26 Ekim 2017 Perşembe

sonbahar, sezai karakoç


I


Rüyalar bende kiraz gibi
Olur ve çürür bu mevsimde
Gün doğar ve yükselir de
Ben yatağımda bir kaptan

Gemisini terketmeyen bir kaptan
Gibi eski günlerin hülyalarında
Bir deniz hazinesine sarılmış
Çocukluktan gençlikten yapılan

Sanki yıllarca önce
Koyup gitmemiş sevgili
Annem hiç ölmemiş gibi
Günden öç alır geceler

Atlar ki bende kiraz gibi
Büyür ve çürür bu mevsimde
Gün doğuşundan güç alan
Kelebeklerden kurtulurum

Bir kuş fosfor gibi geçer
Koşup sonsuz çayırları seçer
Başımı uzatırım sularına
Anlamak için anlamak için denizi

Ve şehirler deniz kıyılarında
Yükselen alçalan atlar gibi

II

Evin ötesinde berisinde meşaleler
Su meşaleleri ölü tuzu düğün biberi
Birinci Cihan Harbi'nden kalmışlar
Astragan dişleriyle fırçalanmış geceleri

Aşk artık eski ağaçlar arasında
İncir zeytin nar arasında
Evi boğan ipek böceği kurdelasında
Kadın saçları dinleniyor ve çocuk tünekleri

Zafer devesini süre süre
Eski bir dişbudak köküne götürür
Patlayan kelebekler korosu
Önümüzü bir daha aydınlatıyor mu?

Eve girmek evden çıkmak ev olmaklık bu
Evin bodrumundan ummak
Taşları sorguya çekmek
Uymuyor yakışmıyor dostuna


1974

23 Ekim 2017 Pazartesi

"onu sadece görmek bile insanda huşu duygusu uyandırıyor, hıçkırarak ağlamak istiyorsunuz."




r. bartlett, tolstoy -  bir rus hayatı, everest yayınları


"Birden çılgınca bir duygulanmayla, ayağa kalkarak el sallayacağını, sallar sallamaz da denizin cam gibi kaskatı kesileceğini, taşların kımıldamaya, bağırmaya başlayacağını, çevresindeki her şeyin canlanıp bir ses kazanacağını düşündüm. (…) ruhumda kıvançla korku vardı, böylece her şey tek bir mutlu düşüncede kaynaşmıştı: Bu adam yaşadığı sürece öksüz sayılmam yeryüzünde.”
gorki 

21 Ekim 2017 Cumartesi

....!


ARS LONGA VITA BREVIS


James Dean 19 Ekim 2017de tarafımdan fotoğrafının paylaşılıcağını bilmiyordu. 24 yaşında ölecegini ve imajının ölmeyeceğini de bilmiyordu. 

Ben: -Kafası karışık adamlardan biriyim oğlum! 
Ben:-Kafa karışıklığını hangi anlamda kullanıyorsun?
Ben: - Hiç bir anlamda!


Ars longa, vita brevis, okkasio preseps, eksperimentum perikulosum, yudisium diffisile: Sanat uzun, hayat kısa, fırsat kaçıcı, deneyim aldatıcı, karar zor.

17 Ekim 2017 Salı

louis-ferdinand céline: “Değer taşıyan tek hikâye, bedelini ödediğinizdir.”


Louis-Ferdinand Céline yirminci yüzyıl Fransız edebiyatının önde gelen yenilikçilerinden. Öfkeli ve dağınık üslubuyla dürüstlük, güzellik ve her türlü değerden yoksun dünyaları kasvetli bir hava içinde betimlemede usta bir yazar. Umutsuzluk, ahlak dışılık, şiddet ve pornografik öğelerle dolu yapıtlarında dünyaya ve insanlara duyduğu öfkesi her satırda hissedilir. Bir ara benimsediği Yahudi karşıtı tutumu ve Nazilerle işbirliği yaptığı için cezaevinde kalması 1930’lardaki saygınlığını azaltmıştır azaltmasına ama bu durum Céline’in pek de umurunda değildir zaten. Yayımladığımız söyleşiler Paris Review için yapılan söyleşilerin toplandığı Writers At Work (1967) adlı kitaptan.
(Söyleşi: 1 Haziran 1960)

