23 Haziran 2023 Cuma

şam-ı gariban

                                               



Bir akşam kırlarda kaldım âvâre,
Perilerle her yer meskûndur sandım.
Hayretle baktıkça o vahşet-zâre,
Esrâr-ı hüsn ile meşhûndur sandım.

Yürürken benimle, dağ taş yürürdü,
Her ağaç peşinde gölge sürürdü
İnandım ki beni her şey görürdü
Huzurumla âlem memnundur sandım.

Ezelden beridir, o hücrâ yere
Ninniler söylermiş bir serin dere;
Sırrını bana da açtı meşcere,
Gençliğim orada medfûndur sandım.

Çamlar kanat germiş bir hümâ gibi!
Çayırlar mükevkeb bir semâ gibi!
Çiçekler, acâyib muammâ gibi!
Ne gördümse şaştım, efsûndur sandım!

Sevdâlar demiydi: Bülbül çilerdi,
Servistan içinden bir ses gülerdi,
Çiçekler, kuşlardan bûse dilerdi,
Kâinât aşk ile mecnûndur sandım!

Senenin sonbahar faslı gibiydi,
Toprak, bulut, yaprak paslı gibiydi;
Serviler kararmış, yaslı gibiydi;
Düşünen kayalar mahzûndur sandım.

Mağribi yakmıştı firkat ateşi.
Yuvaya dönmüştü her kuşun eşi,
Dağlara yaslanıp yatan güneşi,
Yaralı, hastadır, yorgundur sandım.

Nûş ettim güneşin akan rengini,
Rûhumu hazz ile yakan rengini;
Ufukta görünce o kan rengini
Felekler ben gibi dil-hûndur sandım.

Sıra dağlar mordu, sular kırmızı,
Suları beklerdi bir peri kızı;
Alnından öperken -akşam yıldızı-
Yeşil gözlerine meftundur sandım.

Su kenarlarında lâleler vardı,
Göllerde âteşîn hâleler vardı;
Uzaktan akseder nâleler vardı;
Bir âhû kalbinden vurgundur sandım.

Reng-i hüsn emerdi ay, Ülker, çemen,
Günün – can çekişen – solgun lebinden,
O gece her şeyi penbe gördüm ben!
O yerin mehtâbı gülgûndur sandım.


Rıza Tevfik Bölükbaşı

1918 
(Serâb-ı Ömrüm)

21 Haziran 2023 Çarşamba

1989



 “ Albay Aureliano Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiğinde, babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o çok uzaklarda kalmış ikindi vaktini anımsayacaktı.”

 

Yüzyıllık Yalnızlık, ilk cümle

Gabriel Garcia Marquez

 

 

Orta 1'deyim. Alaşehir'de. Lâcivert ceketim, gri pantolonum, beyaz gömleğim, takmaktan büyük mutluluk duyduğum kravatım ve ben, meydana yakın havuzun az aşağısında bizi bekleyen sarı Ford minibüse doğru yürüyoruz. Tepeköy'den ilçeye minibüsle (dolmuş'tu minibüsün o zamanki adı) gelirdik. Aslında her gün okula bırakır, okuldan alırdın bizi minibüs. Galiba o gün okula bizi almaya gelemediği ender günlerdendi. Neyse, yolda Mustafa ile karşılaştık, bir gün evvel Türkiye - Sovyetler Birliği'ne yenilmiş, maçı konuşuyoruz, demek ki tarih 11 Mayıs 1989 Perşembe, malum, milli maçlar çarşamba günleri olurdu.


Mustafa ayrıldı mahallesine doğru ve tam sağa, minibüsün bizi beklediği yere doğru yürüyordum ki bakkalın önünde durmuş beyaz bir Mercedes gördüm. Arabanın camları açıktı. Arka koltukta sarı saçlı, sağ gözünü saçlarıyla kapamış, üzerinde gri çizgiler olan beyaz bir tişört, beyaz pantolon olan, güneş gözlüğünü kafasına takmış, sigara içen bir kadın gördüm. O kadar göz alıcıydı ki durup bakakalmışım. Şoför koltuğu boştu, bakkala girmiş, ön koltukta oturan belki 50 yaşındaki kadına bir şeyler anlatıyordu. "Aman abla boş ver" dedi galiba ya da öyle bir şey. Sigaradan çekip külü camdan silkelerken göz göze geldik. Ve bana sımsıcak gülümsedi. Kızardığımı hatırlıyorum. Gülümsemeye çalıştım herhalde kızarıp bozarmak dışında. 2,3 saniye sürmüştür en fazla. Sonra şoför geldi, araba hareket ettiğinde o sarı saçlı güzel kadın çoktan öndekilerle konuşmaya başlamıştı bile. Ben de sağa dönüp minibüse doğru yürüdüm.


