28 Şubat 2017 Salı

BAKIR TASLARI VE BÜYÜK TÜRK ŞİİRİNİ AYNI ANDA DÜŞÜNMEDİKÇE



"O zaman kadınlar gizliden göğüslerini ellediler.Güçlerinden gönendiler. Bu yetti onlara." 

O zaman av bitti,shf 81


sembolistler selâm vermiyorlar.


                         



"Arkadaşlar! Direktöre haber verin, ben artık şehir mektupçuluğundan istifa edeceğim; çünkü uğradığım şeylere tahammül edecek takatim kalmadı. Rumeli şimendiferlerinden 'aleyhimizde yazdın' diye bilet vermiyorlar. ... Karşı tramvaycılar beni görür görmez 'dolmuştur' levhasını asıyor. ... Evvelden veresi emniyet ederken şimdi Viktor Tring 'tring!' para diyor. Bakkal fitili almış, zimem defteri koltuğunda beni arıyor. ... Sucu, bulsa bir yudum boğacak. Ekmekçi tayını kesti. Sembolistler selâm vermiyorlar. ... Külhanbeyleri yolda rastgelince 'Adam aman zarım vay/Ne attımsa hepyek geldi bugün kırık zarım vay/Çok söyleme geçiyor gazeteye yazarım vay' diye mâni okuyorlar. Alınsam, marizleyecekler. ... Şehir mektubu yazacağım diye sürüm sürüm sürünüyorum; insaf edin, ben bu kadar şeye nasıl tahammül edeyim? ... Ben artık sabırdan yana sıfırı tükettim. ..."

[Ahmed Rasim, "Şehir Mektupları", s.453-6 /144. mektup]

25 Şubat 2017 Cumartesi

katil kim? / senem gezeroğlu





“İnsanın en büyük kişisel sorunu,
ölümü özünün kaybı olarak görmek.
Unutmak, yaşamın içinde yer alan
bir tür ölümdür zaten.”
(Milan Kundera)




Herhangi bir haziran ayının, herhangi bir cuma günü, herhangi bir akşam vakti, 14 yaşındaki ortaokul öğrencisi A.B. kendi evinde, kendi odasında, kendi yatağında ama başkalarının dünyasında ölü olarak bulunur. Filmi geriye saralım. Başkalarının dünyasında ölü bulunan A.B. kendini, kendi dünyasında öldüremeyecek kadar başkalarına bağlı bir genç kızdır. Bağımlıdır kısaca. Öyle eroin filan değil daha beteri, hayal bağımlısı. Günün belirsiz saatlerinde aşırı dozda hayal kurmadan duramaz mesela. Ama bu devirde hayal kurmak senin neyinedir. Bu cümle A.B.’nin iç sesidir. Ölmeden evvel içinden çok kere seslenmiştir: “sanki uzaya gidiiim diyorum, alt tarafı kafe açmak istiyorum ya, annemin adını verdiğim bi kafem olsun istiyorum, çok şey mi istiyorum” kabilinden cümlelerle kendi kendine içlenmiştir. Ancak bu gibi çıkışlar doktor olmasını isteyen babasına ve öğretmen olmasını isteyen üvey annesine pek de işlememiştir. Her şeye rağmen düzen işlemiştir. Sistem bunu gerektirir. A.B. sistemin uşağı olacağına kendi işinin efendisi olmak istemekte; başkalarının dünyalarından, arzularından, baskılarından kaçmak için kendini kek-pasta-börek yapımına vermektedir. Her akşam zamanının büyük dilimini mutfakta geçirir; değişik lezzetler ve sunumlar dener, tatlı tuzlu kurabiler pişirir, öz annesiyle yıllar önce beraber yaptıkları rengârenk pastaları hatırlar, hatırladıkça ağlar, Kadıköy’de annesinin evine yakın bir yerde kafeterya açma planı yapar, adını ceylan koyar, annesinin adı Ceylan’dır. Bu detay önemli midir, çok da değildir. Ama A.B. detaylarla süslediği pastalarının fotoğrafını çekip instagrama atar, annesini etiketler. Öz annesi sandığınız gibi ölmemiştir, sanmadığınız gibi de ölmemiştir, hasılı ölmemiştir, hayatın tam içindedir. Yeni evinde, yeni çocuğuyla, yeni bir dünyanın derdindedir. İkinci evliliğinden olan taze çocuğuyla uğraşırken A.B.’nin kurduğu bayat hayallerle çok da ilgilenebilecek durumda değildir ama olsun, bilse bile yeterlidir. A.B. böyle zamanlarda kendi içinden başkasının dışına doğru hayata kızar, küser, küfreder. Çantasına üzeri küfürlerle dolu ama “lanet olası sistem” diye çevirdiği tuhaf rozetlerden takar. Anlaşıldığı üzere İngilizcesi kötüdür. Edebiyatı da. Öğretmeni “Bilginin efendisi olmak için çalışmanın uşağı olmak gerekir” sözünü açıklayan bir kompozisyon yazmasını istediğinde efendi ve uşak kelimelerini kullanarak kendini, şekerden yapılmış kocaman pastanesinde çalışan pembe kuşaklı uşakların efendisi ve tabii ki biricik prensesi olarak anlatır. O sistemin uşağı olmayacaktır, o kendi sistemini kuracak, kendi dünyasında mutlu yaşayacaktır. Bu düşlerin etkisiyle A.B. yazısında bir dağ başını, ceylanların su içtiği pınarı, pınarın yanı başında çikolatalarla, şekerlerle süslenmiş kulübeye benzer kafeteryasını anlatır. Akabinde hiçbir noktalama işaretini yerinde kullanmadığından ve makale yerine masal yazdığından bir kere daha sıfır alır. O günün akşamında, yaptığı kurabiyelerin resmini çekerek ve #sizhiç #hayallerinizden #sıfıraldınızmı #benbikerealdım #köroldum diyerek instagramda paylaşır. Annesi görmez. A.B. bahsi geçen dönemin sonunda karnesine düşen kırıklardan daha çok kırılarak bir avuç dolusu hapla intihar eder. Haplar rengârenktir. Bu detay gereksizdir ama olsun, bazı gereksiz detaylar öykünün çatısı için önemlidir. Başkalarının çatısından atlayan ama kendi içine düşen A.B. bir kere daha müfredata aykırı düşerek boğulur. Bir ceylan böyle vurulur.

