkırktört tağ aştım
Vahdet şarâbın içtim tüştüm meydân içinde

Çunku tüştüm meydânğa meydânnı tolakördüm
Yüzming ârifni sordum barça cevlân içinde

Gevvâs bahrıga kirdim vücûd şehrini kezdim
Dürni sadefde kördüm gevhernî kân içinde

Arş u Kürsi'ni yürdüm Levh u Kalem'ni kördüm
Vücud şehrini kezdim aytdım bu cân içinde

Gânnı kördüm cânânda ışkın kördüm meydânda
Aşıklarnıng meydânı cümle bostân içinde

Erni kördüm ergeştim istedigimni sordum
Barçası sende dedi kaldım hayrân içinde

Hayrân boluban kaldım bî-hûş boluban taldım
Özümni derdge saldım taptım dermân içinde

Seyr ister mi bülbül açılıbdır kızıl gül
Her gülni hali körme gülni gülzar içinde

Miskin Hâce Ahmed cânı hem gevherdir hem kânı
Cümle anıng mekânı ol lâ-mekân içinde

bit ayıklayan ablalar, rimbaud

çeviri: erdoğan alkan

izinde


21 Kasım 2017 Salı

üsküdar meselesi

Üsküdar’ın sözünde durmayan bir dost olduğunu bilmenin ama yine de oraya gitmeye aldanmanın fotoğrafı


19 Kasım 2017 Pazar

sinek azabı



"Her sözcüğün şiddetle etkilediği bir kurbanı vardır; bazen düşünüyorum da, galiba bütün sözcüklerin kurbanıyım ben. Yakayı sıyırabildiğim kelimeler, sadece kâğıda aktarabildiklerim; bunlar beni sakinleştiriyor; bu sözcükleri kullanmama müsaade edilmiş gibi; ölüp gittiğim zaman, beni artık tahrik etmeyeceklerinden eminim, her ne kadar o zaman bile, hatta asıl o zaman var olacaklarsa da."

canetti, sinek azabı

Bir şey anlatayım diyorum, susar susmaz bakıyorum ki, söylediğim hiçbir şey yok ortada. Yalnızca bir cevher kalıyor geriye; harikulade parıltılar saçan bir şey ve kullandığım kelimelerle alay ediyor.

 (ELIAS CANETTI/ Marakeş'te Sesler)

savaş ve olmayan barış


Tolstoy’un Savaş ve Barış kitabı kuşku yok ki dini bir kitap.
Ülkesini çok seven Tolstoy, Napolyon’un Moskova işgalini sahneye yerleştirip insanlığın (iyilik, kötülük, ayrılık, acı, suç, hasımlık, şatafat, aşağılama, iki yüzlülük, aristokrat değerler, cesaret, korkaklık, üç kağıtçılık, özenti, kibir,  zavallılık, işgal, savaş, kahramanlık, aşağı sınıflar, yoksul köylüler, hayat, doğa, insanın yaşama arzusu nedir, vs.) bütün değerlerini bu büyük romanında çatıştırır ve ama sonunda, karmakarışık iflas etmiş Rusya’yı barıştırmak ister.
Roman, kafa karıştıracak izi sürülmekte zorlanacak kadar çok Rus aristokratının zenginlikleri, baloları, kabul salonları, kızları, evlilikleri, ihanetleri, mirasları, iflasları, eşsiz bucaksız mülkleri toprakları, saraylarını konu edinir.
Ancak roman iki büyük kahramanın izinde ve etrafında şekillenir, Andrey ve Pierre. Andrey’in hala bizi ağlatıyor oluşu, çağlar geçse de, Andrey’in temsil ettiği yüksek değerlerin bir insan olarak üstümüzde bıraktığı kaldırılması mümkün olmayan trajik ve ağır yüktür. Ağlamamızın sebebi iki yüzlü ahlaksız ve sevgisinin karşılığı bulamamış bu dünyada bu duyguların oluşturduğu ağır sıkıntıdan kurtulmak için intiharının yerine savaşı ikame edip en önde kahramanca savaşa girmesi. Andrey içinde yaşadığı yüksek sosyete ilişkileri ve değerlerinden çok rahatsızdır, ve bu kirli sefih dünyada aradığı aşkı bulamamış, savaşı bahane etmiştir, ve hiçbir şarta boyun eğmemiş gururun kırılmasına asla müsaade etmemiştir, bu yüzden roman, ilk gençlik yıllarımızda hepimizi bir rol model olarak ‘Andrey’ yapmayı başarmıştır.
Andrey’in en yakın arkadaşı Pierre’in ise kafası karışıktır, çok farklı ve yenilikçi fikirleri vardır ama bu fikirleri hayatında nereye koyacağı bilemez, ve miras kavgaları, yanlış evlilikler, ihanetler ve peşinden savaş, felaket üstüne felaket darmadağınık olan hayatları asıl gerçek Rusya’yı Pierre üzerinden okuruz.