3 ay sonra, köyde, kahvede gazeteleri okurken Sabah gazetesinin manşetinde -Acıların Kadını Öldürüldü-(15 ya da 16 Ağustos 1989) kocası tarafından henüz 30 yaşında öldürüldüğü haberini görünce parçalar kafamda birleşti. Bergen'di, üç ay evvel bana gülümsemişti. Çok üzülmüştüm ve keşke güzelce gülümseseydim diye hayıflandım 12 yaşımla.


Alaşehir'de ne işi vardı, Antalya’ya veya Akdeniz taraflarına konsere falan gidiyordu da geçerken uğramak zorunda mı kalmışlardı, bilmiyorum. Bildiğim 3 metre ötemde bana sapsarı gülümseyen, 80'lerde hala yaşayan, hala harbi kadın sesiyle şarkılar söyleyen, fırtınalı hayatının bir yerinde bir çocuğa gülümseyerek belki tebessümünde bir anlık dinlenen, sanki bir filmin içinden bana bakan kadın oydu.


Çok Bergen dinlemem, birkaç şarkısı hariç, ki onlar çok güzeldir. Ama ne zaman dinlesem 34 sene öncesine dokunup gelirim. Hayal meyal aklımda kalan o tebessüm anının bana 80'lerin ruhunu ve arabeskin neden hala peşimi bırakmadığının sırrının birazını fısıldadığını duyarım.

...........................

10 Haziran 2023 Cumartesi

yazar denen garip yaratık


 


Tükenmezin mürekkebi dağılmış, artık sararmış sayfalarda kalan adın, kağıdın suyu yönünde hareleniyor Oğuz.
Sırtı birkaç yerinden kırık, arka kapağı aya izleriyle sapsarı, fiyatı yirmi eski lira olan bir kitap bu. O zamanın parasıyla! Abdülhamid zamanı değil, senin son birkaç yılın… Ön kapakta Sevin’in ahşap kaplamalı, penceresi fesleğenli, dantel tığ işi perdeli resmi de solmakta. Hayati’nin bastığı bir kitap, artık olmayan Sinan Yayınları’nın, artık olmayan bir Cağaloğlu sokağının bir hanının bilmem kaçıncı katında, artık dudaklarımızdan eksik gülümsemelerle ve kimbilir kaçıncı çay bardağıyla ısıttığımız bir odada kitaplarını üst üste yığılı görüyorum… Matbaa kokusu uçmuş, kitaplar kenarlarından başlayıp içe doğru sonbahara kesiyorlar, o sırada Bic tükenmezi mi modaydı, senin tükenmez satırların usul usul ve sessizce sayfada yayılıyor: Engin Ardıç için Albay’dan sevgilerle, Oğuz Atay…

Emekli Albay Hüsamettin Tambay. En çok onu seviyorduk. Albay Hüsamettin’in yalnızlığına Hikmet Benol gibi posta neferi yazılmış, küskün yalnızlığımızı meyhane meyhane gezdiriyorduk, değil mi? Akşamları Papirüs’te buluşuyorduk, Pakize de birazdan gelecekti, onu beklerken iki tane yuvarlayabilirdik, zaten hangi kadın bizi doğru düzgün anlamıştı ki, sıcaklardan neler vardı?

Bu Papirüs, “eski” Papirüs. Ertuğrul daha güler yüzlü o yıllarda, Papirüs’ün masalarında telefon prizi dahi var, en büyük keyfimiz dışarıdan telefon geldiğinde garsonun elinde makineyle masaya seğirtmesi, oturduğun yerden konuşabiliyorsun, o gülünç yıldızlı jetonlar henüz icat edilmemiş.

