25 Aralık 2021 Cumartesi

sevemedik müzeleri


Saray illerine yürüdüm her hana asılmış resmim
Kapılarda biliniyorum adım ünleniyor çinilerde
Kadınlar geçiyor omuzlarında gözyaşı bezleriyle
Görünen ne! duvar yüzlerinde kemer taşlarda
İnen çıkan vinçler kayan ışıklar künkler
Toprağı bombalayan bent suları rüzgarlı yeleler
Derviş ayakların altında boy boy padişah bebeler
Güreş tutan vezirler ve bunlar körükeller
Ve incecik perçemler sanki çekme gözler
Meğer bir şehzade kılıç dönemeçlerinden geçiyor

Fenerler ki yakılıyor boşalıyor akşamı şehrin
Odalar dolusu çocuklar okşanmak için bekliyor
Son yağları bitiriyor fitiller
Yaşlı saray eşyaları yalnızlıktan eskiyor
Koşumlu iri atlar sert kaslar o eski soluklar
Nefes nefese kişnemeler yatak odalarına dalıyor
Ağır atlar örtülere
Çarpıyor çarpıyor

Saray içinde. Hayret içinde
Kristaller. Mahzene sızmış fısıltılarda
Eski hayatlar yaşıyor hala ve kapalı
Dudak ısırmış gibi iç odalara bakan kapılar

Soruyor kiraz dudaklı kızlar durdurup kır hayvanlarını
Hangisi sahte bu geçen dakikalardan
Hangisi haklı

Müzelerden yoruldun ama
Sen nakışlara dokun deli çehreli çocuk
Az bir yolun kalır nakkaşlara
Bir şehzade başı kesilir ve atılır
Dipdiri sürgünler verir saray gövdesi atlılara
Daluçları cönklere tenler Dicleye ve çöllere
Kutsal beyitlere bir menzil yol kılar

Sen sevgileri göğüsle ve ne olur anla.


Cahit Zarifoğlu


görsel: adige batur


 

24 Aralık 2021 Cuma

22 Aralık 2021 Çarşamba

yalnız değiliz

 


   Bir ufka vardık ki artık
   Yalnız değiliz sevgilim.
   Gerçi gece uzun,
   Gece karanlık
   Ama bütün korkulardan uzak.
   Bir sevdadır böylesine yaşamak,
   Tek başına
   Ölüme bir soluk kala,
   Tek başına
   Zindanda yatarken bile,
   Asla yalnız kalmamak.

   Şafakları ben balığa çıkarım
   Akan akmayan sularda
   Benim, bütün tezgahlarda paydosa giden        
   Bir bahar akşamı dünyada.
   Ben dört duvar arasında değilim
   Pirinçte, pamukta ve tütündeyim,
   Karacadağ, Çukurova ve Cibalide.

   Zehirli kör yılanları
   Ve sıtmasıyla
   Gün yirmidört saat insan avında
   Karacadağda çeltikler.
   Bir kız çocuğunun gözyaşı gibi
   -  Ayak bileklerinde bir dizi boncuk,
   Sol omzunda nazarlık,
   Dağ başında unutulmuş üşümüş,
   Minicik bir aşiret kızının  -
   Damla-damla, berrak olur pirinci.
   Kamyonlarla, katır kervanlarıyla
   Beyler sofrasına gider...

   Çukurovam,
   Kundağımız, kefen bezimiz
   Kanı esmer, yüzü ak.
   Sıcağında sabır taşları çatlar,
   Çatlamaz ırgadın yüreği.
   Dilerse buluttan ak,
   Köpükten yumuşak verir pamuğu.
   Külhan, kavgacıdır delikanlısı,
   Ünlü mahpusanelerinde Anadolumun
   En çok Çukurovalılar mahpustur,
   Dostuna yarasını gösterir gibi,
   Bir salkım söğüde su verir gibi,
   Öyle içten
   Öyle derin,
   Türkü söylemek, küfretmek,
   Çukurova yiğidine mahsustur...

   Tütünü bilir misin?
   "Kız saçı" demiş zeybekler,
   Su içmez her damardan,
   Yerini kolay beğenmez,
   Üşür
   Naz eder,
   Darılır
   İki parmak arasında kıyılmış,
   Bir parçası var kalbimin
   İncecik, ak kağıtlara sarılır,
   Dar vakit yanar da verir kendini.
   Dostun susan dudağına...

   Sokaklardan,
   Kıyılardan,
   Gök mavisinden,
   Ekmeğinden,
   Canevinden ayrı düşmeye
   Yani bütün hasretlerin kahrına
   Ve zehrine çaresiz kalmaların, 
   İlk nefesi Hızır gibi yetişir
   Cibalide sarılan cıgaranın...

   Tütün isçileri yoksul,
   Tütün işçileri yorgun,
   Ama yiğit
   Pırıl - pırıl namuslu.
   Namı gitmiş deryaların ardına
   Vatanımın bir umudu...