A: Teşbihte hata vardır
B: Hüsn-i talil (tahlil de olabilir)

Soru: “Ne zaman seni düşünsem bir ceylan su içmeye iner” dizesinde aşağıdaki söz sanatlarından hangisi vardır? (Aşağıdakiler yukarıdadır)

Herhangi bir mart ayının, herhangi bir pazar günü, herhangi bir akşam vakti, 18 yaşındaki lise son sınıf öğrencisi B.C. kendi evinde, kendi damında, kendi çatısında ama başkalarının dünyasında ölü olarak bulunur. Filmi geriye saralım. Başkalarının dünyasında ölü bulunan B.C. üniversite sınavlarına hazırlanan genç bir erkektir. Amcasının yanında kalmakta, kendini ara sıra sığıntı gibi hissetse de aynı zamanda bir yadigâr olduğunu da unutmamaktadır. Polis olan babası, yine polis olan amcasıyla birlikte doğu görevini bitirmek üzereyken PKK denen terör örgütünün karakola saldırısı sonucu şehit düşmüştür. Amcasının kollarında can veren babasının son sözleri ise “Oğlum sana emanet, okut, bizim gibi polis…” olmuştur. Olsun mu olmasın mı diye günlerce düşünen, kaderin bir kelimeye getirilen olumsuzluk ekiyle değişebileceğine ve sözün gücüne iman eden amcası, rahmetli polisliği severdi hem şehitlik az şey mi diyerekten yemez, içmez, gezmez, ağlamaz, gülmez sırf bu son istek uğruna yeğenini okutur. B.C. de hem bu vasiyetin hem de bu vaziyetin altında gün be gün ezilerek ama babasının meşalesini devralacak olmanın ümidiyle emek vererek, meşale yerine kalemleri kemirerek, kendini soru bankasına havale ederek, yer yer havale geçirerek, asla ölmeyerek ama zaman zaman şıklara gömülerek, test çözerek, çözülerek, düğümlenerek, eğilerek, bükülerek, büzülerek ders çalışır. Güvercin besler arada. Evlerinin çatı katında. Uçurur. Uçakları güvercinlerle vurur. Yerin yedi kat üstünde değil göğün yedi kat dibinde durur da ne zaman bir uçak geçse yıllar önceki o saldırıyı, o andan sonra havalanan toz bulutlarını, bulutların arasından bölgeye akın eden F-16’ları hatırlayıp tam kalbinden değil tam beyninden vurulur. Hatırlamak beyninden vurulmuşa dönmenin ve beyninden vuruldukça ölmemenin bir diğer adıdır çünkü. Ama B.C. sırf bu acıyı bir daha yaşamamak için, babasının son isteğini yerine getirmek için, damarlarında deli gibi özgürlük ve intikam dolaştığı için, hiç kimseye ve hiçbir sisteme uşaklık yapamayacağı için ve hatta onları da bambaşka güçlerin uşağı gördüğü için, bayrağını vatanın her köşesinde dalgalandırabilmek için. Dalgalanmak ve kanatlanmak için YGS’ye ihtiyacı olmadığını bilse de, o engeli de aşabileceğine inandığı için, için için, içten içe, gündüz gece, her saniye polis olma düşleri kurar. Böyle düşler kurar ama düş kurmak senin neyinedir. Bu cümle B.C.’nin iç sesidir. Ama o, iç sesine kulak asmadan çalışır, çok çalışır, deli gibi çalışır, uşak olmamak için çalışır, uçaklar vurmasın diye çalışır. Sonra bir Pazar günü, heyecandan adını bile unutan B.C.’nin kalbine ÖSYM’nin verdiği rengârenk şekerler saplanır. Bu detay gereksizdir ama olsun, bazı gereksiz detaylar öykünün çatısı için önemlidir. Sınav boyunca soru gibi değil boru gibi tam seksen tane F-16’ya maruz kalan B.C. o günün akşamında, çatı katında, güvercinlerinin yanı başında, babasının vasiyetini defalarca hatırlayıp defalarca beyninden vurulmuşa döner de amcasının silahını tam beynine dayayarak intihar eder. Bir kuş böyle vurulur.

Soru: Yukarıdakilerin hangisinde kuşların sindirim sitemiyle ilgili verilen bilgilerden biri yanlıştır? (Yukarıdakiler soldadır)

B: Ah beni vursalar bir kuş yerine                 
C: Kloak, idrarla dışkının birlikte dışarı atıldığı bir açıklığın adıdır.

