23 Şubat 2023 Perşembe

DENİZLER YÜKSELDİĞİ ZAMAN


"Sanki daha önce hiç kullanılmamış, anlamı olmayan kelimelerle doluydu ve onlara ruhundan bir parça üfleyip onları var etmek ve herkesin bu kelimelere baktığında kendisini görmesini istemekle doluydu. Yalnızken seyrettiği yağmurlar, akşam olurken gökyüzü, bir adamın yüzü, küçük bir hadise, duyduğu bir söz, güldüğü bir espri, tarlalar mesela, kır kahvesi, otobüs durakları, kâğıt kokuları, domatesler, hatırasız yaz vakitleri, mısralar, bir yazarın resminden ona görünen, saçlarına bakıp sustuğu kızlar, balkonda içtiği sigaralar, bazı yalnız ağaçlar, yol kenarındaki avlular, yazamadığı ama içinde durmadan konuşan hikâyeler, patates soyarken fark ettiği, depresyonda kurduğu cümleler ve her şey bir başkasına ve önce kendine yeni baştan anlatılmalıydı. Solgun bir hatıranın gölgesiyle konuşurdu ve o konuşurken hayat gözümüzden düşerdi. Kalplerimizin köşesinde saklı kalan unutulan ne varsa ortaya çıkardı. Bir kalbimiz olduğunu hatırlatırdı bize. Başka bir hayatta yaşıyor ve yaşamıyor gibi konuşurdu."




14 Şubat 2023 Salı

"solgun bir gül oluyor dokununca"


İstanbul’a gelişimin üzerinden yirmi iki yıl geçti. Bir taşralı olarak yerleştiğim bu şehri geçen zaman içinde tanımaya çabaladım. İstanbul kendini kolay ele veren bir şehir değildi ve zor oldu bu iş. Zor, çünkü “İstanbul kimliği” artık çok derinlerde bulunuyor. Elmasın parıltısını yakalamanız için madenin üzerini kaplayan kalın çamur tabakasını sıyırmanız gerekiyor.

Ben mekân ve eşya ile bağlantısı derin olan bir kimseyim. Oturduğum şehri, geçtiğim sokakları, binaları, ağaçları, insanları tanımak; onlarla ünsiyet kurmak isterim. Yoksa çekeceğim yabancılık beni boğar. Elbette ki benim mekâna, mekânın da bana katkıları olacaktır. Oysa İstanbul’u istila eden taşralılar bu şehri tanımaya pek gayret göstermiyorlar, iki unsur birbirine yabancı, birbirine küs ömür tüketiyor. Aslında tükenen şehrin kendisi. İstanbul’dan, gerçek İstanbul’dan arta kalan şeyler.

Onlar işte; her dokunuşta solgun bir gül oluyorlar. Artık evlerin önlerinde, balkonların kenarında ahşaba tırmanan mor salkımları göremiyorsunuz. Mesela Beyazıt Meydanı’nda şimdilerde Hat Sanatları Müzesi olan o güzelim medresenin batı duvarına yaslanan bir erguvan ağacı ansızın bir kolunu kaybediyor. Bir çeşmenin ayna taşı bir gece bilinmeyen bir yolculuğa çıkıyor. Belki o gece içine artık baykuşlar tünemiş bir ahşap yalı yine bilinmeyen sebeplerle yanıveriyor.

Aslında biz taşralılar İstanbul’un kalıntısı ile karşılaştık. Çünkü şehir en azından elli yıldan bu yana insafsızca delik deşik edildi. Kaldıramayacağı kadar nüfusu taşımaya mahkûm oldu. Ve sonunda hüzünle başını öne eğerek teslim bayrağını çekti.




Müstevliler sur içinden taştı, sur dışını mücavir alanları da mülklerine kattılar. Yetmedi, tepelere tırmanıp bayraklarını diktiler. Şehrin suyu, havası, ağacı, toprağı, çiçeği, böceği ayaklar altında kaldı ve ezildi.