   Ahmed Arif

18 Aralık 2021 Cumartesi

ses

                          



Günlerce ne gördüm ne de kimseye sordum;
"Yârab! Hele kalp ağrılarım durdu!" diyordum.
His var mı bu âlemde nekaahet gibi tatlı?
Gönlüm bu sevincin halecâniyle kanatlı
Bir tâze bahâr alemi seyretti felekte.
Mevsim mütehayyil, vakit akşamdı Bebek'te;
Akşam...  Lekesiz, sâf, iyi bir yüz gibi akşam...
Tâ karşı bayırlarda tutuşmuş iki üç cam,
Sakin koyu, şen cepheli kasriyle Küçüksu,
Ardında vatan semtinin ormanları kuytu;
Bir neş'eli hengâmede çepçevre yamaçlar
Hep aynı tahassüsle meyillenmiş ağaçlar;
Dalgın duyuyor rüzgârın âhengini dal dal.
Baktım süzülüp geçti açıktan iki sandal;
Bir lâhzada bir pancur açılmış gibi yazdan
Bir bestenin engin sesi yükseldi Boğaz'dan.
Coşmuş gene bir aşkın uzak hatırasıyle,
Aksetti uyanmış tepelerden sırasıyle,
Dağ dağ o güzel ses bütün etrafı gezindi:
Görmüş ve geçirmiş denizin kalbine sindi.

Ânî bir üzüntüyle bu rüyadan uyandım.
Tekrar o alev gömleği giymiş gibi yandım.
Her yerden o, hem aynı bakış ,aynı emelde,
Bir kanlı gül ağzında ve mey kâsesi elde;
Her yerden o, hem aynı güzellikle, göründü,
Sandım bu biten gün beni râmettiği gündü.

Yahya Kemal 

16 Aralık 2021 Perşembe

tünel




Babam nahiye müdürü idi.

Nahiye ilçe ile köy arasında bir idari birimdir. Epeyce önce kaldırıldı. İrice bir köy sayılır. Bu sebeple çocukluğum o köyden bu köye seyahatle geçti.

Babamın son tayin olduğu nahiyede oturulacak ev bulunamadı. Bu ev aynı zamanda resmi daire olarak da kullanılır.

Yakınlardan demiryolu geçiyordu. Oralarda bir de küçük istasyon. Civar köyler ile araziler beylerindi. O zamanlar beyler vardı. Ara sıra köylerini ve arazilerini dolaşmak üzere istasyonun üzerindeki tepeye bir ev yaptırmışlar; bu arada bir süre kalmak için. Babam rica etti, evi bize verdiler, bir de at. Babam nahiyeye atla gidip geliyordu. Evin önü bir tarla. Tarlanın üstü tepe. Tepenin eteğinden bir kaynak suyu çıkıyor, evimizin yanından geçiyor. Küçük, duru, tatlı bir derecik. Geceleri onun şırıltısını ninni gibi dinleyerek uyurdum.

Ninem, annem, ablalarım evin önündeki tarlayıp işleyip ektiler. Babam sahibinden kiralamıştı. Her tür sebze. Kavun karpuz. Nohuttan mercimeğe kadar.

Ben yalnız bir çocuktum.

Beş yaşında olabilirim.

Evin istasyona bakan kısmındaki kavak ağacına sırtımı verip tirenleri seyrederdim Posta, marşandis, ekspres.

Kara tiren dumanı ve onun dertli düdüğü çocukluğumu saran bir hoş hatıradır. Asker, köylü, gurbetçi taşıyan tirenler. Kömür, maden, hayvan taşıyan tirenler. Ve Abdullah Yüce’nin meşhur şarkısı “Uzayıp giden tiren yolları”.

Suyun, çiçeklerin, böceklerin, tavşan ve sincapların, tarla farelerinin, her tür kuşun, bulutun, otun, ağacın arasında büyüdüm.

İçimde eşsiz bir tabiat aşkı yatar.

Biraz büyüyünce istasyona inmeye başladım. Babam can sıkıntısından, o bitmeyen yaz günleri, istasyonun ardındaki gölgede; makasçı ve istasyon şefi ile iskambil oynardı. Şefin bir küçük köpeği vardı: Gümüş. Onunla arkadaş olmuştuk. Uzun süre karga kovaladık. Akşamın önü sıra babam iskambili bırakır, birlikte aşağıda akan ırmak kenarına inerdik. Babamın bir önceki gün yılgınlara sarıp suya bıraktığı oltaları çekerdik. İri pullu, bıyıklı sazan balıkları misinayı gere gere gelirdi.

Annem bıkmıştı bu balık işinden. Tiksinti gelmişti! Babam eğlence olsun diye tutuyor, makasçıya ve demiryolu işçilerine dağıtıyordu.

Annemin dediğine göre makasçı her gece içip içip karısını dövüyormuş. Onlara babamın nahiyeden getirdiği yoğurt, yumurta gibi şeyler taşırdım. Şehir yakındı. Babam ara sıra şehre gider, ne ihtiyacımız varsa alıp dönerdi.

Bir seferinde annemle beni de götürdü. Annem beni süsledi. Koncu uzun çoraplar, parlak pabuçlar, askılı bir kısa pantolon giydim. Saçlarımı kolonya dökerek taradı. Kendisi de çok seyrek kullandığı pardesüyü giymiş, şık bir eşarp takmıştı. Ama babam.

Babam muhteşemdi.

Koyu takım elbise, yelek, beyaz gömlek, kıravat. Başında fötr şapka. Yelek cebinden kösteği sarkan Serkisof marka mineli saat. Dedesinden kalmış.

Tirende nedense hepimiz çok sessiz idik. Babam pencereden akıp giden görüntüye dalmıştı. Annem gözlerini sabit bir noktaya dikmiş susuyordu. Bir gerginlik. Derken tünele girdik. Karanlıktan korktum. Annemin eline sarıldım. Tekerleklerin raylarda çıkardığı sesler tünel duvarında gümbürdüyordu.