CÉLINE: Size ne anlatayım ki? Okurlarınızı nasıl memnun ederim bilmiyorum. Bu insanlara karşı nazik olmamız gerek… Kendilerini incitmeden eğlendirmemizi beklerler bizden. Pekâlâ… Konuşalım bakalım. Bir yazarın içinde öyle çok kitap yoktur. Journey to the End of the Night(Gecenin Sonuna Yolculuk), Death on the Installment Plan, bunlar yeterli. Ben bu işe meraktan giriştim; merakın bedeli de ağırdır. Ben bir trajedi tarihçisiyim. Birçok yazar trajediyi arar, bulamaz. Trajediyle ilgisi olmayan küçük küçük kişisel hikâyeler gelir hatırlarına. Diyeceksiniz ki Yunanlar var. Trajik Yunanlar tanrılarla konuştukları izlenimine kapılırdı… Evet, tabii… İsa. Tanrılarla telefon görüşmesi yapmak öyle her gün başımıza gelen bir şey değildir, değil mi?
Peki sizin için günümüzün trajedisi nedir?
Stalingrad’dır. O nasıl bir katarsistir! Stalingrad’ın çöküşü Avrupa’nın bitişidir. Bir felaketti yaşanan; bütün bunların merkezi Stalingrad’dı. Bunun bittiğini, tamamen sona erdiğini söyleyebilirsiniz, Beyaz uygarlığın. İşte hepsi bu, biraz gürültü çıkardı, kasıp kavurdu, silahlar, çağlayanlar. Ben bunların içindeydim… Ben bunlardan kâr payı çıkardım. Bu malzemeyi kullandım, sattım. Besbelli, bu işlere karıştım ben, Yahudi meselesine. Aslında beni ilgilendirmeyen işlerdi, orada olmam için hiçbir nedenim yoktu. Gene de onları anlattım… kendi üslubumla.
Hani şu Journey’in ortaya çıkışıyla skandal yaratan üslubunuz. Tarzınız birçok alışkanlığı sarstı.
Buna “yaratmak” diyorlar. İzlenimcileri ele alalım. Güzel bir günde tuvallerini alıp dışarı çıktılar resim yapmak için. Çimlerin üstünde nasıl öğle yemeği yediğinizi bizzat gördüler. Müzisyenler de bunun üstünde çalıştı. Bach’tan Debussy’e kadar büyük bir fark var. Bu besteciler birtakım devrimler başlattı; renklere, seslere can verdiler. Benim içinse bu sözcüklerle, sözcüklerin konumuyla oldu. Mesele Fransız edebiyatı olunca, oradaki bilge adam ben olmalıyım, hataya yer yok. Biz dinlerin çocuklarıyız –Katolik, Protestan, Yahudi… Evet, Hıristiyan dinleri. Asırlar boyu Fransız eğitimini yönetenler Cizvitlerdi. Latinceden çevrilmiş tümceleri bir fiil, bir özne, bir tümleç, bir ritim ile mantıklı bir biçimde kurmayı öğrettiler bize. Kısacası şurada bir nutuk, orada bir vaaz, her yerde bir öğüt! Bir yazardan söz ederken, “Hoş bir tümce örgüsü var!” derler. Bense, “Bu okunmuyor,” derim. “Ne muhteşem teatral bir dil!” derler. Ben bakarım ve dinlerim. Düzdür, bir hiçtir, sıfırdır aslında öylesi. Ben konuşulan dili yazıya döküyorum; hem de tek bir hamlede.
Bu sizin “küçük müziğim” dediğiniz şey, değil mi?
Alçakgönüllü olduğum için “küçük müzik” diyorum, ama bu dönüşümü başarabilmek aslında çok zor. Bu, emek demektir. Bu haliyle hiçbir şeye benzemiyor gibi görünebilir, ama bu kalitedir. Benimkiler gibi bir roman yazabilmek istiyorsanız, sekiz yüz sayfa elde etmek için seksen bin sayfa yazmak gerekir. Kimileri benden söz ederken, “Doğal bir konuşma sanatı var… Konuşur gibi yazar… Bunlar günlük dile ait sözcükler… Hemen hemen aynılar… Kulağa tanıdık geliyor,” derler. Evet, işte, bu bir “dönüşüm”dür. Dönüşüm beklediğiniz sözcük, beklediğiniz durum değil belki de. Bu biçimde kullanılan bir sözcük her zaman karşılaştıklarınızdan daha samimi, daha gerçekçidir aynı zamanda. Kendi tarzınızı yaratırsınız. Kendinizde ifade etmek istediğiniz şeyin ortaya çıkarılmasına yardımcı olur bu sözcük.
Peki sizin ifade etmek istediğiniz nedir?
Duygu. Biyolog Savy’nin çok yerinde bir sözü vardır: “Başlangıçta duygular vardı, eylem yoktu.” Bir amipe dokunursanız geri çekilir; hisleri vardır, konuşmaz ama hisseder. Bebek ağlar, at koşar. Sadece bize, bize verilmiştir eylem. Budur bir politikacıyı, bir yazarı, bir peygamberi yaratan. Eylem korkunç bir şeydir. Koklayamazsınız. Ama bu duyguyu dillendirebilecek hale gelmek hiç kimsenin tahmin edemeyeceği kadar zordur… Çirkindir… İnsanüstüdür… İnsanı öldürebilecek bir hünerdir.
Ama yine de, her zaman yazma ihtiyacı duyuyorsunuz.
Hiçbir şey karşılıksız yapılmaz. Bedelini ödemek zorundasınız. Kurguladığınız bir hikâyenin hiçbir değeri yoktur. Değer taşıyan tek hikâye, bedelini ödediğinizdir. Ancak bedelini ödediğiniz bir hikâyeyi dönüştürme hakkınız vardır. Öteki türlüsü rezil bir durum. Bana gelince, ben çalışıyorum… Bir sözleşmem var, onu yerine getirmek zorundayım. Şimdi altmış altı yaşındayım, yüzde yetmiş beşim iptal olmuş durumda. Benim yaşımdakilerin birçoğu emekli. Bense Gaillard’a altı milyon borçluyum… yani devam etmek zorundayım. Hazırlık aşamasında olan bir romanım daha var: daima aynı iş… Devede kulak. Bildiğim yalnızca birkaç roman var. Ama roman dantele benzer biraz… manastırlarla yok olmuş o sanata. Romanlar, arabalara, sinema filmlerine, televizyona, cümbüşe karşı savaş veremez. Karnı tok sırtı pek, büyük savaştan kurtulmuş bir adam akşamları eşinin yanağına bir buse kondurur, günü geçirmiştir artık. İşi bitmiştir.
(Söyleşi: 1960 yılında bir süre sonra)

