25 Aralık 2021 Cumartesi

sevemedik müzeleri


Saray illerine yürüdüm her hana asılmış resmim
Kapılarda biliniyorum adım ünleniyor çinilerde
Kadınlar geçiyor omuzlarında gözyaşı bezleriyle
Görünen ne! duvar yüzlerinde kemer taşlarda
İnen çıkan vinçler kayan ışıklar künkler
Toprağı bombalayan bent suları rüzgarlı yeleler
Derviş ayakların altında boy boy padişah bebeler
Güreş tutan vezirler ve bunlar körükeller
Ve incecik perçemler sanki çekme gözler
Meğer bir şehzade kılıç dönemeçlerinden geçiyor

Fenerler ki yakılıyor boşalıyor akşamı şehrin
Odalar dolusu çocuklar okşanmak için bekliyor
Son yağları bitiriyor fitiller
Yaşlı saray eşyaları yalnızlıktan eskiyor
Koşumlu iri atlar sert kaslar o eski soluklar
Nefes nefese kişnemeler yatak odalarına dalıyor
Ağır atlar örtülere
Çarpıyor çarpıyor

Saray içinde. Hayret içinde
Kristaller. Mahzene sızmış fısıltılarda
Eski hayatlar yaşıyor hala ve kapalı
Dudak ısırmış gibi iç odalara bakan kapılar

Soruyor kiraz dudaklı kızlar durdurup kır hayvanlarını
Hangisi sahte bu geçen dakikalardan
Hangisi haklı

Müzelerden yoruldun ama
Sen nakışlara dokun deli çehreli çocuk
Az bir yolun kalır nakkaşlara
Bir şehzade başı kesilir ve atılır
Dipdiri sürgünler verir saray gövdesi atlılara
Daluçları cönklere tenler Dicleye ve çöllere
Kutsal beyitlere bir menzil yol kılar

Sen sevgileri göğüsle ve ne olur anla.


Cahit Zarifoğlu


görsel: adige batur


 

24 Aralık 2021 Cuma

22 Aralık 2021 Çarşamba

yalnız değiliz

 


   Bir ufka vardık ki artık
   Yalnız değiliz sevgilim.
   Gerçi gece uzun,
   Gece karanlık
   Ama bütün korkulardan uzak.
   Bir sevdadır böylesine yaşamak,
   Tek başına
   Ölüme bir soluk kala,
   Tek başına
   Zindanda yatarken bile,
   Asla yalnız kalmamak.

   Şafakları ben balığa çıkarım
   Akan akmayan sularda
   Benim, bütün tezgahlarda paydosa giden        
   Bir bahar akşamı dünyada.
   Ben dört duvar arasında değilim
   Pirinçte, pamukta ve tütündeyim,
   Karacadağ, Çukurova ve Cibalide.

   Zehirli kör yılanları
   Ve sıtmasıyla
   Gün yirmidört saat insan avında
   Karacadağda çeltikler.
   Bir kız çocuğunun gözyaşı gibi
   -  Ayak bileklerinde bir dizi boncuk,
   Sol omzunda nazarlık,
   Dağ başında unutulmuş üşümüş,
   Minicik bir aşiret kızının  -
   Damla-damla, berrak olur pirinci.
   Kamyonlarla, katır kervanlarıyla
   Beyler sofrasına gider...

   Çukurovam,
   Kundağımız, kefen bezimiz
   Kanı esmer, yüzü ak.
   Sıcağında sabır taşları çatlar,
   Çatlamaz ırgadın yüreği.
   Dilerse buluttan ak,
   Köpükten yumuşak verir pamuğu.
   Külhan, kavgacıdır delikanlısı,
   Ünlü mahpusanelerinde Anadolumun
   En çok Çukurovalılar mahpustur,
   Dostuna yarasını gösterir gibi,
   Bir salkım söğüde su verir gibi,
   Öyle içten
   Öyle derin,
   Türkü söylemek, küfretmek,
   Çukurova yiğidine mahsustur...

   Tütünü bilir misin?
   "Kız saçı" demiş zeybekler,
   Su içmez her damardan,
   Yerini kolay beğenmez,
   Üşür
   Naz eder,
   Darılır
   İki parmak arasında kıyılmış,
   Bir parçası var kalbimin
   İncecik, ak kağıtlara sarılır,
   Dar vakit yanar da verir kendini.
   Dostun susan dudağına...

   Sokaklardan,
   Kıyılardan,
   Gök mavisinden,
   Ekmeğinden,
   Canevinden ayrı düşmeye
   Yani bütün hasretlerin kahrına
   Ve zehrine çaresiz kalmaların, 
   İlk nefesi Hızır gibi yetişir
   Cibalide sarılan cıgaranın...

