28 Mart 2018 Çarşamba

rüyamız



Bir havuz kenarında yan yana oturmuşuz;
Bu su bizim gölgemiz,biziz şeffaf ve temiz.
Su sesine uyarak bir şarkı tutturmuşuz,
Açılan güller gibi suda gönüllerimiz.

Ne vakitten beridir burada oturmuşuz?
Dünden, hatta bugünden bile yok haberimiz.
Yaşamanın en güzel noktasında durmuşuz,
Bir huzur ahengine dalmış gönüllerimiz.

Uyanabilir miyiz sanki böyle rüyadan?
Asırlar kadar uzun,müphem ve tatlı bir an,
Biz o kadar sarhoşuz, o kadar sarhoşuz biz!

İşte gözlerimizde bu suyun derinliği,
İçimizdedir işte bu suyun serinliği;
Biz o kadar, o kadar birbirimiziniz.



Cahit Sıtkı Tarancı-Ömrümde Sükut

21 Mart 2018 Çarşamba

yaz sonu




Sukürenin perisi sen; sen, taşkürenin avcısı, 
Bir kişi daha olsa yanınızda 
Siz orda öpüşürken, 
Ne diyorum bir kişi daha; 
Alamut kalesinde öpüşürdünüz. 
Ona göre gelişirdi her şey, 
Yeni bir güzelduyu açılırdı 
Bir töre cançekişirken

Karagözlü hançer, sen; sen, mavi bakışlı kılıç, 
Unutulmazlarınızı dökerken birer birer, 
İki kişi daha olsa yanınızda, 
Mihri'nin vuruluşu ve çantası 
Ve elindeki tuğla da gelirdi gündeme; 
Daha sonra kesilen barsağı, iki metre; 
Kediler uzaklaşırdı ısrarla camdan bakan; 
Ne diyorum iki kişi daha. 

Kavaldan akan gökyüzü, sen; sen, düşten geçilmez bahçe, 
Sınıf arkadaşları, şarap ve tüzük kokan, 
Dağın Eskisi'ne iki vadiden seslenirken, 
Ne diyorum beş kişi daha olsa yanlarında, 
Ama her şeye üçünün bileşkesine varan; 
Ne bilim-sanatı Hayyam'ın, ne siyaseti Nazım'ın, 
Ne yiğitlik, ne aşk... Bir şey kalmazdı tek başına. 
Ahırlarımızda her zaman sana ayrılmış bir at vardı. 

Ve sen sonunda bir gün çıkar gelirsin diye, 
Çok şeyin adı küçük yazıldı; 
Silinmez anlar vardır, 
Karşı konmaz özlemler, 
Ben şimdi ne istediğimi de bilmeden artık 
Bağırıp duruyorum ya, şurda, 
Sen yaz sonu ilan eden güzel keten, 
Güneşten yırtılmış caz, sen!

Cemal Süreya

19 Mart 2018 Pazartesi

18 Mart 2018 Pazar

"yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. "


"Bu, taşındır" diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. "

Akif

15 Mart 2018 Perşembe

bahar şarkısı



                   


Titrek bir damladır aksi, sevincin 
Yüzünün sararmış yapraklarında; 
Ne zaman kederden taşarsa için 
Şarkılar taşırsın dudaklarında. 

İşlerken hülyama sesten örgüler, 
Bir çini vazodan dökülen güller 
Gibi hülyada fecirler güler, 
Buruşmuş bir çiçek parmaklarında. 

Gözlerin kararan yollarda üzgün
Ve bir zambak kadar beyazdır yüzün; 
Süzülüp akasya dallarında gün 
Erir damla damla ayaklarında. 

Sesin perde perde genişledikçe 
Solan gözlerinden yağarken gece ,
Sürür eteğini silik ve ince 
Bir gölge bahçenin uzaklarında. 

Sen böyle kederden taştığın akşam, 
Derim dudağında şarkı ben olsam; 
Gözlerinde damla ve içinde gam, 
Eriyen renk olsam yanaklarında!