Passage Choiseul’de uzun süre mi yaşadınız?
Evet, on sekiz yıl, orduya katılana kadar. Orada yoksulluk son safhadaydı. Yoksulluktan da beter bir şeydi; çünkü yoksullukta kafa dağıtabilir, hovardalık yapabilir, sarhoş olabilirsiniz, ama bu sonu gelmeyen bir yoksulluktu, köklü bir yoksulluk. Korkunçtu. Bütün hayatım boyunca noodle yedim ben. Annem yıpranmış dantelleri onaran bir kadındı. Bu dantellere koku bir sinerse bir daha hiç çıkmazdı. E tabii, kokulu danteller de satılmazdı. Kokmayan yiyecek neydi peki? Noodle. Taslar dolusu noodle yedim. Haşlanmış noodle, evet evet; bütün gençliğim noodle, lapa yiyerek geçti; kokmayan şeyler yani. Passage Choiseul’daki mutfağımız ikinci kattaydı, bir dolap kadardı ancak. İkinci kata dönen bir merdivenden çıkılırdı; noodle’ın kaynayıp kaynamadığına bakmak için sürekli inip çıkmak gerekirdi; katlanılmaz bir şey! Annem topaldı, bir bacağı sakattı; o haliyle o merdivenleri çıkmak zorundaydı. Günde yirmi beş kez tırmanırdık o merdiveni. Öyle bir çekilmez bir hayattı işte! Babam memurdu, beşte gelirdi eve. Annemin dantellerini dağıtırdı sonra. Ah ah, yoksulluktu bu, ağır bir yoksulluk.
Sizi etkileyen bir şok, yazınsal bir patlama geçirdiğinizi hatırlıyor musunuz?
Hayır, asla! Ben önce tıbba gönül verdim; edebiyata değil kesinlikle. Aman Allahım, asla! Bana göre hünerli insanlar her zaman Paul Morand, Ramuz, Barbusse’tur, edebiyat için yaratılmış adamlar yani.
Çocukluğunuzda, yazar olacağınız aklınıza gelmez miydi hiç?
Ah, hayır, hiç, asla, asla, asla. Doktorlara karşı inanılmaz bir hayranlık duyardım. Doktorluk bana olağanüstü gelirdi. Tutkum tıptı benim.
Çocukluğunuzda, bir doktor size ne ifade ederdi?
Hasta olan anneme, babama bakmaya Passage Choiseul’e gelen bir adamı sadece. Gerçek anlamda çalışmak gibi görünmüyordu yaptığı; insan vücuduna şaşırtıcı şeyler yaparak iyileştiren mucizevi bir adamdı benim gözümde. Mükemmel bir şeydi bu benim için. Adam çok bilgili görünürdü. Kesinlikle büyüleyici gelirdi bana.
Peki bugün bir doktor size ne ifade ediyor?
Artık doktorlar toplum tarafından hor görülüyor, herkes onlarla rekabet içinde; artık saygınlıkları kalmadı doktorların, hiç kalmadı. Kılığı benzincilerdeki pompacılara benzediği için, yavaş yavaş pompacıya dönüşüyorlar, yanlış mı? Artık söyleyecek sözleri kalmadı; ev kadınlarının bile Larousse Médical’i var artık. Hem sonra hastalıklar da eski saygınlıklarını kaybetti, sayıları daha az artık; frengi yok, bel soğukluğu yok, tifo yok. Antibiyotikler trajediyi tıbbın elinden aldı. Bu yüzden artık veba da yok, kolera da.
Doktorluk mesleği, kitaplarınıza da yansıyan bazı keşifler, deneyimler sunmuştur size.
Evet, evet. Otuz beş yıl doktorluk yaptım, tabii bunun da bir anlamı var. Gençliğimde çok koşuşturdum. Çok merdiven çıktık, çok insan gördük. Bu deneyimin bana her açıdan çok, hem de çok yardımcı olduğunu söylemeden edemem. Ama tıbbi romanlar yazmadım asla, bu acayip sıkıcı olurdu… Soubiran gibi.
Tıp aşkı çok erken yaşta içinize girdi, ancak bambaşka bir yolda devam ettiniz.
Evet, hem de nasıl! Satın alma görevlisi yapmak istiyorlardı beni, büyük bir mağazada tezgâhtar olmamı istiyorlardı. Çünkü hiçbir şeyimiz yoktu, ailemin durumu kötüydü. Görüyorsunuz ya yoksul geldim, yoksul gidiyorum.
Annenizin sizin üstünüzde büyük bir etkisi var mı?
Her şeyden önce, karakterlerimiz aynı. Öylesine sert, öylesine katlanılmaz bir kadındı ki! Evet, bir mizacı vardı, ama hayattan zevk almayı bilmiyordu, o kadar. Daima üzüntülü, daima trans halindeydi. Hayatının son dakikasına kadar çalıştı.
Size nasıl hitap ederdi? Ferdinand diye mi?
Hayır, Louis diye. Büyük bir mağazada, Hôtel de Ville’de, Louvre’da görmek isterdi beni, satıcı olarak. Onun hayaliydi bu. Babam da onun gibi düşünürdü, çünkü babamın edebiyat öğrenimi çok başarısız geçmiş. Dedem de doktora yapmış bir adam. Söylediklerine göre ikisi de o kadar başarısız olmuş ki hayatta, benim ticarette başarılı olacağıma inanırlardı.
Babanız öğretim hayatında daha iyi bir konuma gelemez miydi?
Gelebilirdi tabii, ama bakın ne olmuş: öğretmenlik diplomasına ihtiyacı varmış ama eğitim derecesi yeterli değilmiş. Parası olmadığı için de devam edememiş eğitime. Bir de babası ölüp geriye bir kadın beş çocuk bırakınca…
Babanız ne zaman öldü?
Journey kitabımın çıktığı yılda, otuz ikide.
Kitap çıkmadan mı?
Evet, hemen önce. Zaten sevmezdi o kitabı. Hem kıskanıyordu da beni; bir yazar olarak görmezdi de zaten. Ben de kendimi yazar olarak görmüyorum ya, en azından bir konuda aynı düşüncedeydik.
Anneniz kitaplarınızı nasıl bulurdu?
Kitap yazmanın tehlikeli, kötü olduğuna inandığı için sorun oluyordu. Bunun sonunun çok kötü olacağını düşünürdü. Çok tedbirli bir tabiatı vardı.
Kitaplarınızı okudu mu?
Okuyamadı, okuyamazdı. Okusaydı eğer, çok adi olduğunu düşünürdü. Hem zaten kitap okumazdı annem, kitap okuyan kadınlardan değildi. Kendini beğenmiş de değildi aslında. Ölünceye kadar çalışmaya devam etti. Cezaevindeyken öğrendim öldüğünü. Hayır hayır, Kopenhag’a gidiyordum öldüğünü duyduğumda. Korkunç, iğrenç bir yolculuktu. İğrençti; ama unutmayın ki her şeyin sadece bir tarafı iğrençtir. Bilirsiniz, deneyim sadece onu tutanı aydınlatan neredeyse sönük bir lambadır… paylaşılamaz… Ben de bunu kendime saklamalıyım. Bence, söyleyecek güzel bir hikâyen varsa ölmeye hakkın vardır. Oraya kabul edilmek için hikâyeni anlatır, yoluna devam edersin. Death on the Installment Plansembolik olarak budur, ölü olmanın ödülü… Sözü geçenin yüce Tanrı değil, şeytan olduğunu, insanoğlu olduğunu gösterir. Doğa iğrençtir; baksanıza kuşların, hayvanların hayatına.
Hayatınız boyunca ne zaman mutluydunuz?
Lanet olsun ki hiçbir zaman. Mutlu olmak için yaşlanmak gerek. Arzularımdan vazgeçmek karşılığında bana çok para verseler, mest olurum. Çünkü o zaman emekli olup bir yere kaçma fırsatım olur, çalışmak zorunda kalmam, öteki insanları seyrederim sadece. Mutluluk demek deniz kenarında tek başına huzur içinde olmaktır. Çok az yemek, evet evet. Hatta nerdeyse hiçbir şey yememek. Ne elektrik ne eşya kullanırım; bir mum yeter. Bir mum yakıp, gazete okurum. Öteki insanların heyecanlı, azimle tutuşmuş hallerini seyrederim, gösteriye dönmüş hayatlarını, ritmi yakalamak için birbirlerini davetlere çağırma yarışlarını. Gördüm ben bu hayatı, bir zamanlar aralarında yaşadım bu insanların… Tam bir komedi! Zamanlarını böyle geçirirler. Birbirlerini takip edip aynı golf kulüplerinde, aynı restoranlarda buluşurlar.
Eski günlerinize dönebilseydiniz, edebiyat dışındaki zevkleri hayatınızdan çıkarır mıydınız?
Kesinlikle evet! Mutluluk aramıyorum ben, sevinci hissetmiyorum. Hayattan zevk almak mizaca, yiyip içtiğinize bağlıdır. İnsan güzel şeyler yemeli, içmeli ki günler çabuk geçsin, değil mi? Güzel şeyler ye, iç, arabayla gezinti yap, gazete oku, gün hemen geçiverir. Gazete oku, birkaç misafir gelsin, sabah kahvesini iç, yürüyüşten dönünce bir de bak, öğle yemeği zamanı! Öğleden sonra birkaç ahbapla görüş, gün bitiversin. Akşam oldu mu her zamanki gibi yat, uyu. İşte bu kadar. İnsan yaşlandıkça, gün daha hızlı geçiyor değil mi? Gençlikte gün bitmeyecek gibi uzundur, ama yaşlandıkça çabucak bitiverir. Emekliyseniz, gün şimşek gibi geçer, oysa çocukken çok yavaştır.
Maaşlı bir emekli olsaydınız zamanınızı nasıl geçirirdiniz?
Gazete okurdum. Kimsenin beni göremeyeceği bir yerde yürüyüşe çıkardım.
Burada yürüyüşe çıkabiliyor musunuz?
Hayır, asla! Çıkmasam daha iyi.
Niçin?
Tanırlar beni; istemem. Görülmek istemiyorum. Bir limanda olsa gözden kaybolabilirim. Le Havre’de… Le Havre’deki güvertelerde kimse sizi fark etmez. İhtiyar bir denizciden, ahmaktan başka bir şey göremezsiniz oralarda.
Gemileri sever misiniz?
Ah, evet! Evet! Onları seyretmeye bayılırım, onların gelişini, gidişini seyretmeye. Gemiler, rıhtım, ben; öyle mutlu olurum. Gemiler duman çıkarır, giderler, dönerler, ama sizi ilgilendiren hiçbir şey yoktur. Kimse size bir şey sormaz! Sonra yerel gazete Le Petit Havrais’i okursunuz, işte… işte bu kadar. Hepsi budur. Ah ah, hayatım bambaşka geçerdi.
Hiç örnek aldığınız kişiler oldu mu? Benzemek istediğiniz insanlar?
Hayır, çünkü herkes mükemmel, hepsi; ben o kadar da mükemmel olmak istemem, yok böyle bir arzum. Benim istediğim tek şey kimsenin umursamadığı bir ihtiyar olmak. Onlar ansiklopedilere giren insanlar, ben istemem bunu.
Aslında günlük hayatınızda karşılaştığınız insanları kastetmiştim.
Yo, hayır, hayır, hayır! Onları daima başkalarına alavere dalavere yaparken görüyorum, sinirlerimi ayağa kaldırıyorlar. Hayır. Annemden bana geçen bir alçakgönüllülük var, mutlak önemsizlik duygusu, hem de son haddinde bir önemsizlik. İstediğim tek şey insanların beni tamamen yok sayması. İnzivaya çekilmek için bir arzum, hayvani bir isteğim var. Boulogne’yi, evet Boulogne-sur-Mer’i çok severdim mesela. Saint-Malo’ya sık sık giderdim, ama artık mümkün değil maalesef. Az çok orada da tanınıyorum artık. İnsanların hiç gitmediği yerler olsun…