Kitaplardan ve eski insanlardan okuyup dinlediğimize göre, çok değil elli sene önce, İstanbul ahalisi sebzesini ve meyvesini kendi bahçesinde üretiyormuş. İstanbul yeşillikler içinde bir cennet misali imiş. Zaten yabancı seyyahlar da onun bu tabiatla barışık yapısına hayran olmuşlardır.

Yapılan binalar, evler, hanlar, çeşmeler, köşkler, yalılar, sokaklar esas itibarı ile tabiatla uyum gözetilerek vücut bulmuş. Şimdilerde her nasılsa bir köşeye sıkışıp kalmış bazı avuç içi kadar mekânlarda, meselâ bir Galata Mevlevihanesi avlusunda, Kandilli’de iskeleden tepeye doğru kıvrılan sokağın başında, Rumelihisarı önlerinde, Boyacıköy’ün arka sokaklarında, Aziz Mahmud Hüdaî Dergâhı basamaklarında bu uyumun neşrettiği musıkiyi hâlâ duyabilirsiniz. İstanbul ne yazık ki, modernleşme döneminde şanına layık bir imar hareketine, bir plan uygulamasına sahne olamadı. Yapılan iş onu parselleyip satışa çıkarmak olmuştur.

Şehrin varsa eğer şimdilerde bir kimliği, onu ecdadın tepelere kondurduğu selatin camilere borçluyuz. İslâm şehirlerinin camiyi merkez alan dokusuna borçluyuz. Hâlâ servilerin salındığı yeşil kalan tek unsur mezarlıklara borçluyuz.

Yeryüzünde hiçbir şey baki değil. Geleneğin teşekkülünde ve zaman içindeki işlevinde de betonlaşma, donup kalma yok. Her yeni nesil onu yeniden üretebilmeli ki, gelenek feyizli akışına devam etsin.

Yani Fuzulî’den sonra, Bakî ve Hayalî, Nedim’den sonra Şeyh Galib gelebilsin. İstanbul bütün örselenmişliğine, hoyratça tahribine rağmen kendisine saygı ve şefkatle yaklaşanlara sırlarını ifşa edebilir. Bu şehri sadece modern iktisat ve ticaretin emrine verirseniz az zamanda sükût eder. Onun harcında inanç, ahlâk, ilim ve kültür var.

Mekân bize halim olmayı, feragat ve merhameti, hizmet ve hürmeti telkin eder. Had ve hak duygusunu getirir. Mimarideki standartlar bunun için önemlidir. Bir pencerenin nereye konulacağı ve hangi ölçülerde olacağı bir medeniyetin asırlık tecrübesinin sonucudur. Yoksa camından baktığınız pencereden görünecek manzara hiç de iç açıcı olmaz.

Ben Balat sahillerinde, Çıksalın’da, İcadiye’de, Eğrikapı surlarında ve Merkezefendi’de dolaşırken içimde hep hasret burcundan seslenen bir ilahiyi gezdiriyorum:

“Göçtü kervan kaldık dağlar başında.”






Mustafa KUTLU
Temmuz, 1994

bu toprağın renkleri, kokuları...

                                   


Türkiye denilince önce başak sarısı, ardından çini mavisi geliyor. Ekinci ve akıncı olan cetlerimiz, ayak bastıkları toprağı boş bırakmadı. Kolonizatör Türk dervişleri, kurdukları zaviyelerin etrafını şenlendirdiler. Her yan baharda bir yeşil ekin denizi olup çıktı. Rüzgâr gelincik kırmızısı, papatya sarısı ve turuncu dağ lâlelerinin üzerinden geçerken en güzel türkülerini söyledi.


Üzerinden gün eksilmeyen Anadolu bozkırları, başaklar olgunlaştıkça, otlar sarardıkça sarının bütün tonlarını parlatmaya başladı.