Herhangi bir ağustos ayının, herhangi bir pazartesi günü, herhangi bir akşam vakti, 28 yaşındaki C.D. kendi evinde, kendi apartmanında, kendi boşluğunda ama başkalarının dünyasında ölü olarak bulunur. Filmi geriye saralım. Başkalarının dünyasında ölü bulunan C.D. dört yıl önce bir eğitim fakültesinin matematik bölümünden mezun olmuş ama bir türlü atanamamış genç bir adamdır. Değişen sistemler, atama kriterleri ve tarihleri, kopyalar, skandallar, sıralamalar, standart sapmalar, yoldan sapmalar ve birtakım saçmalıklar derken her atama dönemini başarıyla kaçırmış; buna rağmen yılmamış, yıkılmamış, kendini davasına ve sevdasına adamış bir öğretmen adayıdır. Davasına göre o, farklı bir öğretmen olacak, ideallerini yaşatacak, sınıfını hayallerle donatacak, asla ama asla bu maddeleşmiş sistemin uşağı olmayacaktır. Çünkü sistemin kendisi de bir uşaktır ve C.D. uşağa uşaklık yapamayacak kadar onurlu bir adamdır. Bu onurla apartmanın maddi durumu iyi olmayan ama kalbi durumuyla tüm insanlığa fark atan çocuklarına ders vermekte; zaman zaman da köklü, üslü, örüntülü ifadelerin arasına gerçek ve reel bir nişan koyup nişanlısını düşünmektedir. Onunla evleneceği günü, kır düğününü, binecekleri atın tüyünü, tüyün bile yükünü düşlemektedir. Düşlemektedir de bu şartlarda düş kurmak senin neyinedir. Bu cümle C.D.’nin iç sesidir. Ama gerek içte gerekse dışta duyulan tüm sesler seferber olmuş, C.D.’nin nasıl bir hayat yaşaması gerektiği üzerine kafa yormuştur. Eve gelen hanım teyzelerden, sokakta karşılaşılan amcalara, dayılara, abilere ve türevlerine varasıya dek herkes “Senin de yaşın geldi, ufukta düğün yok mu, bi atanaydın gerisi kolay tabii, ee bu sene KPSS de kolaymış, alımlar çokmuş, otuz bin diyolardı ya haberlerde, senin puanın kaçtı, her yıl bi sürü adam alıyolar ya canım, çalışmıyon mu sen, ne barajı, ne branşı, ne sıralaması, hımmm hayırlısı canım, nasip tabii, kısmet bu işler” cinsinden ifadelerle C.D.’nin içinde coşan atlara, içine koşan atlara, şahlanarak kalbi atan ama puanı tutmayan atlara kurşun sıkarlar. Atanamayan değil başkaları tarafından atanmayan atları urganlarla, halatlarla, atları yine atlarla boğarlar. C.D. mahallenin baskısını askıya alır, sabreder. Toplumun ve sistemin uşağı olmamak için sebat eder. İçine atar ama kafasından atamaz, zira kafası atsa, sisteme kafa tutsa bu sefer sistem onu atamaz. Öğretmen olarak. Süreç öyle işler. Atamaların olduğu akşam C.D. çoktan seçmeli bir hayatın apartman boşluğundaki demir askısına takılarak hiç yoktan düşmeli bir iple kendi içine düşer. İp rengârenktir. Bu detay gereksizdir ama olsun, bazı gereksiz detaylar öykünün çatısı için önemlidir. Çatıdan apartman boşluğuna kaçan bir topla, hem de ders verdiği çocuklardan birinin çığlığıyla fark edilen C.D. yelelerinden asılmış bir problem gibi kara duvarda durur. Bir at böyle vurulur.

Soru: Çocukluğunda at çiftliğinde oynarken bir atın tekmelemesi sonucu ayağı kırılan kişinin büyüyünce bütün tüylü hayvanlardan korkması klasik koşullanmada hangi ilke ile açıklanır? (Şıklar her yerde olabilir ki bu da çok şıktır)

C: Ayırt etme
D: Genelleme ya da Allah topunuzun belasını versin

Yılın bazı aylarında, bazı sınavlar sonrasında, Türkiye’de pek şık ve rengârenk ölümler olur. Unutulur. Başkalarının dünyasında yaşamaya devam edenler ise gömülmeden yaşayan azınlıklı çoğunluktur. Onlar her sınav döneminde, toplum içinde ama kendilerinin dışında dönen bir sistemin dişlisinde A.B.C.D.E serisinde, seri hâlde unutulur. Unutmak da bir tür ölümdür. Kimi kendini kimi başkasını öldürür. Ve bu seri cinayetler öyle aleni işlenir ki kimse merak edip de sormaz: Peki katil kim?
E: Uşak.


itibar 64, ocak 2106



22 Şubat 2017 Çarşamba

sinbad’ı sevmek , Ahmet Murat


bir halk kahramanı değilsin, bir öğrenci lideri
değilsin bilginlerin övüncü ve şairler prensi
olmadın yedi deniz boyunca gezsen de
balıkbilimde ve coğrafyada ileri

kahramanca değil arap kılıcın belki çapkınca
biçerken bir su canavarını verevine
ne gözü yaşlı kadınlar terk ettin limanlarda
ne de bir münazara bıraktın ilm-i burhan üstüne geride

baharat kokuları alsa da dinleyenler seni
bir edip değildin anarken Seylan’ı, Serendib’i
sakalından hiç kan damladı hiç gülyağı
gelsin diye beklemedi orduların zarif yelkenli gemini

neyi aradın kim bilebilir gençliğine ziynet
hangi çağrıyı gövertti içinde kısa olgunluk çağın
yüzeyseldi duyuşun, anılarla baş edişin
yüce bir sebep aramadım yine de seni sevmeye


20 Şubat 2017 Pazartesi

çevengur'dan bir nüsha

                                  