(Céline’nin son söyleşisi: 1 Haziran 1961)

Romanlarınızda aşkın önemli bir yeri var mıdır?
Asla. Aşktan söz etmeye hiç ihtiyacımız yok aslında. Bir romancıysanız tevazu sahibi olmanız gerekir.
Peki ya arkadaşlık?
Ondan da hiç söz etmeyelim.
Peki, önemsiz duygular üstünde durmanız gerektiğine mi inanıyorsunuz?
Hakkında konuşulması gereken şey yapılan iştir. Önemli olan tek şey odur. Büyük bir özenle yapmak gerekir bunu. Aşırı bir reklam çabasıyla söz ediliyor bundan. Hepimiz birer reklam nesnesi haline geldik; iğrenç bir şey bu. Herkesin alçakgönüllülüğe değer verdiği bir zaman gelecek elbette. Her alanda olduğu gibi edebiyatta da olacak bu. Reklam hastalığına yakalanmışız hepimiz; rezil bir durum. Yapılması gereken tek şey de işimizi yapıp, çenemizi kapatmaktır. Bu kadar. İnsanlar esere bakar ya da bakmaz, okur ya da okumaz, orası eseri ilgilendirir. Yazarın yapması gereken ortadan kaybolmaktır.
Zevk için mi yazarsınız?
Öyle denemez aslında. Param olsaydı, yazmazdım. Madde bir.
Aşktan ya da nefretten de yazmıyorsunuz?
Yo, ondan da değil. Sözünü ettiğiniz bu duyguları, aşkı, arkadaşlığı seviyorsam bu sadece beni ilgilendirir, okuru değil.
Çağdaşlarınız ilginizi çekiyor mu? 
Hayır, pek sayılmaz. Bir zamanlar savaştan kaçmalarını engellemek için ilgiliydim onlarla. Nasıl olduysa, savaşa katılmadıkları halde zafer sarhoşu oldular. Bense hapse tıkıldım. Onlarla uğraşma işini elime yüzüme bulaştırdım, hiç ilgilenmemeliydim aslında. Uğraşmam gereken tek kişi yine kendimim.
Son kitaplarınızda sizi ifade eden bazı duygular var hâlâ.
Ne olursa olsun kendinizi ifade edebilirsiniz. Bu zor değil.
Son kitaplarınızda kişisel hiçbir şey olmadığına bizi inandırmak istediğiniz anlamına mı geliyor bu?
Hayır, kişisel hiçbir şey yok. Tek bir şey vardır belki, o da hayatla oyun oynamayı bilmediğimdir. Kokuşmuş öteki insanlara karşı artık bir üstünlüğüm var çünkü onlar sürekli hayatla oynaşma halinde. Hayatla oynaşmak demek, yemek, içmek, geğirmek, sevişmek demektir; yani bir adamı günün sonunda bir hiç ya da bir terbiyesiz yapan bir sürü şey demektir. Bense bir oyuncu değilim. Bu da çok işe yarıyor aslında. Neyi seçmem ya da nasıl tat almam gerektiğini biliyorum. Ancak, çökmüş bir Roma imparatorunun da dediği gibi iş geneleve gitmekte değil, hesabı ödememektir, öyle değil mi? Ben hayatım boyunca genelevlere gittim, ama çabuk vazgeçtim. İçki içmem. Yemek yemeyi sevmem. Bunların hepsi saçmalık. Buna hakkım var, değil mi? Tek bir hayatım var; onu da uyuyarak, yalnız kalarak geçirmek istiyorum.
Gerçek bir yazma yeteneği olduğuna inandığınız yazarlar kimler?
Yazar olarak gördüğüm üç ad vardı o önemli dönemde. Morand, Ramuz, Barbuss gerçek anlamda yazarlardı. O duygu vardı onlarda. Yazmak için yaratılmışlardı. Ama ötekiler öyle değildi. Allah aşkına, hepsi de sahtekârdı, sahtekârlar sürüsüydü. Efendiler, bu sahtekârlardı işte.
Yaşayan en büyük yazarlardan biri olduğunuza inanıyor musunuz hâlâ?
Hayır, pek sayılmaz. Büyük yazarlar… sıfatlara ihtiyacım yok benim. Bunun için önce ölmeniz gerek; ölesiniz ki sonra sizi bir sınıfa dahil etsinler. Yapmanız gereken ilk şey ölmek.
Sizden sonra gelecek nesillerin size karşı adil olacağına ikna oldunuz mu?
Aman Allah’ım, tabii ki ikna olmadım! Belki de o zaman Fransa diye bir ülke bile olmayacaktır. Dökümü yapan Çinliler ya da Barbarlar olacaktır, benim edebiyatım, bilgece oluşturduğum olay örgüsü, üç noktalarım gıcık edecektir onları… Bu mümkün. “Edebiyat”tan söz ediyoruz ya, ben işimi bitirdim, bitti. Death on the Installment Plan kitabımdan sonra, söyleyebileceğim her şeyi söyledim. O kadar da çok değilmiş.
Hayattan nefret mi ediyorsunuz?
Doğrusu, hayatı çok sevdiğimi söyleyemem, hayır. Canlı olduğum için, sorumluluklarım olduğu için hayata katlanıyorum. Ama bunun dışında, tamamen pesimist ekolü temsil ediyorum. Bir şey için umut beslemem gerekir. Ben hiçbir şey için beslemiyorum bu umudu. Mümkün olduğu kadar acısız bir ölüm umuyorum yalnızca. Herkes gibi. Hepsi bu. Kimse benim için, benim yüzümden acı çekmesin diye. Huzur içinde ölmek yani. Mümkünse bir hastalığa yakalanıp öleyim, yoksa kendimi yorgunluktan öldüreceğim. Öylesi çok daha kolay olurdu. Beni bekleyen şey, ömrüm oldukça yaşayacaklarım hep daha da çetin olacak. Bir yıl öncesine göre daha zahmetle çalışıyorum şu anda; gelecek yıl bu yıldan da zor olacak. Gerçek bu.     