Sonra ışık gözüktü ve tünelden çıktık. İçimdeki nefesi boşalttım.

Sağıma baktım babam yok. Anneme döndüm:

– Anne, babam nereye gitti?

Annemin bir eli alnında, başını eğmiş, gözlerini göremiyorum. Öteki elinde bir mendil. Titrek sesiyle:

– İşi varmış, gitti, dedi.

Babamın işi varmış.

Gitmiş.


Mustafa Kutlu, Yeni Şafak, 15.12.2021

15 Aralık 2021 Çarşamba

alçıdan heykel




Tanıştığım günden beri enginle
Bir taşın üstünde hayâle daldım.
Bulacaksın koymuş gibi elinle,
Ben nerde doğmuşsam o yerde kaldım.

Kimi esti başucumdan yel gibi,
Kimi sızdı bir toprağa sel gibi...
Yalnız ben, alçıdan bir heykel gibi,
Sonsuzluğu dinlemekten tad aldım.

Ses topladım, renk topladım derinden,
Geniş his ve hayâl bahçelerinden...
Fakat artık en görünmez yerinden,
Yaralanmış bir kap gibi boşaldım.

Faruk Nafiz Çamlıbel



3 Aralık 2021 Cuma

avcı

                               


Kalbim, bu sessiz sonbaharda
Bugünkü atlaslara inanma sakın
Düz bir tepsidir dünya
Yolun sonuna ulaştın artık
Güzel bir durum kıyısındasın.

Bir kırmızı fenersin bir hayli dokunaklı
Uzayan kar tipisi altında
Kalbim, dağların kaybolmuş senin
Kurtlar falan inmiştir bembeyaz ovalara
Bir ağlayışı sustuğun belli
Şarkılarını söylerken

Kalbim, göller bölgesindesin
Ne olur gölgeli yollardan yürü
Başında bir şapka güneşten sakın
Gözlerinden okuyorum acını
Bir aile yangınında testilerin kırılmış
Kavrulmuş gitmiş sanki çocukların

Kalbim benden hatırlısın bilgeler arasında
Avcısın, çünkü bir orman içindesin
Sulardan içiyorsun, meyvelerden yiyorsun
Tırmanmak istiyorsun bir tepe daha
Güleçsin nedense bir çocuk gibi
Köpeğine gençliğini anlatıyorsun

Güneş bir portakal çığlığıyla battı
Tutukluk yapıyor kırma tüfeğin
Derme çatma kulübenden uzaksın
Kalbim bir telgraf çek kendi kendine
Seni bekliyor son yolculuğun
Tenha bir istasyonda

İlk karakola teslim ol ya da
Köpeği bir dostuna emanet bırak
Ormanda bir köşeye göm fişeklerini
Anıları bir müzeye gönder istersen
Bunca yıl yaşadın yakalanmadın
Güzel suçlar işledin bir tarih oldun artık
Eğer bana sorulacak olursa.

Her hüznü her sevgiyi ayakta alkışladın
Gül kökünden bir pipo
Bir yasemin ağızlık
Yadigar kalsın bezirganbaşı
Tüm avcılara yadigâr kalsın.


Ergin Günçe


30 Kasım 2021 Salı

istikbal marşı


 

üstüne tükürülmüş bir denizçıyanı gibi
köpürüp yırtılarak kendini doğurmaya çalışan ülkem
korkma baban seni hala seviyor
dünya da artık sana benziyor zaten

korkma sen bütün o küt çağlar boyunca
lağımlar böyle kıvranarak açmadın mı
avrupanın bağırsaklarından sancılar içinde
ak salgılı kafilelerle geçmedin mi

yasadığın yasalar yasa boğulmuş ne gam
örklendiğin çayır yülünmüş ne çıkar
korkma bu erkek erk seni asla etmeyecek terk
dövüle dövüle yapılmış bakır tarihin be sana yeter

köklerden gelen bir ses sana ne diyor dinle
devletin malı meydandadır nazlı kızım
kanlı kaburga kırılmaz ettirgen çatı çökmez
korkma bitmez bu ters anavasya

baban bak seni hala nasıl seviyor
ruhuna parmak banıyor rahmini kurcalıyor
kaderine kakılmış körüklü kavançonun sonu gelmez
korkma tükenmez kutlu fücur toprağımızda

izzet yasar

26 Kasım 2021 Cuma

malatyalı abdo için bir konuşma






Her şey akıp gider
                                                           
Oh onlar birer ayçiçeğidir yüzleri
                                                               güneşe ve aya dönen
                                                               Hep güneşe


- Ve ben ruhçulara göre şaşkın
Zevcelere göre alkoliktim
Evet gerçekten hayatımda çok içtim
Ne kadar içtim, ne kadar duraklardan geçtim
öfkenin ve sevincin özrüne sığınıp
Ama. Bir akşam oldu muydu iyi bir akşam
yani saksı çiçeklerinin üzerine tozlar konan
ve çalışmışsam o gün, dürüst ve islâm kalmışsam
bu iyi bir başlangıçtır derim aşk yapmaya.
Sular ısıtılmalı güğümlerde ve karım
güneşin batışını fark etmeli ve deniz
bir kavga gibi girebilmeli aramıza
fark etmeli ki iyi bir güneş iyi bir yataktır
benim kollarıma
ve fayton seslerini duymalıdır loşluğa giden
benim kollarıma.