  Eski taşra şehirleri viran ormanlıklarla bitişiktir. İnsanlar tabiatın içinden çıktıkları gibi yaşamaya gelirler buralara. İşte keskin gözleri ve insanın içini burkacak denli bitap yüzüyle bir adam çıkagelmişti böyle bir yere; her şeyi onarıp donatma becerisine sahipti, oysa kendi hayatını donatısız yaşıyordu. Tavadan çalar saate kadar her tür alet bu adamın elinden muhakkak geçmişti.
  Kunduraya yeni taban çakmaya da, kurt saçması(1) dökmeye de, eskinin köy panayırlarında satılmak üzere sahte madalya basmaya da hayır demezdi. Kendisine ise hiçbir zaman hiçbir şey yapmamıştı – ne bir aile, ne bir ev. Yazları tabiatın içinde yaşayıp giderdi, aletlerini bir çuvala kor, çuvalı da yastık yapardı – yumuşak olsun diye değil, alet emniyette olsun diye. Erken sabah güneşinden korunsun diye gözlerinin üzerine dulavratotu koyardı akşamdan. Kışları ise, yazın kazandığından artanlarla geçinir, geceleri kilise çanını çalar ve böylece dairesini kiraladığı kilise bekçisiyle hesaplaşmış olurdu. Çeşitli aletler dışında hiçbir şey fazlaca ilgisini çekmezdi – ne insanlar, ne tabiat. Bu yüzden insanlara ve tarlalara kayıtsız bir şefkatle, çıkarlarına kastetmeden yaklaşırdı. Kış akşamları bazen gereksiz eşyalar da yapardı: telden kuleler, sacdan gemiler, kâğıttan zeplinler ve benzerleri, sırf kendi zevki için. Tesadüfen gelen bir siparişi geciktirdiği de olurdu sıkça; örneğin yeni çember geçirmesi için bir fıçı getirirlerdi, o ise, kurulmaksızın, sırf dünyanın dönmesi sayesinde çalışacağını düşündüğü ahşap bir saat yapmakla uğraşırdı.
  Kilise bekçisi böyle bedava işlerden hoşlanmıyordu.
  “Yaşlılığında dilenmen gerekecek, Zahar Palıç!(2) Fıçı kaç gün oldu bekliyor, sense kim bilir ne demeye tahta parçasıyla toprağı kurcalıyorsun.”
  Zahar Pavloviç susuyordu: Orman sakinleri için ormanın gürültüsü neyse, kendisi için de insan sözü oydu – duymazdı onu. Bekçi dalgasını geçiyor ve izlemeyi sürdürüyordu; ayinlerin sıklığından ötürü tanrı inancını yitirmişti, ama Zahar Pavloviç’in başaramayacağını kesin olarak biliyordu: İnsanlar ta ne zamandır yaşıyorlardı dünyada, icat etmedikleri bir şey kalmamıştı. Zahar Pavloviç ise aksine inanıyordu: El değmemiş bir hammadde kaldığı sürece insanlar hiç de her şeyi icat etmiş sayılmazlardı.
  Her beş yılda bir kıtlık nedeniyle köyün yarısı madenlere ve şehirlere göçer, yarısı ise ormanlara dadanırdı. Orman açıklıklarında yağışsız senelerde bile iyi ot, sebze ve tahıl yetiştiği eskiden beri bilinirdi. Nüfusun köyde kalan yarısı, açgözlü seyyahların yeşilliği bir çırpıda yağmalamasını önlemek için bu açıklıklara saldırırdı. Gel gör ki bu kez kuraklık bir sonraki yıl da tekrar etmişti. Köylüler damlarını kapayıp iki kol halinde anayola düzülmüştü; kollardan biri dilencilik etmek için Kiev’e, diğeri geçici işler bulmak için Lugansk’a yollanmıştı. Kimileri ise ormana ve yabani ot bürümüş hendeklere dönüp çiğ ot, kil ve kabuk yemeye başlamış, vahşileşmişti. Gidenlerin neredeyse hepsi yetişkinlerdi, çocuklar kendiliklerinden ölmüş ya da dilenmek üzere dağılmışlardı. Emzikli anneler memedeki çocukları doyurasıya emzirmeyip yavaş yavaş dermandan kesiyordu.
  İhtiyar bir kadın vardı, İgnatyevna, küçüklerin açlığına bir çare biliyordu: Onun verdiği mantar suyuna banılmış tatlı otu yiyen çocuklar, dudaklarında kuru köpük, huzur içinde susuyorlardı. Anne, çocuğunu yaşlanmış, kırışık alnından öpüyor ve fısıldıyordu:
  “İşte çilen doldu yavrucuğum. Şükürler olsun sana Tanrım!”
  İgnatyevna da oracıkta dikiliyordu:
“Öbür dünyada şimdi yavrucak: Şuna baksana canlıdan da rahat yatıyor, cennette gümüşi rüzgârları dinliyordur…”
  Anne, çocuğunu hayran hayran izliyor, kederli yazgısının çözüldüğüne inanıyordu.
  “Al eski eteğim senin olsun, İgnatyevna, verecek başka şeyim yok. Sağ olasın.”
  İgnatyevna eteği ışığa tutuyor ve şöyle diyordu:
  “Ağla sen biraz, Mitrevna: Ağlaman icap eder. Ama eteğin pek eski püskü; bir mendilceğiz ekleyivereydin ya da ütüceğizini armağan edeydin yanında…”
  Zahar Pavloviç köyde yalnız kalmış, insansızlık hoşuna gitmişti. Fakat daha çok ormanda, topraktan bir damda yersiz yurtsuz bir köylüyle birlikte yaşıyordu; bu adamın, faydalarını önceden öğrendiği otları kaynatıp içiyorlardı.
Zahar Pavloviç açlığını unutmak için her an çalışıyordu, eskiden metalden yaptığı şeylerin aynılarını ahşaptan yapmaya alışmıştı. Yersiz yurtsuz ise ömrü boyunca bir şey yapmış değildi, şimdi artık hiç yapmazdı. Elli yaşına kadar çevresinde neyin nasıl olduğunu izlemekle yetinmiş, bu genel kargaşadan nihayetinde doğacak şeyi beklemişti. Dünyanın sakinleşip aydınlanmasının ardından hemen harekete geçebilirdi; hayatın müptelası sayılmazdı, ne bir kadınla evliliğe, ne topluma faydalı herhangi bir amele gitmişti eli. Doğduğunda bir şaşırmış ve ihtiyarlayana dek de öylece yaşayıp gitmişti, genç görünümlü yüzünde mavi gözleriyle. Zahar Pavloviç’in meşeden tava yaptığını gördüğünde hayret etmişti, zira bu tavada nasılsa hiçbir şey kızartılamazdı. Oysaki Zahar Pavloviç ahşap tavaya su dökmüş, kısık ateşte kaynamasını sağlamış, tava da yanmamıştı. Yersiz yurtsuz şaşkınlıktan donakalmıştı:
“Muazzam bir iş. Gel de her şeyi öğren öğrenebilirsen, a kardeş!..”
  Herkesçe malum olan sarsıcı gizler elini kolunu çözüveriyordu böyle yersiz yurtsuzun. Bir kere olsun kimse bu adama olayların basitliğini açıklamamıştı; belki de kendisi büsbütün kalın kafalıydı. Tevekkeli değil Zahar Pavloviç kendisine rüzgârın neden yerinde durmayıp estiğini açıklamaya çalıştığında yersiz yurtsuz daha da şaşırmış, rüzgârın kendisini gayet net hissedebilmesine rağmen hiçbir şey anlamamıştı.
  “Hadi canım? Ne diyorsun sen! Demek güneş kızıyor da ondan ha? Hoş şey vallahi!..”
  Zahar Pavloviç güneşin kızmasının hoş ya da nahoş bir şey olmadığını, anca ısının arttığını açıklamıştı ona.
  “Isı ha?!” demişti yersiz yurtsuz, şaşkın. “Cadıya bak sen cadıya!”
  Yersiz yurtsuzun şaşkınlığı bir nesneden diğerine atlayıp duruyordu, oysa bilincinde dönüşen bir şey yoktu. Akıl yerine güven dolu bir saygıyla yaşıyordu.