İngilizceden çeviren Nermin Özdilkural





mallorca monologu, thomas bernhard




RUH HALİ

Thomas Bernhard: Mayorka kendi başına beni hiç, ama hiç ilgilendirmiyor. Çünkü burası da kendi evim [Avusturya] gibi bir ülke, bir ada. Kentin, limanın, denizin havası çalışmak için ihtiyaç duyduğum türden. Ben ancak iklimin benim için uygun olduğu yerde çalışabilirim. Burada hem ciğerlerime iyi bakıyorum, hem de beynimi gerektiği gibi kullanabiliyorum. Kendime ve başkalarına karşı ödevim, bir şekilde kafamla bir şeyler yapmak, yani başka bir ifadeyle, kitaplar yazmak ya da cümleleri birbirine bağlamak, ya da düşünceleri –düşünceler burada kuzeydekine göre daha kolay geliyor bana. Avusturya’dayken kafam düğümlenip tıkandığında, buraya geliyorum hemen –gerçekten ideal bir durum.
Öte yandan, çalışma söz konusu olduğunda en mühim mesele –en azından benim için– dilini bilmediğin bir ülkede yaşamaktır, çünkü o zaman insanların sadece hoş şeyler söyledikleri ve sadece önemli felsefî konular üzerine konuştukları hissine kapılırsın. Eğer dillerini anlayacak olursan, saçma sapan konularda konuştuklarını görürsün. İşte İspanya’da bütün bu saçmalıklar felsefî bir hale geliyor benim için.
Temelde, bu kadar çok kötü şey olduğu için yazıyorum. Eğer her şey güzel olsaydı, o zaman muhtemelen hiçbir şey yazamazdım. O zaman hiç kimse yazmazdı. İyi bir haldeyken yazamazsın. Ayrıca, eğer her şey güzel olsaydı, yazmak salakça olurdu, çünkü insanın güzel olan bir şeye kendini bırakması gerekir, değil mi? Ondan faydalanması gerekir. Eğer iyi bir ruh halindeyken masanın başına oturursan, o iyi ruh hali kendi kendini imha etmeye başlar. Neden onun kendini imha etmesine izin vereyim ki? Bütün bir hayatı baştan sona iyi bir ruh haliyle yaşadığını ve hiçbir şey yazmadığını hayal edebilirsin. Fakat, dediğim gibi, iyi bir ruh hali ancak kısa bir süre devam ettiği için, dönüp dolaşıp gene yazmaya başlarsın.

KOMİK FİLOZOFLAR

Komiklik daima bir şeylerin eksikliğiyle ilgilidir, değil mi? Bir kusurla, bir tür ruhsal ya da fiziksel kusurla… Bir palyaçoya güldüğünüzü düşünün. Eğer tamamen normal birisi olsaydı kimse gülmezdi ona, değil mi? Topal ya da tek gözlü olması lâzım, ya da her üç adımda bir düşmesi lâzım, ya da kıçının patlaması veya bir şey fırlatması lâzım. İnsanlar hep bu tür şeylere gülerler, kusurlara ve korkunç acılara…
İnsanları güldürmek istiyor musunuz?
Hayır, ama bu kendiliğinden oluyor zaten. Bunu dert edinmeme gerek yok. Şahsen ben de zaman zaman patlarcasına gülerim, işte bu komik diye düşünürüm. Mesela “Düzelti”yi yazarken ya da metin üzerinde son düzeltmeleri yaparken yüksek sesle güldüğüm oldu, oysa bazı insanlar onda gülünecek bir şey bulamadılar. Bunu hiç mi hiç anlamıyorum. Mesela “Don”u okursanız orada bir sürü komik malzeme bulursunuz, her an kahkahayla gülünecek bir şeyler çıkar karşınıza. Bilmiyorum, insanların mizah duygusu mu yoktur nedir? O kitap hep güldürmüştür beni, bugün de hâlâ güldürür. Canım sıkılıyorsa ya da trajik bir dönemden geçiyorsam, kitaplarımdan birini açar ve gülerim. Bunun neden böyle olduğunu anlamıyorsunuz, değil mi? Tabii bu, zaman zaman komik cümleleri bir arada tutacak ciddi cümleler yazmıyorum demek değil. Zamk gibidir bu; ciddiyet, komik projenin zamkıdır. Yirmi yıldan uzun bir zaman önce, yani yazmaya ilk başladığımda giriştiğim şeyin felsefî anlamda komik bir proje olduğu söylenebilir… Kuru ve saf ciddiyet içeren bir felsefe, haliyle, eğlenceli olmaktan uzaktır, hatta fena halde sıkıcıdır. Oysa Schopenhauer okurken gülebilirim ben. Suratını ne kadar asarsa o kadar eğlenceli olur o. Ancak insanlar onu trajik bir ciddiyetle okuyorlar. Peki ama bir kanişle evlenmiş olan bir adamı ne kadar ciddiye alabilirsiniz ki? Daha en baştan imkânsızdır onu ciddiye almak. Komedyen ve filozoftur o. Bu insanlar büyük tarihî komedyenlerdir. Schopenhauer, Kant, en ciddileri hep böyledir. Pascal da o kendine has Katolik gizemli dinsel haliyle onlardan biridir. Bunlar gerçekten en büyük komik filozoflardır. Daha düşük seviyede olanlar, yani ikinci kategoridekiler tek kelimeyle sıkıcıdır, çünkü onlar bu komik filozofların dayattıkları şeyleri ısıtıp ısıtıp yerler. Onları okumam zaten ben, eğer bir şey okuyacak olursam en büyükleri okurum. Tabii insanın neyin büyük olup neyin olmadığını anlaması zaman alıyor. Bunun için onlarca yıl gerekiyor. Kimse size bu konuda bir şey söylemiyor.
Okulda her şey aynı şekilde tasnif edilmiş, değil mi? Filozoflar da öylece yığılmış halde duruyorlar. Bir turist kafilesi ya da bir ordu gibi sıraya dizilmişler. Binlerce, yüz binlerce filozof var ve tabii ki içlerinden en büyüklerini seçmek zorundasın. Ve tabii ki kimse sana yardımcı olamaz bu konuda.
Eğer bir tür felsefe akbabası olursan –ki ben gençken öyleydim– o zaman hangisini seçeceğini bilirsin. Kant ile Schopenhauer tercih etmeye değer filozoflar arasında yer alırlar, çünkü çılgıncasına komiktirler. Sizce de öyle değil mi?

BABALAR VE ORGANLAR

Herkesin bir babası olduğunu fark ettiğimde okul çağına gelmiştim. Daha önce fark etmemiştim bunu. Bir babam olduğunun farkına varmamıştım, çünkü böyle bir insan ete kemiğe bürünüp karşıma çıkmamıştı hiç. Ne sözü edilirdi, ne de böyle biri vardı ortalarda, anlatabiliyor muyum? Hatta, onun hakkında konuşulmasına dahi izin yoktu. Derken, etrafımdaki oğlanlarla aynı organlara sahip olmadığımı düşündüm; kızları düşünmüyordum, onlar zaten farklıydı.
O zamanlarki en iyi arkadaşıma olanları gayet iyi hatırlıyorum. Altı ya da yedi yaşındaydı, beraber oynardık hep, kapı komşumuzdu, adı da Fakler Gusti’ydi. Birkaç gün içinde ölüverdi Gusti, apandisit yüzünden…. O zaman şöyle düşündüm: “Tanrım, zavallı Fakler Gusti, apandisiti olduğu için öldü işte, oysa bu bana olamaz.” Çünkü muhtemelen apandisitimin olmadığını düşünüyordum. Sanırım, genel olarak bende insanı öldürebilecek hiçbir şeyin olmadığını düşünüyordum. O halde neden, neyin sonucunda ölebilirdim ki? Bu nedenle kendimi gayet şanslı hissettim. Sanırım, benim de insanı öldürebilecek türden organlara sahip olduğumu fark ettiğimde 10 yaşıma gelmiştim bile. Demek ki şöyle bir düşüncem varmış: Baba yok, organ yok ve yakınımda genel anlamda öldürücü herhangi bir şey yok. Sanırım yıllar boyunca benim ana varsayımlarımdan biri bu oldu. Aşağı yukarı 20 yaşıma kadar. Yo hayır, 20’ye kadar değil, çünkü o zaman çoktan ölümcül derecede hasta olmuştum. O halde ne zamana kadar? 15 ya da 16 yaşıma kadar herhalde. Tamam, o halde o yaşlarda şöyle düşündüm: “Hayır, hayır sevgili dostum, sen de her bedenin gittiği yoldan gideceksin. Ve ölüm canı istediğinde elini uzatıp seni alabilir.” Gerçekten bunu ilk fark edişim o zamandır. Sanırım 14-15 yaşıma kadar buna dair bir ipucu bulamadım. Solunumun ne olduğunu da, ciğerlerin nerede olduğunu da bilmiyordum. Kendimi fiziksel olarak algılamamıştım. Her sağlıklı çocuk gibi, sanıyorum.