Roman, ihanet sefahat katı aristokrasi ve Hristiyan değerleri ve ahlaksız skandallar içinde lüks içinde yaşayan Rus ‘aristokrasi’nin çok sert bir eleştirisi ve panaromasıdır.

“PEYGAMBERANİ” BİR KİTAPTIR

Savaş ve Barış bütün bu trajik hayat ve hikayelerin üstünde “peygamberani” bir kitaptır… Çünkü Tolstoy bir yazar olarak ahlakçıdır ve bu büyük romanıyla toplumunu günahlarından temizlemek ister. Bu yüzden önce ‘gerçek’le yüzleşir (sefil aristokrat hayat), sonra, bu ‘gerçek’i büyük bir savaşa sokup adam etmek ister ve affedicilikle pişmanlıkla tövbeyle sefih hayatı kökünden silmeye çalışır. Yazarın affedicilikle huzuru ve barışı sağlaması, romanın hiç de gerçekçi olmayan ahlakçı tezidir, ama muhteşem bir finaldir, günlerce ağlarsınız.
Skandal ve ahlaksızlık batağındaki Rus aristokrasisi Moskova’nın yakılmasıyla sonuçlanan büyük bir savaş ve bu savaşın trajedilerini çok ağır şekilde yaşarlar. Ve savaş, her şeyi değiştirir, karakterleri, insanları, duygularını. Ve roman sefahat içindeki insanlara hayatı sil baştan yeniden öğretir, her şeyi aileyi, köylüleri, huzuru, toprağı.
Bir tutam tuzla yenen bir parça patatesin değerini, camda gezinin sineğin beni sev diyen varlığının saraylardan daha değerli olduğunu. Savaş, romanın bütün kahramanlarına ölümleriyle servetleriyle ağır hasarlar yaşatır ve hayata ve dünyaya ve Tanrı’ya ve ülkelerine başka türlü bakmalarını sağlar.
Mesela, Andrey, bütün ihanetleri affeder, bütün düşmanlarıyla barışır, savaş sonrasında yaralı yatağında hem kendisini aldatan sevgilisini hem de savaşta büyük yara alan aşığını affeder, Pierre de öyle, gözü önünde karısını aldatıp düelloya davet ettiği hasmıyla savaşın içinde kucaklaşır, dost olur, affeder.
Savaşın ülke ve insanların üzerindeki tahribatını konu alan roman bütün kötü acımasız çirkin üç kağıtçı kahramanları arındırıp başka bir karaktere dönüştürür.
Bu yüzden ‘savaş’, bir sonsuzluk banyosu bir arındırma bir tövbe bir yeniden doğmayı, hayatı ve dünyayı yepyeni bir bakışla görmek için baş roldedir, savaş bir nevi Rus halkının yıkanıp arındığı ‘hamam’ rolünü oynar.
Oysa ‘gerçek’ tam tersidir, Moskova işgal olmuş Rusya’nın gururu kırılmış, Rusya harap olmuş, sefalet açlık kıtlık diz boyudur, aristokrat kurum ve değerlerde hiçbir kurumsal değişiklik yoktur, sadece savaş gören insanlar romana göre daha merhametli birbirlerine karşı daha insaflı hale gelmiştir.
Sanki Tolstoy Rusya’nın gururunu kurtarmak için, sanki Tolstoy savaşın bu ağır maliyetlerini ortadan kaldırmak için, sanki Tolstoy savaşı bahane edip Rus aristokrasisiyle köylülerini barışla huzurla kardeşlikle tanıştırmak için, felaketle sonuçlanan savaşı yepyeni barışçı bir dünya kurmak için kullanır.