Dıranas

14 Mart 2018 Çarşamba

zülf-i siyâhı sâye-i perr-i hümâ imiş


Zülf-i siyâhı sâye-i perr-i Hümâ imiş
İklim-i hüsne anın içün pâdişâ imiş

Bir secde ile kıldı ruh-i âftâbı zer
Hak-i cenâb-ı dost aceb kîmyâ imiş

Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş

Görmez cihânı gözlerimiz yârı görmese
Mir'ât-ı hüsni var ise âlem-nümâ imiş

Zülfün esîri Bâkî-i bîçâre dostum
Bir mübtelâ-yı bend-i kemend-i belâ imiş

Bâki



Sevgilinin siyah saçları,
hüma kuşunun kanadının talih bağışlayan gölgesi imiş.
Onun için o güzellik ülkesinin sultanı imiş.


Bir secde etmekle güneş gibi güzel yüzü altına dönüştü
Sevgilinin çevresinin toprağı nasıl bir kimya imiş

Yüksek sesini bu aleme Davut gibi sal
Çünkü bu gök kubbede baki kalan ancak hoş bir seda imiş.

Gözlerimiz sevgiliyi görmezse dünyayı görmez olur.
Onun güzelliğinin aynası varsa dünya görünür olur.

Bu biçare Baki zülfünün esiridir sevdiğim,
Bela kemendinin esaretinin bir tiryakisi imiş


resim: the lovers, magritte

13 Mart 2018 Salı

veda



Elimde, sükutun nabzını dinle,
Dinle de gönlümü alıver gitsin!
Saçlarımdan tutup, kor gözlerinle,
Yaşlı gözlerime dalıver gitsin!

Yürü, gölgen seni uğurlamakta,
Küçülüp küçülüp kaybol ırakta
Yolu tam dönerken arkana bak da,
Köşede bir lahza kalıver gitsin!

Ümidim yılların seline düştü,
Saçının en titrek teline düştü,
Kuru yaprak gibi eline düştü,
İstersen rüzgara salıver gitsin!

Necip Fazıl KISAKÜREK



12 Mart 2018 Pazartesi

pazartesi ne dersiniz

                     

Bir dağın başı beyaz,eriyor,ne dersiniz
Toprak bir hamle daha yapar mı
Ödünç aldığımız günlere
Geçmişi aynı müzikle tozu dumana katan
Ne dersiniz şimdi bir ebu zer istanbul da mı
Son yazdığı şiiri belki denize atıyor

Birçok düşmanım var benim
Tüm bakıcılarım geceleri evden kaçıyor
Trenler,dolmuşlar,metrolar gömüldükçe ışığa
Bir şiirden bir insan çıkar mı gelecekte
Bir mavzere güvenmiş ne dersiniz

İçin kıyılmış gibi hiçbir şey  senin değil
Meçhul bir kumandan silahsız
Sanki göklere hükmedecek
Dizelerinden çıkan ordularla
Bütün kıta yağmalandı ne dersiniz

Tutuklu harflerle nisan günlerinde
Şimdi otobüsler, yoksul kişilikler
Hangi renk kravatlar takar boyunlarına
Hangi yurtta eskir postalları
Selvi altlarında kabir kuyuları
Derin çukurlarında  yeryüzünün
Bir anda var dalmak bir anda ölmek
Kırklara karışmak ne dersiniz

adem yazıcı



11 Mart 2018 Pazar

ant, ömer seyfettin (11 mart 1884 - 6 mart 1920)



…Ben Gönen'de doğdum. Yirmi yıldan beri görmediğim bu kasaba hayalimde artık seraplaştı. Birçok yerleri unutulan eski ve uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her vakit önünden geçtiğimiz Çarşı Camii'ni, karşısındaki küçük ve harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazı yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışırım. Fakat beyaz bir nisyan dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder.. Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da sevdiği şeyleri uzaktan bir an evvel göremediği için nasıl mahzun olursa, ben de tıpkı böyle merak ve sabırsızlığa benzer bir elem duyarım. O her akşam sürülerle mandaların ve ineklerin geçtiği tozlu ve taşsız yollar, yosunlu ve siyah kiremitli çatılar, yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar, küçük ve ahşap köprüler, nihayetsiz tarlalar, alçak çitler hep bu duman içinde erir…

    Yalnız evimizle mektebi gözümün önüne getirebilirim.