  Zahar Pavloviç yaz boyunca bildiği tüm eşyaların ahşaplarını yaptı. Taş dam ve bitişiğindeki arazi, Zahar Pavloviç’in teknik sanatının ürünleriyle donandı: tarım aletleri, makineler, araç gereç, gündelik ıvır zıvır – hepsi de olduğu gibi tahtadan. İçlerinde tabiatı tekrarlayan tek bir nesne dahi olmaması tuhaftı: ne bir at, ne bir kabak, ne de başka bir şey.
  Ağustosta yersiz yurtsuz gölgeye çekildi, karınüstü yattı ve şöyle dedi:
  “Zahar Pavloviç, ben ölüyorum, dün bir kertenkele yediydim… Sana iki mantar getirmiştim, kendime de kertenkeleyi kızartmıştım. Yukarılarıma biraz dulavratotu salla hele – rüzgârı seviyorum.”
  Zahar Pavloviç dulavratotunu salladı, su getirdi ve ölmekte olan adama içirdi.
  “Ölmeyeceksin ki. Sana öyle geliyor.”
  “Öleceğim, vallahi de öleceğim Zahar Pavlıç.” Yalan söylemeye korkuyordu yersiz yurtsuz. “İçim hiçbir şeyi tutmuyor, bir solucan yaşıyor orada, tekmil kanımı içti…”
  Yersiz yurtsuz sırtüstü döndü:
  “Ne dersin, korkayım mı, korkmayayım mı?”
  “Korkma,” diye yanıtladı Zahar Pavloviç. “Ben kendim de şuracıkta ölürdüm ama bilirsin ya, insan habire başka başka aletler yapmakla uğraşınca…”
  Yersiz yurtsuz bu merhamete sevinmişti; akşama doğru korkusuzca öldü. Zahar Pavloviç o sırada dereye yıkanmaya inmişti, döndüğünde yersiz yurtsuzu cansız buldu, kendi yeşil kusmuğuyla boğulmuştu. Kusmuk katı ve kuruydu, ağzının çevresine hamur gibi yayılmıştı, içinde ise beyaz, küçük kalibreli kurtlar faaliyet gösteriyordu.
  Geceleyin Zahar Pavloviç uyandı ve yağmuru dinledi: Nisan ayından beri yağan ikinci yağmurdu bu. “Yersiz yurtsuz görse nasıl da şaşırırdı,” diye düşündü. Oysaki yersiz yurtsuz gökten dümdüz inen akıntının karanlığında tek başına yatıyor ve sessizce şişiyordu.
  Uykulu, rüzgârsız yağmurun arasından boğuk ve üzgün bir sesin şarkısı işitildi; o kadar uzaktan geliyordu ki ses, herhalde şarkının söylendiği yerde yağmur yağmıyordu ve gündüzdü. Zahar Pavloviç yersiz yurtsuzu da, yağmuru da, açlığı da hemen unutup ayağa kalktı. Uzaklarda uğuldayan bir makineydi bu, canlı, çalışan bir lokomotif. Zahar Pavloviç dışarı çıktı, huzurlu bir yaşam ve dünyanın enginliği üzerine şarkısını söyleyen sıcak yağmurun ıslaklığında dikildi. Yağmurun şefkatiyle sarmalanmış karanlık ağaçlar yayılmış uyukluyorlardı; o kadar mutluydular ki, mayışıyor, rüzgâr hiç esmediği halde dallarını oynatıyorlardı.
  Zahar Pavloviç tabiatın hazzını fark etmedi, onu heyecanlandıran tanımadığı suskun lokomotifti. Tekrar yatarken ise şöyle düşündü: Yağmur – o bile faaliyet gösteriyor, bense uyuyorum ve boş yere saklanıyorum ormanda. Yersiz yurtsuz öldü işte, ben de öleceğim; o ömrü hayatında tek bir ürün vermiş değildi – habire bakınıyor, ayak uydurmaya çalışıyor, her şeye şaşırıyor ve her basitlikte hayrete şayan bir iş görüyordu. Bir şeye faydasının dokunduğu görülmemişti; ancak mantar koparmasını bilirdi, onu da zor bulurdu. Tabiatın hiçbir şeyini zedelemeden de ölüp gitti işte.
  Sabahleyin güneş gökte kocamandı ve orman gür sesiyle şarkı söylüyor, sabah rüzgârını iç yapraklarına sızdırıyordu. Zahar Pavloviç, sabahın kendisinden ziyade işçi değişimini fark etti: Yağmur toprakta uyumuş, yerini güneşe bırakmıştı; sonra güneşten telaşlı bir rüzgâr havalanmış, ağaçlar karman çorman olmuş, ot ve çalılar mırıldanmaya başlamıştı; gıdıklayıcı sıcağın uyandırdığı yağmur, yorgunluğunu çıkaramadan tekrar ayaklanmıştı, bedenini bulutlarda bir araya getiriyordu.
  Zahar Pavloviç ahşap aletlerini –sığdırabildiği kadarını– çuvalına koydu ve kadınların mantar patikasını takip ederek uzağa gitti. Yersiz yurtsuza bakmadı, ölüler alımsızdır zira. Ama Zahar Pavloviç’ in tanıdığı Mutevolu bir balıkçı vardı ki, önüne gelene ölümü sorar, merakından dertlenirdi; bu balıkçı her şeyden çok balığı severdi, yiyecek olarak değil de, ölümün sırrını şüphesiz bilen özel bir varlık olarak. Zahar Pavloviç’e ölü balıkların gözlerini gösterir ve şöyle derdi: “Bak – akıl deryası. Balık yaşamla ölüm arasında durur, o yüzden hem dilsizdir, hem de bakışı ifadesiz; bir danayı al misal, o bile düşünür, ama balık düşünmez – o her şeyi zaten bilir.” Seneler boyu gölü seyreyleyen balıkçı hep aynı şeyi düşünmüştü: ölümün ilginçliğini. Zahar Pavloviç onu caydırmaya çalışırdı: “Yok orada özel bir şey, daracık bir yer işte.” Bir sene sonra balıkçı dayanamadı ve kayıktan göle atladı, yanlışlıkla yüzmeye kalkışmayayım diye ayaklarını da iple bağlamıştı. Gizliden gizliye ölüme hiç inanmıyordu aslında, asıl istediği orada ne olduğunu görmek için şöyle bir bakıvermekti: Kim bilir belki köyde ya da göl kıyısında yaşamaktan çok daha eğlenceliydi; ölümü, gökyüzünün altındaki bir komşu vilayet gibi düşünüyordu, serin suyun dibindeki bir yer – ve meylediyordu ona. Ölümde yaşayıp da sonra geri dönme niyetini dinleyen kimi köylüler balıkçıyı caydırmaya çabalamışlardı, ama destekleyicileri de vardı: “Eh, denemekten zarar gelmez, Mitriy İvanoviç. Dene bakalım, sonra bize de anlatırsın.” Dmitriy İvanoviç denedi: Üç gün sonra çıkardılar onu gölden ve köy mezarlığındaki çitin yanına gömdüler.
  Şimdi Zahar Pavloviç mezarlığın önünden geçiyor, haç kalabalığı arasında balıkçının mezarını arıyordu. Balıkçının mezarında haç yoktu: Hiçbir yüreği üzmemişti ölümü, hiçbir dudak onu anmıyordu, çünkü o bir illetten değil, meraklı aklı yüzünden ölmüştü. Balıkçı geride bir eş de bırakmamıştı – duldu, küçük bir oğlu vardı, yabancıların yanında kalıyordu. Zahar Pavloviç cenazeye gelmiş, çocuğu da elinden tutup götürmüştü; nasıl da şefkatli, aklı başında bir çocuktu, annesine mi çekmiş babasına mı bilinmez. Şimdi neredeydi acaba bu çocuk? Herhalde bu açlık yıllarında ilk ölen o olmuştu, tamamen öksüzdü ne de olsa. Babasının tabutunun ardından acısız ve terbiyeli yürümüştü.
  “Zahar Amca, babam mahsus mu böyle yattı?”
“Mahsus değil, Saş,(3) aptallığından. Seni zarara sokmuş oldu şimdi. Bir daha uzun süre balık tutması gerekmeyecek.”
“Teyzeler ne diye ağlıyorlar peki?”
“Çünkü numaracılar!”
Notlar
(1) İnsan için öldürücü bir tür saçma. –ç.n. Yukarı
(2) Kahramanın baba adı Pavloviç’tir, roman boyunca değişik kahramanlarca farklı şekillerde telaffuz edilecektir. –ç.n. Yukarı
(3) Saşa ismi Aleksandr isminin kısaltılmışıdır. Saş, Saşa’nın daha kısa söylenmiş halidir. Bazı yerlerde Saşka kullanımını göreceğiz (Proşka’nın dilinden), biraz küçümseyici bir kullanımdır. –ç.n. Yukarı