TOLSTOY’A AŞIK OLUYORSUNUZ

İşte burada romana değil yazarın bu kutsal azmine Tolstoy’a aşık oluyorsunuz, çünkü asıl savaşı veren yazar Tolsyoy’dur, acımasız gerçeğe karşı savaşır, asla yola gelmeyecek günahkar kahramanlarını kurtarmak için onları önce savaşa sokup savaşın trajedeleriyle piri pak eder.
Romanda Tolstoy’un Rusya’da iç barışı sağlamak için ne büyük bir mücadele verdiğini görüp ülkesini çok seven bu yazara hayran oluyorsunuz, kafası karmakarışık Rusya halkına, toprağın, vatanın, ailenin ve bu dünyada yaşamanın huzurunun değerini anlatabilmek için, dört uzun yıl oturup dinden felsefeden ottan böcekten yoksulluktan hiçlikten saraydan süsden tasvir ve söylevlerle Savaş ve Barış romanını yazıyor.
Çoğu şehvet ve asalet düşkünü kafası karışık yüzlerce roman karakteri ve darmadağınık bir ülke, bir savaş sonrası, ölen ölüyor ve ama, huzur içinde bir ülke, insanlığın en temel değerlerini kalbiyle acılarıyla ruhuyla hissedip ve upuzun Rusya steplerinde bambaşka bir umuda dönüşüp yepyeni bir hayata başlıyor.
Tolstoy’un ahlakçı tezinde haklı olduğu çok şey vardır, gerçekten büyük trajediler savaşlar eğiticidir, insanların fikirlerini karakterlerini değiştirir, savaşın yaşattığı yokluklar ölümler acılar, insanlara büyük bir hayat dersi verir, ki, romanın insanlığa verdiği ders budur.

nihat genç

18 Kasım 2017 Cumartesi

eloğlu


Eloğlu binlik bozdurur
Ben bozduramam

Eloğlu başını yastığa kor komaz uyur
Ben uyuyamam

Eloğlu sofrasında dokuz türlü
Benim aç yattığım olur bazen

Benim evim gecekondu
Eloğlunda apartıman

Eloğlunda ince müzik
Benimkisi aman aman

Benim kuru başım bana yeter
Eloğlunda karı kızan

Ben keçileri kaybettim
Eloğlunda usta çoban

Bu soyadı bana haram


metin eloğlu

pastırma yazı



Dedim ya benim aşklarımın doğusu bura 
Bura benim yarınımdan sakınan tel tel 
Bura işte ilkyazından irkilip huylandığım 
Dedim ya gün batmadan kunnamaz çakal 

Işıtmaz solutmaz bir aşkın doğusu bu 
Köpeklenmiş havuzda boğum boğum kediler 
Hoşundu be İstanbul hoşundu savsak günler 
Çöl dünümle ikizlenen ne yavan olgu 

Bu çağandan kalacak bir sünepe bildiri 
Öncelenmiş yalanlarla yakapaça gidiyor 
Olmaz olaydı bu yaz, demez olaydı şiir 
Dedim ya aşkımızın en firavun günleri 

Kaskatı bir güz içi daldım yazık hayatıma 
Hasan diye birim vardı uzamış perçemleri 
Ben, Güzin, yaz da bitti e sonra 
Amcasına babasına pay veren çiçekleri


Metin Eloğlu

14 Kasım 2017 Salı

bruegel , ülkü tamer



Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.
Köpeklerin bakışlarında birer keman tadı.
Avcılar ve kuşlar avdan dönüyor.
Zaten her yanda hüzün görülür
Uzakta çocuklar kayıyorsa,
Kızaklar tahtadan yapılmışsa,
Kar dinmişse,avdan dönüyorsa avcılar,
İnsan anlamışsa ansızın, başladığını
Gökyüzünün, ayaklarının ucunda.

Kuş tüyleriyle kaplıdır burunları
Birer sirk emeklisine benzeyen avcıların;
Soluk alır, tüy verirler yorulunca,
Yürekleri birleşir, geniş bir av ülkesi olur,
İçinde tazılar yaban ördeklerini,
Çantalı okullular kar tanelerini avlar.
Norveç'in nüfusunu bilir de okullular
Karın nüfusunu bilmezler nedense.
Zaten her zaman hüzün bulunur biraz.
Norveç'ten söz açan şiirlerde.

Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.
Ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı.
Gürgenler ve kayınlar avdan dönüyor.
Sırtsız atmacalar çizerdim şimdi
Bir kayığın yelkeni geçseydi elime;
Unutmazdım, yelkenin bir köşesine
Tabut başlı bir avcı yerleştirirdim.

İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür.

13 Kasım 2017 Pazartesi

düello




Yenilirsem yenilirim, ne çıkar yenilmekten?
Seninle çarpışmak kişiliğimi pekiştirir benim.
Ayak bileklerime kadar bu deredeyim işte,
Yerin yassı taşları tabanımın altında,
Alnımda birleşmekte güneşin raylarından
Hışırtıyla geçen kartalların sesleri.
Unuttuğum bir bitkinin yaprakları gibi
Göğsüme değerse kurşunların, ne çıkar?

Bilmem nişancılığı, tabanca kullanmadım;
Ama karşıma alıp seni horoz düşürmek de,
Seni vuramamak da yüreğimi pekiştirir benim.
Ölürsem güzel bir ölü olurum,
Saçlarıma yuva kurar bir anda kirpiler,
Kar, örtmeye kalkışır gökkuşağını,
Ve onurlu, yoksul böceklerin gazetecisi
Ben gülümserken resmimi çeker.


ülkü tamer

üşür ölüm bile




Bir ormanda tutup onu
Bağladılar ağaca
Yumdu sanki uyur gibi
Gözlerini usulca

    Bir soğuk yel eser
    Üşür ölüm bile
    Anlatır akan kanı
    Beyaz sesiyle

Diz çöktüler karşısında
Sonra ateş ettiler
Parçalanan yüreğine
Yuva kurdu mermiler

    Bir soğuk yel eser
    Üşür ölüm bile
    Anlatır akan kanı
    Beyaz sesiyle

Gelip kondu bir güvercin
Ellerine o gece
Kırmızı bir çelenk oldu
Bileğinde kelepçe

    Bir soğuk yel eser
    Üşür ölüm bile
    Anlatır akan kanı
    Beyaz sesiyle

ülkü tamer



12 Kasım 2017 Pazar

bir kıyı kahvesinde, ilhan berk


Gün ağmıştı. Adaçaylarımızı söylemiş miydik?
Üç kişi bir köşede oturmuş ağ yamıyordu.
Kimimiz aznif oynuyor, cıgara üstüne cıgara
yakıyordu kimimiz. Sanki dünya durmuştu
öyle dalmış gitmiştik. Kendi kendimizdik.
Bir sürü kırlangıç dışarda camlara vuruyordu.
Birden bir ses, yüzüne karışmış bıyıkları,
-Deniz çekildi, dedi. Hepimize tutup
denizde gezdirdiği gözlerini. Büyük
bir boşluk bırakıp sonra da arkasında
Kalktı.
 Biz işte o zaman gördük onu
ve çekilen denizi.
 O zaman çıktık kendimizden.

Dışarda bir dilim ekmek gibiydi gök.