DİN VE İNANÇ

Çok dindar bir insanım, ama hiçbir inancım yok. Netice itibariyle, dinin inançla bir ilişkisi yoktur. İnanç sadece resmî nizamnamesi bulunan dinlerde vardır. Oysa benim kesinlikle inanca ihtiyacım yok. Ben küçük bir çocuk ve bir Katolik iken herkes komünyon ayinine giderdi, özellikle de günah çıkarmaya. Günah çıkarma hücresine her girişimde altımı ıslatırdım. Panikten… Yüce Tanrı’nın huzurunda bulunduğum için… Şöyle düşünürdüm: “Şu anda her şeyi görüyor ve burada ne olup bittiğini izliyor.” Rahibin huzurundayken de büyük korku duyardım. Ne zaman diz çöksem hemen sırılsıklam olurdum. Tabii sonra fena halde utanırdım, zira haliyle etrafımda küçük bir göl belirmiş olurdu. Sonra şöyle düşünürdüm: “Benden sonra gelen çocuk bu korkunç oğlanın neler yaptığını görecek.”
Tabii minnettarım buna. Sonuçta insan nefret edilme durumuyla ne kadar erken yüzleşirse bu onun için o kadar iyidir, değil mi? Çünkü bir anlamda silahlarını kuşanmış olursun, giderek daha güçlü olursun. Ne zaman birilerinden dayak yesen, sonrasında daha güçlü olursun. Yaralar acıtmaz artık.
Çocukluk sadece tehdide maruz kalınan bir deneyim değildir, kendisi de sürekli bir tehdittir. Çocuklar anne-babalarını, anne-babalara göre çok daha yoğun bir şekilde tehdit ederler, çünkü çocuklar anne-babalarından çok daha kurnazdırlar. Anne- babalar –ki buna genç anne-babalar da dahildir– zaten bir hayli kemikleşmiş haldedirler, çünkü kemikleşme süreci yirmi yaşında başlar. Çocuklar ise tamamen ham haldedirler, hiçbir engel yoktur onlarda, her şey içlerinden akıp geçer, büyü gibi… Bu yüzden çocuklar her şeyi çok daha büyük bir berraklıkla görürler. Yetişkinler sadece hayal güçlerinde yaşarlar, çocukların hayatı ise gerçektir, aradaki fark budur işte. Yirmi yaşından itibaren çoğunlukla sadece hayal gücünle yaşarsın, sadece kitaplarla, öğrendiklerinle, sana söylenmiş olanlarla yaşarsın. Yirmi yaşının üzerindeki insanlar özünde sadece edebiyatla yaşarlar, gerçeklikle değil.

PAPA VE MARANGOZ

Papa olmayı isterdim. Derhal evet cevabı verirdim böyle bir teklife. Ancak korkarım ben hayattayken yeni bir papaya gerek olmayacak. “Yazar” unvanları benim için kesinlikle söz konusu değildir. Ne “yazarlar prensi”, ne “kont yazar”, ne “baron yazar”, ne de “muhteşem yazar”, bunların hiçbirinin bir değeri yok. Hayır, ben gerçek bir papa olmak istiyorum, hakiki papa… Papa Thomas oldu mu hiç? Olmadı, değil mi? O halde kendi adımı kullanacağım: Papa Thomas I.
Papalık sarayı, ki beni daima çok etkilemiştir, oldukça sade bir bina, ikinci kata kadarki kısmı bayağı bir rutubetli, sonuç olarak oldukça beceriksizce inşa edilmiş. Sarayın arka kısmında ise bir marangoz yaşıyor. Gerçekten! Gandolfo Kalesi’nde değil ama, onun hemen karşısında. Oysa ben daima oranın korunaklı ve yalıtılmış bir yer olduğunu düşünürdüm. Bundan bir 15 sene evvel oradan geçiyordum, o zaman da Jean-Paul papaydı herhalde, aşağıda papanın çamaşırları ipe asılmış halde duruyordu. Onun hemen arkasındaki parmaklıklara da marangoz kendi çamaşırlarını asmıştı. Oranın iklimi bayağı serttir, o yüzden orada yaşayanlar sonbahardan itibaren uzun çamaşırlar giyerler. Ve bu beni müthiş etkilemişti, yani papanın çamaşırlarıyla o küçük marangozun –muhtemelen Gandolfo Kalesi’nde tabut yapıyordu– çamaşırlarının o esintide yan yana öylece sallanmaları… Sonra düşündüm ki, eğer dikkatli bakacak olursak, incelik bakımından kilise rakipsizdir. İşte bunu bir kez daha göstermiş oldular: Bir yandan aristokrattırlar, mesafeli, ihtişamlı, haşmetli, ancak gene de ellerinden geldiğince her şeyi kardeşlik ruhuyla bir araya getirirler.
Papa ve marangoz. Bir opera vardır, Çar ve Marangoz adında. Devamı yazılabilir, Papa ve Marangoz diye, ve ilk bölümde perde yükselirken papanın ve marangozun çamaşırları güneş ışığında sallanır.

DÜNYA TİYATROSU

Dünyada olup biten her şey bir tiyatro oyunu, öyle değil mi? Papa aslında aynı zamanda büyük bir oyuncu. Her ne kadar düşük kalite bir oyunda oynuyor olsa da, günümüzün en büyük yorumcularından biri. Papa ve Ronald Reagan ve Brejnev, tıpkı bizim ünlü kabare oyuncuları gibi, ama daha düşük bir düzeydeler. Netice itibariyle bütün bunlar bir tür kabare. Zaman zaman yozlaşıp büyük tiyatroya dönüşen bir kabare… Ama o zaman da çekilmez hale gelip yeniden kabareye dönüşüyor. Kuvvetli şahsiyetler orada gayet güzel bir şekilde, adeta bir kumpanya ruhuyla oynuyorlar. Bugün Carter, Reagan ve Woytila var, eskiden Mussolini, Hitler ve Franko vardı. Her çağın kendine has yıldızları vardır. Sonra arada bir Evita Peron gibi birisi, ya da mesela Liz Taylor çıkar dünya sahnesine. O da pek farklı değildir. Dünya sahnesi denmesi boşuna değil, büyük bir tiyatro bu. Sonra o hain Humeyni girer sağdan, öyle değil mi? Sonra o küçük Kreisky (Avusturya Sosyalist Partisi’nin eski başkanı) sahnenin aşağısından bağırır: “Atlar eyerlendi.” (gülüyor) Bütün bunlar bir hayli eğlenceli.
Ya sizin rolünüz?
Ben dünya tiyatrosunda hiçbir zaman sahneye çıkmıyorum. Dolayısıyla benim rolüm yukarılarda, ışıkların asıldığı ızgaraların orada. Tek başına sahne fonundaki perdelerden birini çekemezsin, ama milyonlarca ya da milyarlarca insanla birlikte çekersin, öyle değil mi? Ve şöyle ya da böyle arka plan değişir. Ama öndeki o birkaç karakter kendi dünyevî oyunlarını sürdürürler. İlâhîliği papa temsil eder, değil mi? O beyaz cübbesiyle… Anlaşılmaz olan şeylerin çoğu Doğu’dan gelir. Kızıl, Karanlık, Korkutucu… Şu anda Brejnev var, ama şimdiden yaşlılığın sillesini yemiş durumda. Sonra birtakım palyaçolar çıkar. Sonra kahramanın sadık dostları, genç yoldaşlar, şişman kuzenler girer. Bir tür Ortaçağ tiyatro oyunu gibi… Sahne son derece pürüzsüz ve yuvarlaktır, yerküre gibi.