andrey platonov

adamsın


19 Şubat 2017 Pazar

canım aliye, ruhum filiz


 "Sonra bana kendinden, her günkü hayatından, hislerinden bahseden uzun mektuplar yaz. Hemen yaz.

  Şiirlerimde de gördün ki kitaplara rağmen çok ıstırap çektim. Çünkü candan bir insanım yoktu. Sen benim yarım kalan tarafımı ikmal edeceksin. 

Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki burada her geçirdiğim gün beni biraz daha eritiyor. (Mamafih şikayetçi değilim, çünkü bu vesileyle zayıflıyorum.)

  Açıkça konuşmak icap ederse, yengemler bile, bütün iyi kalpliliklerine rağmen çok basittirler.

  Herkes beni keyfi yerinde, daima gülen biri sanır. İşte bunun için yazılarım çok dertlidir. Hayatımda gosteremedigim teessürümü yazılarımda gösteriyorum.

  Pek az misafirliğe gitmek ve pek az misafir çağırmak istiyorum.

  Hemen radyocuya git askere gideceğimi, bunun için taksitleri ödeyemeyeceğimi ve askerde iken icraya verse bile para alamayacağını söyle. İsterse radyoyu geri alsın. Peşin olarak verdiğimiz 30 liranın on lirasını da bağışlayalım. Anten de onların olsun.

  Sana iki teneke zeytinyağı gönderdim. Biri rafine, öteki Ayvalık.

  Miyop gözlerinden hasretle öperim sevgili kızım.

  ... fakat bir daha sakın öğretmenlerinden 'hınzır karı' diye bahsetme, doğru bir şey değil.

  Biz yüksek entelektüeller için değil, halk için bu gazeteyi çıkarıyoruz. Nitekim halk da bunu anlamakta kusur etmiyor. İlk nüshayı 6000 basmış idik,hepsi bitti. İkinciyi on bin bastık, o da bitti ve yetişmedi. Üçüncüyü 12.000 basacağız.

  Bu fena günlerde yalnız seni ve Filiz'i düşünerek kendime kuvvet veriyorum.

  İhtiyarlığımda çekilmez bir adam olacağım hakkındaki iltifatına teşekkür ederim. Ama bu tahminin doğru çıkmayacak sanırım. Çünkü ihtiyarlayacağımı kim söyledi? Hep genç kalacağım. 31.12. 1947"
  Son paragrafı ölümünden 3 ay evvel yazmış, son bir kaç mektubundan biri. En sevdiğim cümlelerinden biri. Ve öyle de oldu. Her anlamda hep genç kaldı.