…Büyük bir bahçe... Ortasında köşk tarzında yapılmış bembeyaz bir ev... Sağ her köşesinde her vakit oturduğumuz beyaz perdeli oda... Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur, dersimi tekrar ettirir, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür tarafındaki büyük ve toprak rengindeki binanın camsız ve kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu. Yemeklerimizi pişiren, çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil Ana'nın her gece anlattığı korkunç ve bitmez hikayelerdeki ayıyı bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu vehim ile, rüya dinlemek ve tabir etmek merakında olan zavallı anneme her sabah ayılı rüyalar uydurur, iri ve kızgın bir ayının beni kapıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu ve dudaklarımı yediğini, sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler, ona birçok: "Hayırdır inşallah..." dedirtirdim. Ve tabir ederken benim büyük bir adam, büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı, bana kimsenin fenalık yapamayacağını temin ettikçe yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim!

  …Nasıl sokaklardan ve kiminle giderdim? Bilmiyorum... Mektep bir katlı ve duvarları badanasız idi. Kapıdan girilince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük ve ağaçsız bir bahçe... Bahçenin nihayetinde ayakyolu ve gâyet kocaman abdest fiçısı... Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, beraber okur, beraber oynarlardı. "Büyük Hoca" dediğimiz kınalı ve az saçlı, kambur, uzun boylu ihtiyar ve bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar, gaga gibi eğri ve sarı burnuyla tüyleri dökülmüş hain ve hasta bir çaylağa benzerdi. Küçük Hoca erkekti. Ve Büyük Hoca'nın oğlu idi. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Galiba biraz aptalca idi. Ben arkadaki rahlelerde, Büyük Hoca'nın en uzun sopasını uzatamadığı bir yerde otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından, bana hep "Ak Bey" derlerdi. Erkek çocukların büyücekleri ya ismimi söylerler yahut "Yüzbaşıoğlu" diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan "geldi, gitti" levhası yassı ve cansız bir yüz gibi bize bakar, kalın duvarların tavana yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık durmadan bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz ve keskin çığlıklarıyla sanki daha ziyade ağırlaşır ve bulanırdı...

  …Mektepte yalnız bir nevi ceza vardı: Dayak... Büyük kabahatliler, hatta kızlar bile falakaya yatarlardı. Ve falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük kabahatlilerin cezası ise nisbetsiz ve mikyassız idi. Küçük Hoca'nın ağır tokadı... Büyük Hoca'nın uzun sopası... ki rast geldiği kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki iltimas ediyorlardı. Yalnız bir defa Büyük Hoca kuru ve kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki ertesi günü bile yanıyordu. Ve kıpkırmızı idi. Halbuki kabahatim yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki abdest fıçısının musluğu koparılmıştı. Büyük Hoca bu kabahati yapanı arıyordu. Bu mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta ve zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkar etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun kabahati olmadığını söyledi, ve yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O vakit Büyük Hoca: "Niçin yalan söylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun?" diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı.

  …Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet musluğu koparırken gözümle görmüştüm. Akşam azadında dayağı yiyen çocuğu tuttum:
— Niçin beni yalancı çıkardın, dedim, musluğu sen koparmamıştın...
— Ben koparmıştım.
— Hayır, sen koparmamıştın. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle gördüm.
Israr edemedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu. Ve eğer hocaya söylemeyeceğime yemin edersem saklamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen yemin ettim. Merak ediyordum:
— Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben de biliyordum. Ama o çok zayıf ve hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı.
— Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?
— Niçin olacak. Biz onunla ant içmişiz. O bugün hasta, ben iyi ve kuvvetliyim. Onu kurtardım işte.
Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum:
— Ant ne?
— Bilmiyor musun?
— Bilmiyorum!
O vakit güldü. Ve benden uzaklaşarak cevap verdi:
— Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna ant içmek derler. Ant içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, imdada koşarlar.