MÜZİKAL İNSAN

Ben konuşurken hep aşağıda ayağımla ölçü sayarım. (ayağını gösteriyor) Fark etmediniz mi? Haliyle, aynı anda hem ağzıma hem de ayağıma bakamazsınız. Bir tür kontrpuan bu; bunu yapmak zorundayım, çünkü müzik hissiyatı kuvvetlidir bende. Bir şey söylerken daima ayağımla ölçü sayarım. Tabii ameliyat odasında yatarken bunu yapamazsınız, değil mi? Ama orada fazla konuşacak haliniz olmaz zaten. Duydunuz mu? Aşağıdan ölçü sayıyorum. Müzisyen olmam lâzım benim. Söylediğim gibi… Ayaklarımla ölçü saymadan tek kelime konuşamam. Sadece etimin ve kanımın değil, elimin ve ayağımın da bir parçası olmuş bu, anlatabiliyor muyum? Başparmaklarımla da yaparım bunu. Bu da benim bir acayipliğim. Bakın: “e”yi her zaman ayrık başparmaklarla söylerim, “o”da ise kapatırım onları. Bunu yabancı dil derslerinde öğrenir insan. “O” aşağı doğru gider, “e” ve “i” ise yukarı. Ama bu esnada ayağımın ne yaptığını görmüyorsunuz. O bütün bunları bir arada tutuyor. Söylediğim her şey için geçerlidir bu. Hepsinin senfonik bir tarafı var. Daima. Sizce öyle değil mi? Söylendiğine göre herkes kafasında müzikle ölüyormuş, öyle duymuştum. Her şey tamamen gittiğinde, zihin, insanlar, anılar, geriye daima müzik kalıyormuş. İspatlanmış bir şey bu, bir insan klinik anlamda öldüğünde –bunun ne demek olduğunu biliyorsunuz, değil mi?– müzik mevcudiyetini sürdürüyormuş. Özellikle de kurtçuklar… Kurtçuklar gelip müziği sürdürüyorlarmış. Önce gözün köşesinden giriyorlarmış. Orkestranın kalabalıklığına göre, o insanın ne kadar zamandır ölü olduğu anlaşılıyormuş. Daha ölümün ilk saniyesinde ilk kurtçuk zıplayıveriyor oraya, gözün köşesine. Fakat sol göz mü, yoksa sağ göz mü, bunu kesin olarak bilemiyoruz. Bu da adlî tıp için meselenin en kritik noktası, çünkü bugün hâlâ bu konu üzerinde tartışıyorlar, acaba kurtçuk sol göze mi, yoksa sağ göze mi giriyor. Bununla ilgili sempozyumlar düzenleniyor, bu aralar çok moda böyle “Gözün Köşesi Sempozyumu” gibi şeyler.

EVE DÖNMEK

Bütün zamanımı ciddi bir şekilde geçirmeye çalıştım. Buraya geldiğimden beri, yani 14 gündür, gerçek anlamda ciddi olmaya çalıştım. Ve sonuçta ciddiyim ben. Tamamen ciddiyim. Ciddiyetin tamlığı… Ancak siz bana böyle baktığınızda, benim ciddiyetim bir şekilde gayrıciddi bir hal alıyor. Bu da bana üzüntü veriyor, anlatabiliyor muyum? Ciddiyeti severim. Ciddi ustaları değil, bir usta gibi ciddi olmayı. Bir Avusturyalı usta gibi, bir Alman usta gibi değil. Gene ölüm çıkageliyor tabii burada. Bana sürekli eşlik eden ölümün gölgesi… Seviyorum onu, çünkü benim ciddiyetimin güvencesi o, değil mi?
Ölüm benim için bir tren gibi. Nereye gidersem gideyim arkamdan çekiyorum onu. Demek istediğim, ben onu çekmiyorum, o bana bağlı vaziyette, ben de onu beraberimde sürüklüyorum. Ne yazık ki bu da ciddi değil. Ciddiyetimi elimden alıyorsunuz. Ben genelde ölüm üzerine düşünmem, ama ölüm sürekli benim üzerime düşünür. “Onu ne zaman eve götürmem gerekecek?” diye sorar. Tabii bu bambaşka bir bakış açısı. Ama eve dönme konusunda çok isteksiz olurum hep. Eve dönmek ölmekle aynı şeydir ve ölü olmak evde olmaktır. Pascal bunu daha önce söylemişti. Eve vardığında ölürsün. Ebedî istirahat, ebedî olarak evde olmak ölümdür. İşte bu yüzden eve çok isteksizce giderim. Eve vardığımda o siyah eliyle orada bekliyor olur. Kapıdan girdiğimde hep görürüm onu, o Curd Jürgens elini… Bilir misiniz Jürgens’i, bir oyuncudur. Salzburg’da ölüm, iskelet eller… İçeri girerim ve “krrrrak!”, omzumda o baskıyı hissederim. Bu yüzden, eğer dikkatli bakarsanız görürsünüz, şu omzum biraz çöküktür, ölümün baskısından dolayı işte. Bunu düzeltemiyorlar, ameliyat da edilmiyor. İşte sağ omzumda oturan o şey benim korkum. Kalıcı bir yuva kurmuş olan o ölüm kuşu. Demek istediğim şey çok daha ciddi bir şekilde de söylenebilirdi. “Ölüm kuşu” yerine sadece “ölüm” derseniz ciddi olur. Tek bir sözcükle ifade edebileceğiniz zayıf fikirler… Bir fincan kahve gibi… Gerçi bu da ciddi değil, öyle değil mi, çünkü eğer ölümü bir fincan kahveyle karşılaştırırsanız, pek ciddi bir şey olmaz bu. Gerçi doğal olarak her şeyi her şeyle karşılaştırabilirsiniz.