"HEP GENÇ KALACAĞIM "

16 Şubat 2017 Perşembe

balkon

Çocuk düşerse ölür çünkü balkon
Ölümün cesur körfezidir evlerde
Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların
Anneler anneler elleri balkonların demirinde

İçimde ve evlerde balkon
Bir tabut kadar yer tutar
Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen
Şezlongunuza uzanın ölü

Gelecek zamanlarda
Ölüleri balkonlara gömecekler
İnsan rahat etmeyecek
Öldükten sonra da

Bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarların


Sezai Karakoç
1957

gazel / cemal süreya







Ben nice gözle nice denizle nice gazelle
Rimle gördüm rimle bildim rimle yaşadım seni

Sen ne iyiydin güzeldiysen de çirkindiysen de
Kocan ne iydi sonra Niyde ilinde gökyüzüleri

Sonra ilk çağlar savaşlarında para ve Babil
Dilber derebeyleri haraca bağlayan aşkımızı ekmeğimizi

Sonra bulunmaz hint kumaşı lafbilirliğindi
Beni yüzyıllık kümesine dadandıran tilki

Tüy aldım ki evrende kalkıp gitmeleri özetliyorsun
Seni bilmek ne uzun kelime ne acaip ilgi

Ama ben nice gözle nice denizle nice gazel
Lerimle gördüm lerimle bildim lerimle becerdim o işi.

15 Şubat 2017 Çarşamba

sevdiğim arzımı demekçin sana



Sevdiğim arzımı demekçin sana
Bülbül söylediği dil gerek bana
Şu bağrım kül oldu hep yana yana 
Onu söndürmeğe sel gerek bana

Yandım yakıldım ben bir ateşlere
Vardım da takıldım ben bir neştere
Delindi ciğerim kapandım yere
Beni kaldıracak el gerek bana

Haldan anlar isen haldaş olalım
Gurbet gezdi isen yoldaş olalım
Anasız babasız kardaş olalım
Ucu yar zülfünde yol gerek bana

Karac'oğlan der ki Bayburt elleri
Esip esip bize gelir yelleri
Burmalanmış yar yüzünün telleri
Ona bağlayacak gül gerek bana

Karacaoğlan

10 Şubat 2017 Cuma

yaşamak ölesiye



Tıpatıp benziyorsun o gülüşün yemyeşil
Heceden geçmeseydim ben ona bahçe derdim
Yok, dünyayı gezdim de halk dilinde tıpatıp
Yani sen şimdi bana ‘abartma’ mı diyorsun?
Abartsaydım seni ben gökyüzünü öperdim

Bir gül yetiştirirdi bahçıvanlar orada
Rengini kendi seçen, adını kendi koyan
Şaşırırdı ırmaklar haritada yolunu
O saatte orada bütün denizler açık
Sanki sehl-i mümteni karşımda ayan beyan

Sessizlik bir ölünün üstünü örter gibi
Film başlar başlamaz bütün sokaklar biter
Not bıraktım dünyanın şikâyet kutusuna
Bu kadar uzun yollar yapılmasın Allah’ım!
Dil gurbette kalsa da eller kavuşsun yeter

Hâlâ mavidir deniz, hâlâ umuttur mavi
Şiir bize bunları söylemeyecek mi, neden?
Biri gelip şairden bir gün bunu soracak
Ve hâlâ yaşıyorsak bir izahı olmalı
O sırtımızdaki bıçak hep öyle dik duracak

Sevgili babacığım ne çok şiir yazmadın
Uyanmasın acılar, düşler ürkmesin diye
Ben ki hayattan düştüm, kime çektimse böyle
Gelmeseydim dünyaya o kadar kırılmazdım
Bu yüzden seviyorum her şeyi ölesiye


Hüseyin Akın

Karabatak 30, ocak 2017



7 Şubat 2017 Salı

"Çaba gösteriyorum ringo! O çoban olabilmek için gerçekten çabalıyorum ringo…!” ezekiel 25:17

   "Erdemli adamın yolu bencillerin insafsızlıkları ve kötü insanların zulmüyle sarmalanmıştır. ancak merhamet ve iyi niyet adına karanlıklar vadiinde zayıf olana rehberlik eden kişi kutsanmıştır. kardeşinin gerçek hamisi ve kayıp çocukların kurtarıcısıdır o. kardeşlerimi zehirlemeye ve yok etmeye kalkışanlardan intikamımı mutlaka alıcak ve onları büyük bir öfke ve güçle vurucam. ve senden intikam almaya geldiğimde, adımın tanrı olduğunu anlıycaksın"
   
  Bu boku yıllardır tekrarlıyorum. Ve bu duyan herkesin, kıçına mal oldu. Anlamını hiç sorgulamamıştım. Bunun bir itin kıçını patlatmadan önce soğukkanlılıkla okunabilecek bir mısra olduğunu düşünüyordum. Ama bu sabah gördüğüm bok bi kez daha düşünmemi sağladı.

    Şimdi düşünüyorum da belki de o kötü adam sensin ve ben erdemli kişiyim. Ve bay 9 mm ise karanlıklar vadiinde siyah kıçımı koruyan çoban. Ya da erdemli kişi sensin, bense bir rehberim. Ve bu dünya kötülük ve bencillikle dolu. Bunu sevdim. Ama yine de gerçek bu değil. Gerçek olan şu ki zayıf olan sensin. Ben de kötü adamın zulmüyüm, ama…

   Çaba gösteriyorum ringo! O çoban olabilmek için gerçekten çabalıyorum ringo…!”


pulp fiction

2 Şubat 2017 Perşembe

william faulkner, döşeğimde ölürken'den...


Dolaşıyor. Gölgesi dolaşıyor.