  …Sonra dikkat ettim, mektepte birçok çocuklar birbirleriyle ant içmişlerdi. Kan kardeşi idiler. Hatta bazı kızlar bile kendi aralarında ant içmişlerdi. Bir gün bu yeni öğrendiğim adetin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka rahlelerde idi. Küçük Hoca abdest almağa dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca arkasını bize çevirmiş, yavaş yavaş, bir sümüklü böcek kadar ağır, namazını kılıyordu. İki çocuk tahta saplı bir çakı ile kollarını çizdiler. Çıkan büyük ve kırmızı damlayı kollarının üzerinde çizgiye sürdüler, kanlarını karıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. Ant içerek kan kardeşi olmak... Bu, beni düşündürmeye başladı. Şayet benim de kan kardeşim olsa idi hocaya kulağımı çektirmeyecek, ihtimal falakaya yatacağım zaman beni kurtaracaktı. Koca mektebin içinde kendimi yapyalnız, arkadaşsız ve hâmisiz zannediyordum, anneme fikrimi, her çocuk gibi birisiyle ant içmek istediğimi söyledim. Ve andı tarif ettim. Razı olmadı. Ve: "Öyle münasebetsizlikler istemem. Sakın yapma ha..." diye tembih etti.

  …Lakin ben dinlemedim. Aklıma ant içmeği koymuştum. Fakat kiminle? Bir tesadüf, beklenilmeyen bir kaza bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma günleri bizim evin bahçesine bütün komşu çocukları toplanırlardı. Akşama kadar beraber oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budakların benim kadar bir çocukları vardı ki en çok adı hoşuma giderdi: Mıstık... Bu kelimeyi söylerken sanki mütelezziz olur ve hep tekrarlardım. O kadar ahenkli ve taninli idi. Kızlar, bu güzel isme uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık'ı bahçede ve sokakta görünce bir ağızdan söylerler, hâlâ hatırımda:

        Mustafa Mıstık,

Arabaya kıstık,
Üç mum yaktık,
Seyrine baktık!
diye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı. Gülerdi. Biz de bazı bu beyitleri bağırarak tekrarlar, eğlenirdik.

  …Bu iki mini mini beyit benim hayalime bile tesir etmişti. Rüyamda birçok arsız kızların onu büyük bir muhacir arabasına sıkıştırarak ve etrafına üç mum yakarak seyrine baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu dururdu. Niçin birden fırlayıp bu kızlara birkaç tokat atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulmazdı… Hepimizden kuvvetli o idi. Sanki adı gibi her tarafı yuvarlaktı; başı, kolları, bacakları, vücudu... hatta elleri... Bütün çocukları güreşte yenerdi… Ve yazın her cuma sabahı büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da hepimizi geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir cuma günü Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Ben en uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir çakı ile bu dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak, bir burun çıkartır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Ve bunu en güzel ben yapardım.


  …Kendi atımı yapıyordum. Mıstık ve diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu, farkına varmadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı. Ve arasından kayan çakı sol elimin şahadet parmağını kesti. Sulu ve kırmızı bir kan akmağa başladı. O saatte aklıma bir şey geldi: Ant içmek... Parmağımın acısını unuttum, Mıstık'a:
— Haydi, dedim, hazır elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes...
Tereddüt etti. Siyah gözlerini yere dikerek büyük ve yuvarlak başını salladı:
— Olur mu ya... Ant için kol kesmek lazım...
— Canım ne zararı var? diye ısrar ettim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan... Haydi, haydi...
Razı oldu. Elimden aldığı çakı ile kolunu, hatta biraz derince kesti. Kanı o kadar koyu idi ki akmıyor, bir damla halinde kabarıyor ve büyüyordu. Parmağımın kanıyla karıştırdık. Evvela ben emdim. Bu, tuzlu ve sıcak bir şey idi. Sonra o da benim parmağımı emdi.

  …Bilmiyorum aradan ne kadar zaman geçti. Belki altı ay... Belki bir yıl... Mıstık'la kan kardeşi olduğumuzu adeta unutmuştum. Yine beraber oynuyor, mektepten eve beraber dönüyorduk. Bir gün hava pek sıcaktı. Büyük Hoca bizi yarım azat etti. Tıpkı perşembe günü gibi... Mıstık'la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum.. Terimi silemediğim için yüzüm sırılsıklam idi. Büyük ve geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yıkılmış bir duvarın temelleri vardı. Birdenbire karşıdan iri ve kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından, birkaç adam, kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize: "Kaçınız, kaçınız, ısıracak…" diye bağırdılar. Korktuk. Şaşırdık. Öyle kaldık. Evvela ben biraz kendimi toplayarak: "aman, kaçalım..." dedim, ama gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O vakit Mıstık: "Sen arkama saklan…" diye haykırdı, ve önüme geçti. Köpek onun üzerine hücum etti. İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı.