Bilmem yetkim var mıdır söylemeye onun
anadan doğma mutsuz olduğunu.
Mutluluk evrenseldir kolayca bölüşülür
Kolayca hazırlanır kendiliğinden
(Kimine bir kadın kimine bir başkaldırma) –

- Oysa şimşekler çaktı mıydı Bolkar’ ın üzerinden
sular tarlaları bozdu muydu
ve bir kadın azıcık davet taşıdı mıydı
neden söylememeli, Anadolu’ da
gecelerin zifaf olmaması imkânsızdı
Ve kocaman bıyıklarıyla
ayışığını zorlayan
Çoğalma duyguları

- Bu arada tiyatrolar oynanır
hak edilmiş gece ayasını karıştırır insanın
ve birden karşı karşıya gelir
Romeo ile Kerem ve ben
bir düzeni eğitimli bir adam olarak kabullenen
susarım aşklarına her ikisinin
-araya koca gözlü bir küçük kız girmese-
sevmek başka bir yetenektir hemen anlarım.
Hemen anlarım, hiç yanılmam
ve çarşılarda, cami avlularında
ahşap çatılar altında nice kültürler gelişmiştir
bilirim. Ama bir akşam
hak edilmemiş bir akşam
dürüst ve islâm kalmamışsam
yeter kendimi yargılamama
bir şey yapmam
biraz daha beklerim –

- Her şey akıp gider, bir katı hüzün kalır
Her zaman geceleyin kalır o, bazen gündüzün kalır

Beyaz gömleklerin ve kayıt defterlerinin
banka sıralarının ve sıra beklemelerin

Ve bir düzenle yüzyüze gelmenin anısı
Bugün başka şey ve başka bir şeydir yarın

Ah! işte öyle bakmayın
Bir geçmişi anmaya var mısınız
Biraz benimle, biraz benimle, biraz uzak ama yarın
Geçer gidersiniz uzaklardasınız.

Ben de bu dünyaya geldim geleli
Benden böylece işte ne umarsınız.

Ah! her şey akıp gider, bir tarlalar ve sevda kalır
Ne sevdadır ne bıçaktır, utançlardır saklanır

Çocuklar bir gecedirler girerler yatağımıza.
Birisi sağımıza, birisi uykumuza ve biri mirasımıza

Ve gizli bir başeğmedir sizde aşk
kilimlerle ve orkidelerle oyalanan
Bizde bunun kim farkına varır. –

- Koca bıyıklarıyla indi Malatya’ dan
Çarşılar ve ortahalli evler
semaverler ve hamurtahtaları uyanmadan.
Malatya’ nın Kâhta kasabasından ve Kâhta’ nın
uzun, silik, uzunsilik, uzun
bir davalı mezrasından.
Güldü ve bülbüldü
yolları ve dağları yassılaştıran,
Bense bir şehirden bir oğlan
sonunun nereye varacağı belli olmayan,
adı ya büyük bir aşka karışan
ya da hiç hatırlanmayan.
Soyumuz geçerlidir biliyorum geçerlidir,
sık sık unutulan soyumuz
geçerlidir
bir kıyıya bir sandal gibi bağlanan.

Gelirdi.
Malatya’ nın Kâhta kasabasından
Kocaman bıyıklarıyla,
adı bir kanuna hemen uygulanan
Kâhta’ nın
ve o sonsuz bülbülü avucunda taşıyan
ve o sonsuz gülü avucunda taşıyan
Yani koca bıyıklarıyla güllü ve bülbüllü bir adam
Gelmiş geçmiş bütün öbür şeylerin
her şeysini bir parça kendinde taşıyan
kentinde taşıyan
(Dumanlı ve derin ve karşılıksız
Şiirine ve geçmişine küskün)
kucağında
büyük gözlü bir kız çocuğu taşıyan.

Banka bağışı sıralarda oturdular oturdular
ürkek ve şaşkın girdiler röntgen odasına
fakülte hastanesinde ikiyüzbir sıra numarasında
o kız çocuğuyla kucağında
kocaman gözleri, babasının
kocaman bıyıklarını yadırgatmayan,
öyle dağlı aşklara alışkın öyle müslüman
kocaman bir kız çocuğu
şöyle ki
vilâdî kalça çıkığından daha kahraman.

İnsan tükenir sanırım bir çiçeğe durmadan baksa bile
bir güzel aşk okusa bile.
Biz nerden tükeniriz adımız saydam
hele akşam oldu muydu çok daha saydam,
kapanır gideriz sözlükteki bir aşk anlamına
ve tabancamız yok.
Bilmeyiz silâhı yerinde kullanmayı
Kim bilir silâhı yerinde kullanmayı
dağlı aşklardan ve kan davalarından başka?
ve kadınını bir alet gibi güzel kullanan
kucağında iki yaşında bir çocuk
kocaman bıyıklı adam. –

ben de bu dünyaya geldim geleli

                                                              “giderdi
                                                                bir atlı giderdi dünyayı umursamayan
                                                                ve terkisinde gebe kalınan
                                                                büyük bir atlı         

Durup bütün kinsizliğiyle.
Kucağında büyük gözlü bir kız çocuğuyla koşuşan
elleri paraya alışkın olmayan
kocaman bıyıklı bir adam.