Bitirdiklerinde içine koyacaklar onu ve sonra uzun bir süre söyleyemedim. Karanlığın ayaklanıp fır dönerek uzaklaştığını gördüm ve,  “Çiviliyecek* misiniz onu içinde, Cash? Cash? Cash?” dedim. Ambarda kilitlendim yeni kapı çok ağırdı benim için kapandı soluk alamadım çünkü sıçan soluyordu bütün havayı. “Çiviliyecek misiniz onu içinde, Cash? Çivileyecek misiniz? Çivileyecek misiniz?”
Babam dolaşıyor. Gölgesi dolaşıyor, testereyle kanıyan tahtanın üstünde aşağı yukarı gidip gelen Cash’ın tepesinde.
Dewey Dell muz alacağımızı söyledi. Tren camın arkasında, rayın üstünde kıpkırmızı. Yürüdüğünde ray sanıp sönüyor. Babam un, şeker, kahvenin çok pahalı olduğunu söyledi. Çünkü ben bir köy çocuğuyum, çünkü kentli çocuklar. Bisikletler. İnsan köy çocuğu olunca un, şeker, kahve neden böyle pahalı acaba. ”Onun yerine muz istemez miydin?” Muzlar yenir gider. Gider. Tren yürüyünce ray yine parlıyor. ”Ben neden kent çocuğu değilim, baba?” Tanrı yarattı beni, dedim. Tanrı’ya beni köylü yapsın demedim. Eğer treni yapabiliyorsa neden hepimizi kentli yapamıyor çünkü un ve şeker ve kahve. ”Muz istemez miydin yerine?”
Dolaşıyor. Gölgesi dolaşıyor.
O değildi. Oradaydım, bakıyordum. Gördüm. O sandım, ama değildi. Anam değildi. O gitti öbürü yatağına yatıp örtüyü çektiğinde. Gitti. ”Kente dek gitti mi?” ”Kentin ötesine gitti.” ”Bütün şu tavşanlar, fareler kentin ötesine mi gittiler?” Tavşanları, fareleri Tanrı yaptı. Treni de O yaptı. Annem de tavşan gibiyse neden hepsinin gidecekleri yeri ayrı yapsın.
Babam dolaşıyor. Gölgesi de. Testerenin sesi uykuda gibi.
Ve işte Cash sandığı çivilerse, tavşan olmayacak anam. Ve işte tavşan değilse ben ambarda soluk alamadım ve Cash da çivileyecek onu. Ve işte o buna izin verirse kendisi olmayacak. Biliyorum. Oradaydım. Gördüm. Kendisi olmadığı zaman gördüm. Ötekiler o sanıyorlar ve Cash çivileyecek.
Anam değildi, çünkü orada tozların dibinde yatıyordu. Ve şimdi parçalandı. Ben parçaladım. Mutfakta, kanıyan tavanın içinde yatıyor, pişirilip yenmeyi bekliyor. O zaman o değildi, anamdı, şimdi o, ama anam değildi. Ve yarın o pişirilip yenecek ve anam o olacak ve babam ve Cash ve Dewey Dell olacak ve sandıkta bir şey olmayacak ve böylece anam soluk alabilir. Orada, yerde yatıyordu. Vernon’u bulabilirim. Vernon oradaydı, gördü ve ikimizle de olacak ve sonra olmayacak.

william faulkner'in nobel konuşması


Bayanlar ve baylar,
Bu ödülün şahsıma değil, çalışmalarıma verildiğini düşünüyorum – ızdırap ve terle yoğrulmuş gayesi, zafer kazanmak, hele ki kâr etmek asla olmayan; tek gayesi, insan ruhunun daha önce yaratmadığı metinler yaratmak olan çalışmalarıma. Aslında bu ödül bana emanet edildi. Ödülle beraber gelen parayı amacına ve anlamına uygun şekilde bağışlayacak bir yer bulmak zor olmayacaktır. Ancak ödülün getirdiği şanı da aynı şekilde kullanmak ve bulunduğum bu yeri zirve kabul eden, varlığını benimki gibi bir çalışma hırsına adayan genç kadın ve adamlara seslenmek istiyorum, ki aralarından bazıları günün birinde şu an durduğum yerde duracaktır…
Bugün yaşamakta olduğumuz trajedinin kaynağı öylesine yaygın ve evrensel bir can korkusu ki uzun zamandır bu trajediye maruz kaldığımızdan ona tahammül etmeyi de öğrendik. Ruhsal konuları artık problem etmiyoruz. Çünkü artık tek bir soru var: Beni ne zaman havaya uçururlar? Bu yüzdendir ki bugün yazı yazan genç kadın ve adamlar, insan kalbinin kendiyle çelişmesinden doğan sorunları unuttular. Halbuki iyi bir yazı ortaya çıkarmak için gereken bir tek odur. Bir tek onu yazarken çekilen acıya ve dökülen tere değer.
Yazar bunları tekrar öğrenmeli. Her şeyin korkmakla başladığını öğrenmeli. Çalışma odasında sadece kalbin eski doğrularına, geçici ve ölüme terk edilmiş hikayelerin mahrum bırakıldığı evrensel gerçeklere, sevgiye, onura, acıma duygusuna, gurura, şefkate ve fedakarlığa yer verip, bunları sonsuza dek unutmamalıdır. Bunları öğrenene kadar bir lanetin gölgesinde çalışacaktır. Aşktan değil de ihtirastan bahsedecektir; kimseye değerinden bir şey kaybettirmeyen yenilgilerden, umut ışığı yakmayan zaferlerden bahsedecektir. En kötüsü de tüm bunları acımasız ve şefkatsiz bir üslupla anlatacaktır. Onun acıları evrensel olanın kemiğinde yara izi bırakmaz. O, kalpten değil, salgı bezlerinden yazar.
Bütün bunları yeniden öğrenene kadar insanoğlunun sonunu izliyormuş gibi yazacaktır. Ben, insanoğlunun sonunu kabul etmeyi reddettim. İnsanın ölümsüzlüğünün dayanma gücünden geldiğini söylemek kolay. Kıyamet habercisi son çan da çalınca ve çanın sesi, sönmekte olan o son kızıl akşamda, asılı kalmış son değersiz kayanın yüzeyinden de silinince, işte o anda bile geriye son bir ses kalacak: Onun cılız ve yorulmaz sesi; konuşmaya devam ediyor…
Ben bunu kabul etmeyi reddediyorum. Ben insanoğlunun sadece dayanacağına değil, güçleneceğine inanıyorum. Bütün yaratıklar arasında sadece onun, ama yorulmaz bir sesi olduğu için değil, bir ruhu – şefkat, fedakarlık ve dayanma gücü yüklü bir ruhu- olduğu için ölümsüzlüğü yakaladığına inanıyorum. Şairin ve yazarın görevi işte bunlar hakkında yazmaktır. İçini rahatlatarak insanın dayanma gücünü artırmak ve geçmişteki zaferlerin kaynağı olan cesareti, onuru, umudu, gururu, şefkati, acımayı ve fedakarlığı hatırlatmak onun ayrıcalığıdır. Şairin sesi yalnızca insanoğluna ait kayıtlar değildir, aynı zamanda onun dayanmasına ve güçlenmesine yardım eden destek noktasıdır, temeldir.