Meşeler göverdi, salkım söğütler yeşil-ipek saçlarını durgun akan ırmaklar üzerine bıraktı. Sürülen tarlalardan fışkıran kahverengi, yeşil çayırlar ve sarı buğday tarlaları ile bütün bir yaz Van Gogh tabloları oluşturdu. Sonsuza açılan pırıl pırıl mavi gök ve üç yanımızı çevirerek enginle kucaklaşan denizler dünyamıza maviyi armağan etti. Her iki unsurun sonsuzluk çağrışımı mabetlerimizi maviye boyadı. O kadar güçlü bir mühür olmuş ki bu mavi, sonunda Türk Mavisi (Turkuvaz) olarak anılmaya başladı.

Horasan erenleri, o bölgelerden gelirken, bu mavinin cetlerini birlikte getirmişlerdi zaten. Anadolu onu bir başka işledi, Boğazın firuze rengini kattı ona, Kütahya’nın, İznik’in havasını, toprağını, suyunu kattı: Mevlâna’yı, Yunus’u, Hacı Bayram Veli’yi karıştırdı.

Böylece Sultanahmet Camii “Mavi Cami” diye şöhret buldu, türbeler, camiler mavi ağırlıklı çinilerle bezendi. Beyazın ve mavinin hakimiyeti içinde yine bize has bir kırmızının, narçiçeği ile gelincik arası bir kırmızının özellikle benekler hâlinde kullanıldığını gördük. Onun ardından lacivert geliverdi. Bu elbette yıldızlarını yere indiren bozkır gecesinin laciverdi idi. İstanbul lâlelerinin ve bayrağın kırmızısı çerçeveyi tamamladı.

Çerçeve çınarın, ıhlamur ve kestane yaprağının, Karadeniz ve Bolu ormanlarının, tere, nane ve maydanozun, cennet sembolü yeşilin kollarına bırakıldı. Bütün bu ana renkler ara renkler ile zenginleştirildi. Çividî, tahinî, kurşunî, ebrulî, limon küfü, toz pembe vb… Üstat Ahmet Rasim bu asrın başında Galata Köprüsü üzerinde gelip geçen hanımların çarşaf, ferace, yaşmak renklerini sayarken yirminin üzerinde renk kullanıyor. Bu renkler her bahar leylak kokuları, sümbül kokuları ile tarazlandı. Ardından güller açtı, Isparta’dan Artvin’e kadar. Yağmurun çiselediği akşam saatlerinde uzaktan uzağa iğde kokuları duyuldu.

Taze sağılmış süt, yeni biçilmiş çimen, dalından koparılan kayısı ve bütün bir kış sokakları dolduran portakal-limon kokuları bizi sarıp sarmaladı. Mısır Çarşısı’ndan, Çemberlitaş baharatçılarından türlü baharat kokuları yayıldı. Bütün şark dünyasının efsunlu masalları, bu kokularla birlikte, kış geceleri mangal başında patlayan mısır kokusuna, közde patates buğusuna karıştı. Bütün bu renkler, kokular, sesler ve görüntüler nerede?


Mustafa KUTLU

13 Şubat 2023 Pazartesi

okul ve ağaç

                             


Orta birden ikiye geçtiğimiz yıldı galiba. Erzincan Lisesi’nin inşaatı bitince eski okulumuzdan yeni binaya taşındık. Binanın etrafı hâliyle inşaat artıkları, molozlar ile kaplıydı. Elimizde kazma, kürek, oldukça geniş bir arsaya kurulu mektebimizin bahçesini temizleyip düzeltmeye başladık. Başımızda bazen beden eğitimi öğretmeni, bazen tarım öğretmeni bulunurdu.

O yıllarda orta öğretimde “tarım dersleri” vardı. Hey gidi günler, Türkiye nereden nereye geldi. Bütün güz, bütün okul, bu derslerde bahçeyi düzeltmekle uğraştık; sonunda her şey mis gibi oldu. O yıllarda iklim değişiklikleri, küresel ısınma gibi meseleler yoktu.

Kar kasım sonu, aralık başında düşmeye başlar; bütün bir kış durmaksızın yağardı. Manavlarda hormonlu sera sebzeleri bulunmaz, her meyve ve sebze mevsiminde yenirdi. Kar ancak şubat sonu kalkar, soğuklar mart ortalarına kadar devam ederdi. Sonra hepimizin bildiği gibi Nevruz çıkardı. Nevruz çıktı mı bahar geldi demekti. Biz o zaman yine aynı öğretmenlerin nezaretinde kazmayı küreği kaptık.