Ne kadar hoyratsınız ve uzaktasınız.
bu çok az bir şeydir biliyorum
belki balkona asılan çamaşırlar
ve bir otobüs parası biliyorum

Senin sonun çamaşırlar asılı bir balkona varırdı
bir sokağın en güzel adına varırdı
biraz islâm, biraz yaban ve cünüp
ve batı ve para en güzel kurtuluştu.”

- Ben de bu dünyaya geldim geleli
Ucu mor püsküllü marpucum mu var
Ya bir savaş çıkar bozar dengemi
Ya bir ahu gözlü kıyar canıma

Ah! Şimdi bakmayın kocaman bıyıklarıma
Kucağımda kuş gözlü bir küçük kız
Kentlerde o anasız ben kadınsız
Tumturak bir nasır boğazımda

Her şey akıp gider bir katı hüzün kalır
Her zaman geceleyin kalır o, bazan gündüzün kalır

Ben de bu dünyaya geldim geleli
Ölmezsem, öldürmezsem
Kim benim farkıma varır? -

Turgut Uyar

18 Kasım 2021 Perşembe

sezai karakoç

                                                              



  Bulgucu adam. Belki de ülkemizde tek bulgucu. Çok daha yetenekli bir Mehmet Akif’in tinsel görüntüsüyle adamakıllı dürüst bir Necip Fazıl’ınkini iç içe geçirin, yaklaşık bir Sezai Karakoç fotoğrafı elde edebilirsiniz.

  Türkiye’de, özellikle sağın, özellikle de mukaddesatçı kesimin içinde yalnız. Bir başına. Hiçbir ortaklığa girmez. Dışarıda ve yukarıdadır. Düşüncesini de, öfkesini de hemen ortaya koyar. Ama yalnız olması yalnız kalma anlamında değil, diyorum. Yapısı öyle.

  Karakoç ve Şevket Eygi Ankara’dan geldiler. Bundan mı acaba? Aydınlar Ocağı tipiyle aralarında en küçük benzerlik yok ikisinin de. Özellikle Karakoç, bence, yaşama konumu olarak da tek ve benzersiz bir kişi. Tek ama, 1960’tan bu yana mukaddesatçı kesimde boy gösteren sanatçı ve yazarları en çok o etkilemiş. İsmet Özel bile yeni yöneliminde ilk onu aramıştı. Özdenören kardeşler Anadolu’ya Kafka yaratıkları salarken ondan ışık almışlardı. Cahit Zarifoğlu’nun büyük inanç içindeki küçük inançsızlıklarını Karakoç’tan sapma olarak düşünebiliriz.

  Aydınlar Ocağı tipi için inanç, kılık kıyafet gibi, rahatlığa ulaşmış tavır gibi, hemşerilik gibi bir şey. Marmara Kıraathanesi’ndeki şakaları, dedikoduları da içerir. Bu tipin en belirgin örneği rahmetli Fethi Gemuhluoğlu idi. Aynı tip Mehmet Çavuşoğlu’nda sevinçli bir yüzeysellik, Mehmet Genç’te doğrudan düşünceye açılmak isteyen bir derinlik kazanır.

  Karakoç ise bir yerde inancının çılgını. Onunla delici bir ideolojiye ulaşmak ister. Bunun için her şeyi bilmesi gerektiği kanısındadır. İnancı hem silahı, hem çocuğudur. Düşüncesini iyice soyut bölgelere götürür. Mantığını yitirir, bir başka mantık bulur. Sözgelimi, İstanbul başkent kalsaydı Türkiye’nin durumu daha iyi olurdu diyebilir. Ayasofya’nın cami olarak açılmasıyla bir kurtuluş olasılığının belireceğini bile sezdirebilir.

  Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde birinci sınıf öğrencisiyken kendisine asistanlık önerilmiş, ama kabul etmemiştir. Kendisi için gazetede üst üste başyazı yazan Prof. Osman Turan’ın yüzüne bakmamıştır.

  Diriliş Yayınevi de sahibine benziyor. Yalnız Karakoç’un kitapları basılır bu yayınevinde.

  Dışarıya karşı bağnaz değil. Her şeyi tartışabilirsiniz.

  Kimseyi küçük düşürmez. Ama bazı kişileri büyük düşürdüğü olmuştur.

  En ilkelle en modern arasında durur.

  1950’li yıllarda bir hilesini yakalamıştım: Necip Fazıl kendisinden borç ister, o da her seferinde cebindeki parayı son kuruşuna kadar verirdi. Sonunda kendisi aç kalırdı. Buna bir çare düşündü. Marmara Kıraathanesi’ne giderken, özellikle de aybaşlarında yanında daha az para taşıyordu. Az dedim ya, o kadar da az değil. Maaşının yarısı kadar. Sanırım, Karakoç’un hayatındaki tek oyun budur. Başka bir yerde de yazmıştım, üniversite yıllarında burslarını kırdırıp üstada verirdi.

  Maliye Müfettiş Yardımcısı ve Gelirler Kontrolörü olarak Türkiye’yi dolandı. Bakarsın Arapkir’de, bakarsın Karaköse’de.

  Zaman zaman kaybeder. Ama rövanşı mutlaka alır.

  Sultanahmet Camii’nin külliyesinde dergi çıkardı.

  Öyle bir Müslüman ki Marx da bilir, Nietzsche de bilir, Rimbaud da bilir. Salvador Dali de sever. Nâzım da okur.

  Sıkışmış, sıkıştırılmış deha. Alçakgönülle katı yüksek uçuyor.

  Şemsiyesi yok.