  …Ve biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvarlandılar. Mıstık'ın küçük fesi ve mavi yemenisi düştü. Bu muharebe bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün kuvvetiyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından ve burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala, kaçtı. Mıstık: "Bir şey yok... Acımıyor... Biraz çizildi..." diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum ve anneme başımıza geleni anlattım. Abil Ana beni yere yatırdı. Uzun uzadı kasıklarıma, korku damarlarıma bastı. Ve öyle bir dua okuyarak yüzüme üfledi ki sarımsak kokusundan aksırdım.

   Ertesi günü Mıstık mektebe gelmemişti. Daha ertesi gün yine gelmedi... Anneme Hacı Budaklara gidip Mıstık'ı görmemizi söyledim. "Hasta imiş yavrum, dedi, inşallah iyi olunca yine oynarsınız, şimdi rahatsızlık etmek ayıptır."  Ondan sonra ben her sabah Mıstık'ı iyileşmiş bulacağım ümidiyle mektebe gittim.

   Fakat heyhat... O hiç gelmedi... Köpek kuduzmuş. Baktırmak için Mıstık'ı Bandırma'ya götürdüler. Oradan İstanbul'a göndereceklerdi.

Ve nihayet bir gün işittik ki Mıstık ölmüş...

   …Erken kalktığım açık ve bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana da, çocukluğumu hatırlatır. Yâdımda ezeli ve mor bir fecir memleketi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim. Ve daima, farkında olmayarak, sol elimin şahadet parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bu küçük yara izi, bence pek mukaddestir. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak için o kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen arslan ve bahadır hayalini görürüm.

  Ve kavmiyetimizden, hadsî Türklükten uzaklaştıkça daha müteaffin  derinliklerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun; bu ahlaksızlık ve bozukluk, vefasızlık ve hodgâmlık, adilik ve miskinlik cehenneminin dibinde meyus ve sartlaşmış, kıvranırken saf ve nurdan mazi kaybolmuş bir cennetin hakikatten uzak bir serabı halinde karşımda açılır... Beni müteselli ve mesut eder. Saatlerce Mıstık'ın hatırasıyla, bu muazzez ve necip matemin eskiyip unutuldukça daha ziyade kıymeti artan tatlı ve mahzun acısıyla mütelezziz olurum...



genç kalemler, nisan 1912

10 Mart 2018 Cumartesi

t e k v i n




ve öyle bir yaz geçirdik Tanrının Bahçesinde
Bozuk paralarda sinemalarda gerçeklerde

Uzak görüşlülüğüne inanıp suların her şeydi taze

yalnızlığımız değil

bomboş ellerimizde sonsuz düzenler

anlaşamadık erinçin ve karşı koymanın gerekçesinde

korkusuz belki ama umutsuz değil ve uykusuz

aklımız kendimizin yapacağı bir şeylerde

dünyanın bütün saatleri onikilerde

her şeylere bir başlangıçtık ve bir sonduk

ve kimbilirdi aşk nerde oteller nerde

biz bir acıydık acımız idi bütün fenerlerde

ve kimbilirdi aşk nerde oteller nerde

indik ve yorgun argın ve saygımız idi yok

boşalmış istanbulda gökte ve her yerde

dünyanın bütün saatleri onikilerde


bir nefesin bütün uykusu kendini yonttu bir taştı

yalnızlığımız değil

bütün çocuklar uyudular gelinler ere vardılar
sonra bir sabah ölmüş olduğumuzu okuduk gazetelerde

kimbilirdi aşk nerde oteller nerde


ah, büyük gök yoksulsun suyumuz bile değilsin

ve maviliğin ve karanlığın ve karşıtlığın nerde
ah yüzgöz olduğumuz sanki karımız deniz
ve karşımız ve arkamız ve her yerimiz

kimbilirdi aşk nerde oteller nerde 


turgut uyar

her pazartesi
62-67 notları
gerçek yayınevi
ekim 1968

9 Mart 2018 Cuma

atlı ases


Kilimlerle senin sofalarla var yürüyüşün
Geldik şimdi bu saçların ki çözdüm ve çözmedim
Kuşluk yürüyüşün senin gerinmelerle ikindi yürüyüşün 
İnceciksin terliklerle uzunsun ya da gözlerle