Bu defa okulumuzun bahçesini ağaçlandırmaya giriştik. Çayırlık alanlar, çiçek tarhları, yürüyüş yolları belirlendi. Erzincan denince şu tanıtım cümlesi akla gelir: “Etrafı dağlık, ortası bağlık”. Gerçekten de Doğu Anadolu’da bulunmasına rağmen çok mümbit bir ovadır. Ağacı bu yıl dik, gelecek yıl meyve verir. Toprak ekime-dikime hazır olunca fidanlar geldi.

Çam, mazı, karaağaç, dişbudak, servi, kavak gibi meyvesizler yanında; kayısı, dut, şeftali, kiraz, vişne vb. gibi meyve fidanları da gelmişti. Meyve fidanları talebenin giremeyeceği, idarenin gözetiminde bulunan bir bölgeye dikildi. Ötekiler gerekli yerlere gerektiği biçimde yerleştirildi.

Sınıfımız çamların olduğu yöne bakıyor ve ben cam kenarında oturuyordum. Ara sıra camdan dışarı bakar elimizle diktiğimiz bir karış boyundaki çamların ne kadar zamanda büyüyeceğini hayal ederdim. (Şimdi memlekete gittiğimde ağaçlar arasında kaybolan okulumuzu görünce içim bir tuhaf oluyor.) Lisede idarecilik yapan bütün kadrolar iyi-kötü bu bahçeyi muhafaza etti. Diktiğimiz fidanlar büyüdü, meyvelerden tatmak için, gece yarılarından sonra bu ağaçlara daldığımızı da hatırlıyorum.

Tabii artık yaşımız ilerlemiş, delikanlı çağına girmiştik. Biz o bahçede bütün tahsil hayatımız boyunca mevsimleri günbegün yaşadık. Sararan yaprakların hazin dökülüşünü izledik. Sonra tabiatın uyanışını, tomurcuğun patlayışını, bir erik fidanının çılgın beyazlara bürünüşünü gördük. Sakaların, serçelerin, kargaların, güvercin ve kumruların seslerini dinledik. Tabiatı ve ağacı sevdik; okulumuzu-arkadaşlarımızı sevdik. İçimizde bir güzellik duygusu kökleşti. Tabiatla düşman değil arkadaş olmuştuk. Bizim için “Çimlere basmayınız, çiçekleri koparmayınız” yazıları gerekmiyordu. Şimdi yapılan okulların (bilhassa şehirlerde) yarısının bahçesinde ağaç yok. Çocuklar beton zeminde koşturuyor, asfaltlarda top oynuyor.

Bir tomurcuğun nasıl gelişip patladığını, hayatın ritmini göremiyor. Bu çocuklara nazarî olarak ağaç sevgisi aşılamak zordur. Ancak idareciler MEB’in bir genelgesi ile topyekûn bir kampanya başlatabilir. Okulumuzu ağaçlandırıyoruz kampanyası öğrenciler vasıtası ile yürütülmelidir. Minik ellerin dikeceği fidanlar zamanla büyüyecek ve dallarına kuşlar konacaktır. O zaman serçe ile saksağanı ayıramayan nesiller yerine, toprağı ve tabiatı tanıyan, tanıdığı için seven, sevdiği için koruyan nesiller yetişebilir.

“Yeşili koru” lafı laf olarak kaldığı sürece boş bir sözden ibarettir. Türkiye ne çekiyorsa boş adamların boş sözlerinden çekiyor.

Mustafa Kutlu


1 Şubat 2023 Çarşamba

TRAMVAYA BAKIYORUM


               



 ....


Yeni bir şey mi söyleyeceğim?
Hayır !
Modernizmin yatağında sabahladık hepimiz
Aşktan mı söz edeceğim?
Hayır !
Aşk o adamların malı
Ölecek miyim sahip?
Hayır !
Denizin dibine doğru şiir gibi süzüleceksin

....