  11 Aralık 1988

  Cemal Süreya
  99 Yüz

17 Kasım 2021 Çarşamba

SEZAİ KARAKOÇ





Şairlik yazarlık eyvallah ama bir ömürdür biten. "Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum "un hayatıdır.

Şu da var: Sadece Türkiye'nin değil bütün bir İslam coğrafyasının ve medeniyetinin şairiydi, mütefekkiriydi Sezai Karakoç. Eseri ne kadar çevrildi başka dillere bilmiyorum ama Özbekistan için de, Bosna için de, Suriye için de vs bir kayıptır. Onlar ne kadar farkındadır bilemem.

Allah rahmet eylesin büyük şaire. Hayatını da esere dönüştürmüş büyük sanatçılar soyundandı. Bir kaç kez sohbet etmiş olmanın hatırası ve büyük şiiri kaldı bize.


( 22 Ocak 1933 - 16 Kasım 2021)


15 Kasım 2021 Pazartesi

özgür çağrı


Elverir ki coşku
Haylaz çocuklarını boğazlamasın
Avunmak elbette kolaydır
Şehri yiğit bir türkü gibi dolaşmak
Dağlara destanlar, düşünmek kolaydır
Hapislere bir sevinç çığlığı gibi düşmek
Kızların diri göğüslerinde
Matbaalarda
Ve kongre zabıtlarında dünyayı tazelemek
Yeryüzüne depremler düşürmek
Çünkü binlerce militanın rüzgarlı macerası
Bir kurşun bile değildir namusun mavzerine
Gönlün kahpeliğine tutsaksın açıkçası
Asıl savaş alanı suskundur arkadaş
Sahipsizdir
Asıl savaşçılar afyonlu, mütevekkil
Öyleyse
Şehrin girdabında çalkalanan zulüm
Halkın şanlı isyanına işaret değil
Bodrum duvarlarına öfkeli yazıları
Tırnaklarınla kazıyorsan da

 

……………….

 

Bulvara dökülen bildiriler
Harcanan bunca emek, bunca değer
Fokurdayan metal potası
İşleyen rotatifler
Cesetleri iğnelemek gibi bir şeydir
Ve zaman usulca göz kırpıp telaşına
Homurdanarak çekip gitmiştir
Yani bu
Aşağılık bir dramdır artık
Çünkü jarjuruna
Boş kovanları dolduran adam
En azından kendinden utanmalıdır
Yani yetsin diyorum
Şarkılarınızı dağlarıma sürün diyorum
Uzatın ellerinizi diyorum
Uzatın tanışalım
HELALLAŞALIM....

 

Orhan Kotan





13 Kasım 2021 Cumartesi

albert camus'nün ölümü üzerine / jean paul sartre


 

Altı ay önce, dün bile, "Ne yapacak?" diye soruluyordu. Saygı duymak gereken karşıtlıklarla yaralanmış bir halde, geçici bir süre için sessizliği seçmişti. Ama, ağır ağır geçen ve seçtiğine bağlı kalan ender insanlardan olduğu için, sessizliğin sonu beklenebilirdi. Bir gün konuşacaktı. Söyleyecekleri üzerinde tahminde bulunmak yürekliliğini bile bile göze alamayacaktık. Ama, hepimiz gibi, yeryüzü ile birlikte değiştiğini düşünüyorduk: varlığının canlı kalmasına yetiyordu bu.


Dargındık; dargınlık -hiç görüşmeyecek bile olsak- bir şey değil; olsa olsa, içinde bulunduğumuz dar, küçük dünyada, birbirimizi gözden kaçırmadan ve birlikte yaşamak bir çeşit. Bu, onu düşünmeme, okuduğu bir kitap sayfası ya da gazete üzerindeki bakışını duymama ve kendi kendime "Ne diyor? Şu anda ne diyor?" dememe engel değildi.

Olaylara ve içinde bulunduğum ruhsal duruma göre, bazen çok sıkıntılı, bazen çok acı olarak yargıladığım sessizliği; ısı ya da ışık gibi, her günün niteliği idi, insancıldı. Kitaplarının -özellikle, belki en güzeli ve en az anlaşılanı olan Düşüş'ün- tanıttığı düşüncelerinin, yanında ya da karşısında olunuyor, ama her zaman onlarla birlikte yaşanıyordu. Kültürümüzün belirli bir serüveni idi bu: dönemleri ve sonucu bulunmaya çalışılan bir davranıştı.

Çağımızda ve tarih karşısında yaptıkları Fransız Edebiyatı'nda belki en ilginç olan uzun ahlakçılar zincirinin günümüzdeki mirasçısını temsil ediyordu. İnatçı, dar ve saf, duygulu ve sert insancıllığı, çağımızın biçimsiz ve toplu olayları ile, sonucu şüpheli bir savaşa girmişti. Ama, bunun yanında da reddetmedeki inatçılığı ile, çağımızın ortasında, gerçeğin altınlarına ve makyavelcilere karşı, ahlakın varlığını savunuyordu.