FİKİRLER

Bir filozofun mahkemede söyleyeceği hiçbir şey yoktur. Çünkü filozoflar için yargıç kıskanç, ufak tefek bir adamdır, başında ağır –en ucuzundan, ama gene de ağır– siyah bir kukuleta vardır. Kendisi dışında her şeyden nefret eder, çünkü her şey onu bunaltır. O yüzden filozofların pek şansı yoktur. Eğer yargıcın boğazı ağrıyorsa, o zaman fazladan bir yıl daha ceza alır filozoflar; başı ağrıyorsa iki yıl daha; eğer kanserse müebbet alırlar, çünkü çok öfkelidir adam. Eğer iyi günündeyse, en düşük cezayı alırlar. Ama bütün yargıçlar kötü günlerinde oldukları için –hiçbir zaman iyi gününde olan bir yargıç görmedim– neredeyse her zaman en yüksek cezayı alırlar. Çünkü hepsi kanserdir, çünkü karıları bunu kafalarına kazırlar, “bekle ve gör, sonunda kanser olacaksın” diye. Dünya mahvolup gider böylece.
Önyargılardan başka bir şey yoktur. Sahip olduğum bir yargı ancak bir önyargı olabilir. Eninde sonunda sadece önyargılar vardır, çünkü tartışılmaz hükümler veren yargıçlar bile eninde sonunda önyargılarını kullanırlar. Yargı diye bir şey yoktur. Demek istediğim, sürekli insanlar ve durumlar hakkında yargıda bulunursun, ama aslında bunlar önyargıdır. Bütün dünyayı önyargılarınla suçlayıp durursun, sadece önyargılarla…
Her şeyi her şeyle mübadele edebilirsin. Doğanın cazibesi ya da büyüklüğü buradadır. Fakat insanların dramı şudur: Genellikle yetiştirilme tarzlarından ya da kötü eğitimden ve hatta edebiyattan dolayı sadece belli bir fikre sabitlenmekle kalmazlar, onu kafalarına çivilerler.
Herkes beynine çivilenmiş fikirlerle dolaşır ve sürekli olarak etrafına bağırıp çağırır. Dünyadaki gerçek dram budur, değil mi? Yazarlar da aynen böyledir. Her yerde çiviler ve fikirler… Ölüm, yaşam, aşk, iffet, şehvet, bütün bunlar… Gerçek dram budur.
Ah evet! Bir şeyi unuttum. Ölümsüzlük bâkîdir doğal olarak. Şu işe bakın, ölümsüzlüğümü unuttum bir an için. Doğru ya. Bunu bilmek içimi rahatlatıyor, çünkü biliyorum ki ben eninde sonunda ölümsüzüm, değil mi?
Peki ama nasıl?

Çeviren: Kerem Eksen
Bir+Bir, sayı 16, Şubat-Nisan 2012




15 Ekim 2017 Pazar

yaşlı adam ve deniz ve hemingway


Ernest Hemingway, 1952 yılında yayımlanan ‘Yaşlı Adam ve Deniz’romanıyla 1953’te Pulitzer Ödülünü, 1954’teyse Nobel Edebiyat Ödülünükazanmıştı. Dünya edebiyatına katkılarından dolayı Hemingway’e verilen Nobel Edebiyat Ödülünün sunumunda, özellikle yazarın ‘Yaşlı Adam ve Deniz’ romanı vurgulanıyordu. O yıllardan sonra Hemingway’le başyapıtı Yaşlı Adam ve Deniz’in tüm dünyadaki ünü giderek arttı. Küçük Prens’inher çocuk tarafından okunduğu gibi, Yaşlı Adam ve Deniz’in de her yetişkin tarafından okunması gereken bir başyapıt olduğu yazılıp söylendi.
“İnsan Yenilmek İçin Yaratılmadı. Âdemoğlu Mahvolur Ama Yenilmez”
Peki, üç saatte okunabilen, yüz otuz sayfalık bu kısa romanı 20.yüzyılın en önemli başyapıtlarından birisi haline getiren neydi? Hemingway, Florida sahillerinden okyanusa açılan Kübalı yaşlı balıkçıyla, onun kovaladığı kılıçbalığının mücadelesini öylesine gerçekçi anlatmıştı ki, kitabı okuyanlar kendilerini aynı sandalın içinde hissettiklerini söylüyordu. Seksen dört gündür denizden eli boş dönen Santiago, avını yakalamak için eliyle, koluyla, mızrağıyla, küreğiyle, çakısıyla savaşmaya başladığında okurların zihnine de kitaptan bir satır kazınıyordu: “İnsan yenilmek için yaratılmadı. Âdemoğlu mahvolur ama yenilmez.” Oysa Hemingway’in kahramanlarının en iyi bildiği şeylerden biridir yenilmek. Bu amansız av boyunca, yaşlı balıkçı yaşamı da sorgular. Kimi zaman kendisiyle, kimi zaman yedekteki kılıçbalığıyla, kimi zaman da köpekbalıklarıyla konuşur. Kılıçbalığını canlıyken de ölüyken de sevdiğini düşünür. Sonra kendini aklayan o ünlü söz gelir: “Zaten her şey şu ya da bu biçimde başka bir şeyi öldürmekle meşgul.”
Romanın sonunda Kübalı yaşlı balıkçı yenilir mi, yener mi tam olarak bilemezsiniz ama ona içten bir saygı duyarsınız. Çünkü Santiago, mızrağı kılıçbalığının kalbine gönderirken bile avını yüceltmiş, ondan hep sevgiyle söz etmiştir. Avını önce öldürmek için, sonra düşmanlarından korumak için savaşmıştır. Hem de ne savaş, onun için ölümü göze almıştır. Yenerken de yenilirken de istifini bozmamıştır yaşlı balıkçı.
Santiago’nun avına gösterdiği saygı büyüleyicidir, okurken aklınıza Jung’un notları gelir. Nil’de yaşayan Dinkalar, bir su aygırını öldürdüklerinde, hayvanın karnını yarıp içine girdikten sonra diz çökerek su aygırının ruhuna şöyle seslenirlermiş: “Sevgili ve iyi su aygırı, seni öldürdüğümüz için bizi bağışla. Bunu kötülük için değil, etine gereksinim duyduğumuz için yaptık. Erkek ve kız kardeşlerine öldürüldüğünü sakın söyleme, onlara insanları çok sevdiğini söyle. Biz de seni çok seviyoruz ve etini de severek yiyeceğiz.” Yaşlı balıkçı da yüzyıllar sonra avına Dinkaların gösterdiği saygıyı göstermiştir.
“Deniz Bildiğimiz Deniz, Yaşlı Adam da Yaşlı Adam”
Yaşlı Adam ve Deniz’i okuyanlardan bir bölümü, romandaki olaylar ve karakterlerin aslında başka şeyleri temsil ettiğini söyleseler de Hemingway bu tür yakıştırmalara prim vermez. Romanın kapitalizmi eleştiren veya İncil’e göndermelerde bulunan semboller içerdiği yönündeki değerlendirmelere karşı Hemingway’in yanıtı sert olur: “Kitapta sembolizme ilişkin hiçbir şey yok. Deniz bildiğimiz deniz, yaşlı adam da yaşlı adam. Kitaptaki köpekbalıkları, denizdekilerden daha iyi veya daha kötü değiller. İnsanların kitapta buldukları sembolizm örnekleriyse zırvadan ibaret.” Sadece bu yanıtı bile Hemingway’in eşsiz romanı hakkında yeterince ipucu veriyor: Kısa, açık ve anlaşılır. Her şey olduğu gibi, abartısız, içten ve olabildiğince sade. Yaşlı Adam ve Deniz’i bir başyapıt yapan da bu sadeliği olsa gerek.
“Yazabileceğimin En İyisi”
Ernest Hemingway, Yaşlı Adam ve Deniz için editörüne “Bu, tüm yaşamım boyunca yazabileceklerimin en iyisi” demişti. Hemingway’in çağdaşı, Nobel ödüllü bir başka büyük yazar William Faulkner ise Yaşlı Adam ve Deniz için şöyle yazmıştı: “Hemingway’in en iyi romanı. Bizimkiler -bizimkiler derken çağdaşımız olan yazarları kastediyorum- içinde de en iyisi olabilir, bunu zaman gösterecek. Bugüne dek Hemingway’in karakterleri kendi kendilerini yaratıyor, kendi hamurlarından kendilerini şekillendirip güçlüklerle nasıl baş edebildiklerini kanıtlarcasına, zaferlerini de yenilgilerini de kendi elleriyle hazırlıyorlardı. Hemingway, bu kitapta ilk kez Tanrıyı keşfetti.” demişti.

kaynak: bilgi yayınevi