Öyle yürüyüşün ki inmiş atlardan ya Erzurum'dan
Aşkın ardınca oldular ki anlayın işte artık
Hem İzmir'de Kordon boyuyla senin şıkırtıların
Geldik şimdi bu ellerin ki tuttum ve tutmadım

Böyleleyin yürüyüş kilerlerde sayılmış değil
Badem yürüyüşün kavunlarla Kırkağaç yürüyüşün
Çıplaksın yürüyüşünle kaşlarla esmersin ya da
Geldik şimdi bu ayakların ki öptüm ve öpmedim

Taylar gibi yürüyüşün senin Konya düzü gibi
Geldik şimdi bu atlar ki yıkıldım bittim
Ekmeklerle birikmiş değil bolluk böyleleyin
Rüzgarlarla senin buğdaylarla var yürüyüşün



Salah Birsel

8 Mart 2018 Perşembe

kısa pantolon, paslı çakı, dizde kabuk bağlamış yara / kısa çakı, paslı pantolon, gözde yarası kalmış kabuk



Nazlan
Sitem et
Kırıl bana
Beni geç vakit
Tek başıma suya yolla
Bahçede yüzünü öteye çevir
Güle hayret ediyormuş gibi yap
Gülümseyerek konuş da başkalarıyla
Somurt avluda sadece ikimiz kalınca
Kızıp en sevecen adımlarınla üst kata çık
En sevdiğim çiçeğin saksısı kaysın elinden
Derinleşsin ben içerledikçe ruhumdaki sakarlık

Yamru bastım iş değildi hâke çakılmak bayırdan
Dağ sıra dağdı hangi haşin belden yol veresi
Gece hep süzüldü yukarıdan lakayt Kehkeşan
Altımda beni hep yutmaya çağladı nehir
Yetişir hecelemen sök beni bir kere
En zoruma gideni yap hengâme getir
Çel beni tökezlet tuttur çitlere
Ahla istida edecek ahvâl değil
Kim bana kıymazsan bilebilir
Dünya dedikleri samut küp
Acılar tınladıkça bende
Hep seni seslendirir.


İsmet Özel

6 Mart 2018 Salı

kaşağı, ömer seyfettin ( 11 mart 1884 - 6 mart 1920)





                                                     Çocukluk hatıralarından

  Ahırın avlusunda oynarken aşağıdaki, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hüzünlü şırıltısını işitirdik. Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi. Annem, İstanbul’a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan’la artık Dadaruh’un yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu, babamın seyisi, yaşlı bir adamdı. Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk. En sevdiğimiz şey atlardı. Dadaruh’la birlikte onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, ne doyulmaz bir zevkti. Hasan korkar, yalnız binemezdi. Dadaruh onu kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan daha çok hoşumuza gidiyordu. Hele tımar. Bu en zevkli şeydi. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tık tık, tıkı… tık… tıpkı bir saat gibi… Yerimde duramaz,
– Ben de yapacağım, ben de yapacağım! diye tuttururdum.
  O vakit Dadaruh, beni Tosun’un sırtına koyar, elime kaşağıyı verir:
– Hadi yap! derdi. Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdım.
– Kuyruğunu sallıyor mu?
– Sallıyor.
– Hani bakayım?
  Eğilirdim, uzanırdım. Ama atın sağrısından kuyruğu görünmezdi.