Bir yıkılmaz deyimleme, savunma olduğu söylenebilirdi. Ne değin az okunur, ne değin az düşünülürse düşünülsün, avucunda sıkı sıkıya sakladığı insancıl değerlerle karşı karşıya kalınıyordu: siyasal davranış sorununu ortaya koyuyordu ortaya örneğin. Ya yanından kıvrılıp gitmek, ya da savaşa girişmek gerekiyordu: tek kelime ile, düşünce hayatını yapan gerilim için kaçınılmazdı. Son yıllarda, sessizliğinin bile olumlu bir yönü vardı; uyumsuzun bu Descartesçısı, ahlakın güvenli toprağını bırakıp, uygulamanın sonucu belirsiz yollarına sürüklenmeyi reddediyordu. Fark ediyorduk bunu; sessizliği seçtiği sorunların ne olduğunu da seziyorduk: çünkü ahlak, yalnız başına ele alınırsa, hem devrim yapılmasını gerektirir, hem de suçlar onu.

Bekliyorduk; beklemek gerekti, bilmek gerekti: sonunda ne yapar, neye karar verirse versin Camus kültür alanımızın belli başlı kuvvetlerinden biri olmakta, çağın ve Fransa'nın tarihini kendince temsilde devam edecekti. Ama konuşsa idi, belki gittiği yolu öğrenecek ve anlayacaktık. Her şeyi yapmıştı -bütün bir eser- ve her zaman olduğu gibi, herşey ortada idi. Kendisi de söylüyordu: "Eserimi bundan sonra yapacağım". Bitti artık. Bu ölümün, kendine özgü bir rezaleti var; insancıl olmayanın, insanlık düzenini ortadan kaldırması bu.

İnsanlık düzeni, bir düzensizliktir henüz; haksızdır, geçicidir, ölünür orada, açlıktan öldürülünür; ne var ki, insanlarca kurulmuştur, onlarca ayakta tutulmakta ve savaşı yapılmaktadır. Bu düzende Camus'nün yaşaması gerekti; ilerleyen bu adam, bizim sorunumuzu ortaya koyuyordu; kendisi de karşılığını arayan bir sorundu; bizler için, kendisi için, düzeni kuran ve reddeden insanlar için uzun bir hayatın ortasında yaşıyordu; sessizlikten çıkması, karar vermesi ve sonuca bağlaması önemli idi. Yaşlanıp ölenler vardır; hep ertelenmiş olup, yaşantılarının anlamı, yaşantının anlamı değişmeden ölebilecekler vardır. Ama bizim gibi kararsız, şaşkın olanlar için, en iyilerimizin karanlık geçidin sonuna gelmeleri gerekir. Bir yapıtın nitelikleri ve tarihsel bir anın koşulları, çok ender olarak, bir yazarın yaşamasını bu kadar açıkça gerektirmiştir.

Camus'yü öldüren kazaya, rezalettir diyorum; çünkü bu kaza, insancıl dünyada, en derin gerekliliklerimizin uyumsuzluğunu ortaya çıkarıyor. Camus, yirmi yaşında iken, ansızın kapıldığı, yaşantısını altüst eden bir hastalıkla, uyumsuzu -insanın budalaca yokluğunu- buldu. Alıştı buna, dayanılmaz koşulunu düşündü ve kendisini kurtardı. Bu iyileşmiş hasta, beklenmeyen ve dışarıdan gelen bir ölümle çiğnendiğine göre, yalnız ilk yapıtlarının gerçeği söylediği zannedilebilir. Buna göre uyumsuzluk, ne kimsenin ona, ne de onun kimseye sorduğu sorudur; sessizlik bile denemeyecek, hiçbir şey olmayan bir sessizliktir.

Böyle olduğunu zannetmiyorum. İnsancıl olmayan, kendini belli eder etmez insanın bir bölümü olur. Durmuş her yaşantı, -bu değin genç bir adamınki bile olsa- hem kırılan bir plak, hem de bütün bir hayattır. Bu ölümde, onu sevmiş olanlar için, dayanılmaz bir uyumsuzluk vardır. Gene de bu parçalanmış yapıtı, bütün bir yapıt olarak görmeyi öğrenmek gerekir. Camus'nün insancıllığında, kendisini ansızın alıp götüren ölüme karşı insancıl bir davranış bulunduğu, onurlu mutluluk araştırmasının, ölmenin insanlık dışı 
gerekliliğini içine aldığı ve zorunlulaştırdığı ölçüde, bu eserde ve bu eserden ayrılamayacak olan yaşantıda, gelecekteki ölümüne karşı varlığının her anını kuşatmak isteyen bir insanın saf ve başarılı girişimini bulacağız.


Jean Paul Sartre
Düşler, sayı 9, mart-nisan 95, Çev. Yıldırım Keskin

3 Kasım 2021 Çarşamba

HİÇKİMSENİN SABAHI


 ........


Unutma kan taşır para kasaları
Merhametin işçileri hep yorgun

Ve söyle onlara
Aşkın aşka yetmediğini

31 Ekim 2021 Pazar

görev


gidin, şarkılarım, yalnıza ve tatminsize,
asabı bozulana, sözleşmeyle köleleşenlere,
küçümsemelerimi götürün zulmedenlere.
serin bir suyun dalgası olarak gidin,
zalimlere nefretimi iletin.

konuşun şuursuz baskıya karşı,
hayalgücü kıt olanın gaddarlığına,
kayıtlara karşı konuşun.
can sıkıntısından ölmekte olan burjuvaziye,
varoşlardaki kadınlara gidin.
tiksinerek evlenenlere gidin,
başarısızlığı örtülenlere,
talihsizce eşleşenlere gidin.
satınalınmış zevceye,
miras kalmış kadına gidin.