aşklar içinde bir kentin herhangi bir kentin


I
Benim yüzüm bir bayram telâşıdır
Küller ve biraz da deniz artıklarıyla
Ben ki çocuklarla büyüdüm ve
(Bu yüzden uzundur ya biraz kollarım)
Bir denizde bir akşam gittim ölümü
Yosunlar rüzgârlar gözleriyle balıkların
Hâlâ saçlarıma takılmış bulurum
Bir balığın pullarını ve tuzu
Şimdi bir yolu yürüyoruz ya seninle
Birden üçüncü sınıf bir lokantadayız işte
Bir kadın senin ağzınla gülüyor ve
Ne mutlu ne mutsuz.
…………………… Nedir mi mutluluk diyorsun
Bir eylülü gitmek belki de böyle
(Eylül ki en kanayan aydır tarihte)
Ve birden o adam gösterisine başlıyor
Yırtılan sesiyle.
…………………… Sanki sarı beyaz kara
Sanki bütün ırklar birlikte bağırıyorlar
Ve sanki insanlığın hali.
…………………… Ve soruyorum kendi kendime
Lokantalar neden insanlığın haline benzer
Böyle bir dünyadayız işte yürüyoruz yürüyoruz
Ağzımdan diyordum daha çok ağzımdan öp beni
İnsan yaşarken bilmez yaşadığını.
II
Böyle çıktık sonra akşama akşam dediğimize
Bir denize bir denizin birdenbireliğine
Ben aklımdan ağaçlıklı ağaçlıksız yolları geçiyorum
Bir çocuğun yüzünde sanki bir öğle sonuyum
Tam neredeydi şimdi bir türlü çıkaramıyorum
Bir sokak unutmuş sokaklığını gidiyordu
Belki bir resimde yaşamaktan sıkılıp çıkmış geliyordu
Belki de Dul Bayan Suzan Adoni’nin ayininden dönüyordu
Diyordum herhalde bu ikisinden biri olmalı
Bir sokak da çünkü her zaman kendinde değildir
Susuyoruz ve
Sanki dergilerde kalmayı seçmiş şiirler gibiyiz
Hem gün gelir şiirler de eskir biliyorsun
Kalır ama bir yerlerde bir eylülün eylül olduğu
Ben ki dikkatli bir su gibi yaşadım
Seninle ve küllerle.
III
İlk kar Toroslar’a yağdı diyor bir ses
Yağmış gibi anafor gözlerine
Oturdum sonra gözlerini düşündüm gözlerini buldum orda
Bir deniz gibi uzandım içlerine
Çakıllardan en harlı ateşler yaktım bıraktım
Kaldım öylece uzun çayırında saçlarının
Dedim ki hatırla hatırlamaktır zaman
Bütün dillerde.
………………………… Yüzün de odur
Yüzün ki bir ormanın sayısız en sık yerinde
Bir akşamın akşam olduğudur bende
Hem bak tarih de kabarmış bir anıdır
Zaman da. Çarşı gül ağzında
Geçtik denizi öylece indik sonra geceye
Geçmiş gibi bir göğü bir baştan bir başa
IV
Senin bütün bir gün sokağı seyrettiğin olmuş mudur
Bir kentin herhangi bir kentin
Şimdi bu kenti tepiyoruz ya
Her kent bir yaradır bende.
Bir elmayı ısırıp bırakmak gibi çürümeye
(Belki sadece bende benim uzun yüzümde)
Bak işte bu sokaktır senin ruhun diyorum
Sokakların da ruhu vardır çünkü (varsa ruh)
Bir kez göçüp gitmiştim de o zaman anladım
Ben bunu. o zaman buldum kendimi
O zamandan beridir her yerdeyim
Bir deniz kabuğunda örneğin parçalanışında bir taşın
Böyle oldu işte su yüzüne vurması gibi bir batığın
Benim aşkta aldığım bu upuzun yol

Ağzımdan diyordum daha çok ağzımdan öp beni
İnsan yaşarken bilmez yaşadığını
İlhan Berk

taşlı yol


Aşklar, dostluklar, bir arada olmalar 
Hangi birine yetiş, geçtim, öderim.
Eşler, çocuklar, ölmüşlerin yakınları
Sonradan katılanlar, kaçtım, öderim.

Çığlık ve kısık çağrı
Kimi mi çağırdım, bilsem söylerim.
Gün gelir, bırakır, başlar yalnızlık
Ne için, kimdi, bilsem söylerim.

Yaşlanmak, gözyaşları olmadık hüzünlerde
Sızar, görürsünüz çoğunuz
Kıyı köşe, durmayın üzerinde
Gördünüz mü giderim.

Ne yaptım ben size
Bana siz ne yaptınız taşlamak dışında
Zaten taşlı yolumu
Ki bu kadar acı verir, söylerim.

Ey söz ulaştıranlar birinden ötekine
Bana da dersiniz, dinlerim.
Sonra da arkamdan-
Bilmem mi gülerim.

Ki bugüne beni siz mi getirdiniz
Çıkar tanıyanları, vardır elbet bildiği
Kimleri boşladım, borçlarım kimedir
Ödedim, öderim.

Çıkar bildiklerini, kalır elbet sevdiği
Bir iskambil- sararır yüzünüz
Kimin ne çektiği-
Ödedim, öderim.


Behçet Necatigil

kardaki kale