                              *

  Her sabah ahıra gelir gelmez,
– Dadaruh, tımarı ben yapacağım, derdim.
– Yapamazsın.
– Niçin?
– Daha küçüksün de ondan.
– Yapacağım.
– Büyü de öyle…
– Ne zaman?
– Boyun at kadar olduğu vakit…
— …
  At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boyum karnına bile varmıyordu. Halbuki en keyifli, en eğlenceli şey bu idi. Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh,
  — Höyt, kerata …” diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı. Ben de bir gün ahırda yalnız başıma kaldım. Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh’un penceresiz küçük bir odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına falan baktım. Yok, yok. Yatağın altında, yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu açtım. Az daha sevincimden haykıracaktım. Annemin bir hafta önce İstanbul’dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı… parıl parıl parlıyordu. Hemen kaptım, Tosun’un yanına koştum. Karnına sürtmek istedim. Rahat durmadı. Dönüp burnuyla bana vurdu. Öteki atlar da durmuyorlardı.
  – Galiba acıtıyor dedim. Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok sivriydi. Biraz körletmek için duvarın taşlarına sürtmeye başladım. Dişleri bozulunca tekrar tecrübe ettim.  Gene atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldırabildiğim en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul’dan gelen, üstelik Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.
  …Babam, her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün yine ahırda yalnızdım. Hasan evde hizmetçimiz Pervin’le kalmıştı. Galiba yıkanacaklardı.  Babam çeşmeye bakarken yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü; Dadaruh’a haykırdı:
  – Gel buraya!
  - …
  - Çıkar bakayım şunu.
  Nefesim  kesilecekti. Bilmem neden, çok korktum. Dadaruh şaşırdı, kırılmış kaşağı meydana çıkınca, babam bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh,
– Bilmiyorum, dedi.
 Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan,
– Hasan dedim.
– Hasan mı?
– Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi.
– Niye Dadaruh’a haber vermedin?
– Uyuyordu.
– Çağır şunu bakayım.
- …
  Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan’ı çağırdım. Zavallının bir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam pek sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı. Hasan’a dedi ki:
– Eğer yalan söylersen seni döverim!
– Söylemem.
– Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?
  Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı! Sonra sarı saçlı başını sarsarak,
  – Ben kırmadım, dedi.
  – Yalan söyleme, diyorum.
  – Ben kırmadım.
  – Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok fenadır. dedi. Hasan inkârında inat etti. Babam öfkelendi. Üzerine yürüdü “Utanmaz yalancı! ” diye yüzüne bir tokat indirdi.Hasan avazı çıktığı kadar ağlamaya başladı. Babam Dadaruh’a,
  – Götür bunu eve. Sakın bir daha buraya sokma. Hep Pervin’le otursun! diye haykırdı. Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü.
    Artık ahırda hep yalnız oynuyordum.
   Hasan evde mahpustu. Yalan söylediği için babam yüzüne bile bakmıyordu. Annem geldikten sonra da affetmedi. Fırsat düştükçe, “O yalancı” derdi. Hasan yediği, tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal vermiyordu.
  - Acaba aptal Dadaruh, atlara ezdirmiş olmasın! derdi. Ertesi sene  yazın annem yine İstanbul’a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan’a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderdik, doktor geldi. “Kuşpalazı” dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağın dibinden hiç ayrılmıyordu.
  Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.
– Niye ağlıyorsun? diye sordum.
– Kardeşin hasta.
– İyi olacak.
– İyi olmayacak.
– Ya ne olacak?
– Kardeşin ölecek! dedi.
– Ölecek mi?
_ …
  Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri Pervin’in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz, Hasan’ın hayali gözümün önüne geliyor “İftiracı! İftiracı!” diye karşımda ağlıyordu. Küçük muhayyilem o vakitki dini terbiyenin dehşetiyle dolmuştu. Yarın ahiret… Kim bilir kardeşim o haksız yediği tokadın acısını benden nasıl çıkaracaktı? Pervin’i uyandırdım.
– Ben Hasan’ın yanına gideceğim, dedim.
– Niçin?
– Babama bir şey söyleyeceğim.
– Ne söyleyeceksin?
– Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.
– Hangi kaşağıyı?
– Geçen seneki… hani babamın Hasan’a darıldığı…
  Lafımı  tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin’e anlattım. Şimdi babama söylersem, Hasan da duyacak belki beni affedecekti.
– Yarın söylersin, dedi.
– Hayır,. şimdi gideceğim.
– Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da uyuyor. Onu öpersin. Ağlarsın. Hakkını sana helal eder.
– Pekala!
– Haydi şimdi uyu!
  Sabaha kadar gene gözlerimi kapayamadım. Hava henüz ağarırken Pervin’i uyandırdım. Kalktım. Ben içimdeki zehirden azabı boşaltmak için acele ediyordum. Fakat heyhat, zavallı masum kardeşim o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh’u ağlarken gördük.
   Babamın dışarıya çıkmasını bekliyorlardı!

18 eylül 1919
Kalamış