   Tütün isçileri yoksul,
   Tütün işçileri yorgun,
   Ama yiğit
   Pırıl - pırıl namuslu.
   Namı gitmiş deryaların ardına
   Vatanımın bir umudu...

   Ahmed Arif

18 Aralık 2021 Cumartesi

ses

                          



Günlerce ne gördüm ne de kimseye sordum;
"Yârab! Hele kalp ağrılarım durdu!" diyordum.
His var mı bu âlemde nekaahet gibi tatlı?
Gönlüm bu sevincin halecâniyle kanatlı
Bir tâze bahâr alemi seyretti felekte.
Mevsim mütehayyil, vakit akşamdı Bebek'te;
Akşam...  Lekesiz, sâf, iyi bir yüz gibi akşam...
Tâ karşı bayırlarda tutuşmuş iki üç cam,
Sakin koyu, şen cepheli kasriyle Küçüksu,
Ardında vatan semtinin ormanları kuytu;
Bir neş'eli hengâmede çepçevre yamaçlar
Hep aynı tahassüsle meyillenmiş ağaçlar;
Dalgın duyuyor rüzgârın âhengini dal dal.
Baktım süzülüp geçti açıktan iki sandal;
Bir lâhzada bir pancur açılmış gibi yazdan
Bir bestenin engin sesi yükseldi Boğaz'dan.
Coşmuş gene bir aşkın uzak hatırasıyle,
Aksetti uyanmış tepelerden sırasıyle,
Dağ dağ o güzel ses bütün etrafı gezindi:
Görmüş ve geçirmiş denizin kalbine sindi.

Ânî bir üzüntüyle bu rüyadan uyandım.
Tekrar o alev gömleği giymiş gibi yandım.
Her yerden o, hem aynı bakış ,aynı emelde,
Bir kanlı gül ağzında ve mey kâsesi elde;
Her yerden o, hem aynı güzellikle, göründü,
Sandım bu biten gün beni râmettiği gündü.

Yahya Kemal 

16 Aralık 2021 Perşembe

tünel




Babam nahiye müdürü idi.

Nahiye ilçe ile köy arasında bir idari birimdir. Epeyce önce kaldırıldı. İrice bir köy sayılır. Bu sebeple çocukluğum o köyden bu köye seyahatle geçti.

Babamın son tayin olduğu nahiyede oturulacak ev bulunamadı. Bu ev aynı zamanda resmi daire olarak da kullanılır.

Yakınlardan demiryolu geçiyordu. Oralarda bir de küçük istasyon. Civar köyler ile araziler beylerindi. O zamanlar beyler vardı. Ara sıra köylerini ve arazilerini dolaşmak üzere istasyonun üzerindeki tepeye bir ev yaptırmışlar; bu arada bir süre kalmak için. Babam rica etti, evi bize verdiler, bir de at. Babam nahiyeye atla gidip geliyordu. Evin önü bir tarla. Tarlanın üstü tepe. Tepenin eteğinden bir kaynak suyu çıkıyor, evimizin yanından geçiyor. Küçük, duru, tatlı bir derecik. Geceleri onun şırıltısını ninni gibi dinleyerek uyurdum.

Ninem, annem, ablalarım evin önündeki tarlayıp işleyip ektiler. Babam sahibinden kiralamıştı. Her tür sebze. Kavun karpuz. Nohuttan mercimeğe kadar.

Ben yalnız bir çocuktum.

Beş yaşında olabilirim.

Evin istasyona bakan kısmındaki kavak ağacına sırtımı verip tirenleri seyrederdim Posta, marşandis, ekspres.

Kara tiren dumanı ve onun dertli düdüğü çocukluğumu saran bir hoş hatıradır. Asker, köylü, gurbetçi taşıyan tirenler. Kömür, maden, hayvan taşıyan tirenler. Ve Abdullah Yüce’nin meşhur şarkısı “Uzayıp giden tiren yolları”.

Suyun, çiçeklerin, böceklerin, tavşan ve sincapların, tarla farelerinin, her tür kuşun, bulutun, otun, ağacın arasında büyüdüm.

İçimde eşsiz bir tabiat aşkı yatar.

Biraz büyüyünce istasyona inmeye başladım. Babam can sıkıntısından, o bitmeyen yaz günleri, istasyonun ardındaki gölgede; makasçı ve istasyon şefi ile iskambil oynardı. Şefin bir küçük köpeği vardı: Gümüş. Onunla arkadaş olmuştuk. Uzun süre karga kovaladık. Akşamın önü sıra babam iskambili bırakır, birlikte aşağıda akan ırmak kenarına inerdik. Babamın bir önceki gün yılgınlara sarıp suya bıraktığı oltaları çekerdik. İri pullu, bıyıklı sazan balıkları misinayı gere gere gelirdi.