şehveti zarif olanlara gidin,
zarif arzuları bastırılanlara,
dünyanın ruhsuzluğu üstüne samyeli gibi esin;
duyarlı gidin,
güçlendirin ince bağları,
ruhun yosun ve dokunuşlarına güven verin.

dostça bir havayla gidin,
samimi bir lisanla.
yeni günahlar ve yeni sevaplar bulmaya istekli gidin.
karşı çıkın zulmün her biçimine.
orta yaşın kabalaştırdıklarına gidin.
kazandığını kaybedenlere.

ailede boğulan delikanlıya gidin-
ah ne iğrençtir o
bir evin üç neslini bir araya toplanmış görmek!
filiz vermiş yaşlı bir ağaç gibi,
ve kimi dalları çürümüş ve dökülen.

çıkın dışarı ve önyargıya meydan okuyun,
karşı koyun kanın bu yeşil köleliğine.
ve karşı koyun ruhun her çeşit köleliğine.


ezra pound



30 Ekim 2021 Cumartesi

cinayet saati


haliç'te bir vapuru vurdular dört kişi

demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu

dört bıçak çekip vurdular dört kişi

yemyeşil bir ay gökte dağılıyordu


deli cafer ismail tayfur ve şaşı

maktulün onbeş yıllık arkadaşı

üçü kamarot öteki aşçıbaşı

dört bıçak çekip vurdular dört kişi


cinayeti kör bir kayıkçı gördü

ben gördüm kulaklarım gördü

vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü

hiç biriniz orada yoktunuz


demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu

on üç damla gözyaşını saydım

allahına kitabına sövüp saydım

şafak nabız gibi atıyordu

sarhoştum kasımpaşa'daydım

hiç biriniz orada yoktunuz


haliç'te bir vapuru vurdular dört kişi

polis kaatilleri arıyordu

deli cafer ismail tayfur ve şaşı

üzerime yüklediler bu işi

sarhoştum kasımpaşa'daydım

vapuru onlar vurdu ben vurmadım

cinayeti kör bir kayıkçı gördü


ben vursam kendimi vuracaktım

attila ilhan


 

11 Ekim 2021 Pazartesi

sarı ve zamansız balad / lale müldür

                 


Sen yolun aydınlık tarafından

gideceksin

Ben gölge


Sen Van Morrison dinleyeceksin
Ben Peter Paul & Mary

Sen Madrid'e gitmek isteyeceksin
Ben Barselona'ya

Sen ağaçları budayacaksın
Ben çayı

Sen yağmur yağınca içeri
gireceksin
Ben kapıları

Sen yelpaze gibi açılan yaprakları
seveceksin
Ben kirazları

Sen köpekleri şımartacaksın
Ben kedileri

Ben bir jet uçağında gideceğim
Ne zaman döneceğimi bilmeyeceğim 

Sen Ferrari'li beyefendi olacaksın
Ben karanlık bir evde münzevi
       ta ki iyileşene kadar
       ta ki iyileşene kadar

Sen bir ardıç kuşu olacaksın
Ben su

Ben bir jet uçağında gideceğim
Ne zaman döneceğim bilmeyeceğim 

Yaşadığım hiçbir şey önemli olmayacak
     yüzüğümü yeniden takana kadar
     yüzüğümü yeniden takana kadar

ben aşkı mineraller, bitkiler
       ve melekler olarak düşüneceğim
sen kozmik bir metin

sen Kanun eşliğinde vizyoner
        resitalleri vereceksin
ben un çorbası ya da
        kemanımla bir ses

sarı & zamansız
sarı & zamansız
sarı & zamansız balad

sen "kaderini uzayda ara"
ben karnabaharlara bakacağım


Lale Müldür
Voyıcır 2, Metis Yay.

25 Eylül 2021 Cumartesi

2021 BERBAT BİR YILDI



22 yıl yaşadığımız bu eski sokağımızı özlüyorum. Her gün hem de. Bu özlem bende, zaman, hayat, ölüm ve fanilikle ilgili bir bilinç haline geldi. Bu kavuşmasız özlemin kendisi acı bir güzellik katıyor her şeye. Bu sokağın eskisinden daha güçlü konuşacağını bilmezdim.

16 Eylül 2021 Perşembe

62. hikmet



Hâlıkımı izledim dün gün cihan içinde;
Dört yanımdan yol indi kevn ü mekân içinde.
Dörtten yediye yettim, dokuzu geçip gittim,
Ondan ikiye geldim çerh-i Keyvan içinde.
Üç yüz altmış su geçtim, dört yüz kırk dört dağ aştım,
Vahdet şarabın içtim, düştüm meydan içinde.
Çünkü düştüm meydana, meydanı dolu gördüm,
Yüz bin ârifi gördüm, hepsi cevlan içinde.
Gavvas bahrına girdim, vücut şehrini gezdim,
Dürrü sedefte gördüm,cevheri kân içinde.
Arş ve Kürsü yürüdüm,Levh ve Kalem’i gördüm,
Vücut şehrini gezdim, dedim bu can içinde.
Canı gördüm cananda, aşkı gördüm meydanda,
Âşıkların meydanı cümle bostan içinde.
Eri gördüm erleştim, istediğimi sordum.
Pehisi sende dedi, kaldım hayran içinde,
Hayran olarak kaldım, şaşkın olarak daldım,
Kendimi derde saldım, buldum derman içinde.
Miskîn Hâce Ahmed canı,hem cevherdir hem kânı
Hepsi onun mekânı, O lâ-mekân içinde.

Ahmed Yesevi