Annem bıkmıştı bu balık işinden. Tiksinti gelmişti! Babam eğlence olsun diye tutuyor, makasçıya ve demiryolu işçilerine dağıtıyordu.

Annemin dediğine göre makasçı her gece içip içip karısını dövüyormuş. Onlara babamın nahiyeden getirdiği yoğurt, yumurta gibi şeyler taşırdım. Şehir yakındı. Babam ara sıra şehre gider, ne ihtiyacımız varsa alıp dönerdi.

Bir seferinde annemle beni de götürdü. Annem beni süsledi. Koncu uzun çoraplar, parlak pabuçlar, askılı bir kısa pantolon giydim. Saçlarımı kolonya dökerek taradı. Kendisi de çok seyrek kullandığı pardesüyü giymiş, şık bir eşarp takmıştı. Ama babam.

Babam muhteşemdi.

Koyu takım elbise, yelek, beyaz gömlek, kıravat. Başında fötr şapka. Yelek cebinden kösteği sarkan Serkisof marka mineli saat. Dedesinden kalmış.

Tirende nedense hepimiz çok sessiz idik. Babam pencereden akıp giden görüntüye dalmıştı. Annem gözlerini sabit bir noktaya dikmiş susuyordu. Bir gerginlik. Derken tünele girdik. Karanlıktan korktum. Annemin eline sarıldım. Tekerleklerin raylarda çıkardığı sesler tünel duvarında gümbürdüyordu.

Sonra ışık gözüktü ve tünelden çıktık. İçimdeki nefesi boşalttım.

Sağıma baktım babam yok. Anneme döndüm:

– Anne, babam nereye gitti?

Annemin bir eli alnında, başını eğmiş, gözlerini göremiyorum. Öteki elinde bir mendil. Titrek sesiyle:

– İşi varmış, gitti, dedi.

Babamın işi varmış.

Gitmiş.


Mustafa Kutlu, Yeni Şafak, 15.12.2021

15 Aralık 2021 Çarşamba

alçıdan heykel




Tanıştığım günden beri enginle
Bir taşın üstünde hayâle daldım.
Bulacaksın koymuş gibi elinle,
Ben nerde doğmuşsam o yerde kaldım.

Kimi esti başucumdan yel gibi,
Kimi sızdı bir toprağa sel gibi...
Yalnız ben, alçıdan bir heykel gibi,
Sonsuzluğu dinlemekten tad aldım.

Ses topladım, renk topladım derinden,
Geniş his ve hayâl bahçelerinden...
Fakat artık en görünmez yerinden,
Yaralanmış bir kap gibi boşaldım.

Faruk Nafiz Çamlıbel



3 Aralık 2021 Cuma

avcı

                               


Kalbim, bu sessiz sonbaharda
Bugünkü atlaslara inanma sakın
Düz bir tepsidir dünya
Yolun sonuna ulaştın artık
Güzel bir durum kıyısındasın.

Bir kırmızı fenersin bir hayli dokunaklı
Uzayan kar tipisi altında
Kalbim, dağların kaybolmuş senin
Kurtlar falan inmiştir bembeyaz ovalara
Bir ağlayışı sustuğun belli
Şarkılarını söylerken

Kalbim, göller bölgesindesin
Ne olur gölgeli yollardan yürü
Başında bir şapka güneşten sakın
Gözlerinden okuyorum acını
Bir aile yangınında testilerin kırılmış
Kavrulmuş gitmiş sanki çocukların

Kalbim benden hatırlısın bilgeler arasında
Avcısın, çünkü bir orman içindesin
Sulardan içiyorsun, meyvelerden yiyorsun
Tırmanmak istiyorsun bir tepe daha
Güleçsin nedense bir çocuk gibi
Köpeğine gençliğini anlatıyorsun

Güneş bir portakal çığlığıyla battı
Tutukluk yapıyor kırma tüfeğin
Derme çatma kulübenden uzaksın
Kalbim bir telgraf çek kendi kendine
Seni bekliyor son yolculuğun
Tenha bir istasyonda

İlk karakola teslim ol ya da
Köpeği bir dostuna emanet bırak
Ormanda bir köşeye göm fişeklerini
Anıları bir müzeye gönder istersen
Bunca yıl yaşadın yakalanmadın
Güzel suçlar işledin bir tarih oldun artık
Eğer bana sorulacak olursa.

Her hüznü her sevgiyi ayakta alkışladın
Gül kökünden bir pipo
Bir yasemin ağızlık
Yadigar kalsın bezirganbaşı
Tüm avcılara yadigâr kalsın.


Ergin Günçe