Herkes oradaydı. Mustafa Gürsel o sırada TRT’de, Hilmi Yavuz Bedrettin’in ilk baskısına hazırlanıyor, Halit Çapın Bay Alkol ile flörtünü sürdürmektedir. Nurer Uğurlu amansız Adana kahkahaları arasında Demirtaş Ceyhun’la söyleşmektedir. Tanju Cılızoğlu Papirüs’ten adam toplayıp Nişantaşı’ya kahveye götürüyor, kumpas kurulmuş, Paşa Demirtaş’la Sarı Bülent’i her akşam bir güzel ütecek.

Biz daha uzak duruyorduk Oğuz, hatırlarsın. Biz o sıra rakı içerdik de, kimseciklerin okumadığı kitaplardan, kimseciklere dönüp bakmayan kadınlardan ve hüzünlerden söz ederdik. Uzun saç modası vardı, kara kıvırcık saçlarımız enselerimize dökülüyordu yanılmıyorsam, ben daha göbek salmamıştım o sıralar, sen de dağlar gibi bir adamdın… Kısık sesin cüssene yakışmıyordu, sesinde kırık bir şeyler vardı galiba, günlük sıkıntıların, köklü öfkelerin, müzmin yalnızlıkların kırdığı bir şeyler vardı. “Seni anlamıyorlardı.” Keçi sakallı ressamların, boyun atkılı sinema yönetmenlerinin, ince hastalıklı şairlerin ağzına pelesenk olmuş bu iki banal kelime sana hiç yakışmıyordu, ama gerçek bal gibi buydu işte ve ben senin ne demek istediğin yılar, yıllar sonra, günün birinde beni de anlamadıkları zaman anlayacaktım.

Kahverengi plastik kaplı, sıradan, kalınca bir deftere günlük tuttuğunu nereden bilebilirdim? Bütün kitaplarını ezberime almış, “Eylembilim”‘in bir an önce bitmesini bekliyordum. San de bana baba gibi edebiyat talim ettiriyordun. Conrad, Hesse, Nabokov okutuyordun. Hatırlıyor musun, “Tutunamayanlar”‘daki Süleyman Kargı’nın şarkılarını Nabokov’un “Soğuk Alev”‘inden arakladığını söylediğim vakit nasıl kan beynine sıçramıştı, nereden bilebilirdim Oğuz, seni üzeceğime Allah’ın benim bin belamı vermesi gerektiğini nereden bilebilirdim, günün birinde o en gizli kıvrımlarında kıvılcımlar çakan beyninin sana oyunların en kötüsünü edeceğini, tıpkı bir Selim Işık, tıpkı bir Hikmet Benol, tıpkı bir Turgut Özben gibi dehşetiyle gülünçlüğü at başı giden bir ölümle, Altay’ın evinde, aptesanede, elinde günün gazetesi kaykılıp gideceğini nereden bilebilirdim?

Öleceğini nereden bilebilirdim? Birlikte bir resim çektirmek bile aklımıza gelmemişti. Londra’dan gönderdiğin mektuplarda umutlu görünüyordun, bizim kafamıza dank ettikten sonra senden kaçar olmuştuk. İçin ucuz çeviri romanlara dönmesini, ölümcül olduğunu bildiğin hastanın karşısında iyimser budala oyunları oynamanın o hiç de şirin olmayan komikliğine sıvanmayı istemiyorduk…(Aşağı Muvar vadisinin iki muvannit serserisi!)

Tuhaf, çevremizi ölüler kuşatmıştı da biz ölümü pek umursar değildik, Altay’ın oğlu yirmi bir yaşında kanserden gitmişti, benim sevgilim otuz dört yaşında saçma sapan bir ameliyatta ölmüştü, Selim Işık tabancayı seçiyor, Hikmet kuşkulu bir şekilde balkondan atlıyordu. Dağ gibi adamların kırk üç yaşında şiddetli baş ağrılarıyla uç veren beyin urlarından gürleyip gidebilecekleri hangi kitapta yazıyordu Oğuz?

Aramızda eşşek kadar yaş farkı vardı, ama iki koca bebek, iki oyun arkadaşıydık. “Tutunamayanlar” çıktığı zaman, “Her mühendisin çekmecesinde birkaç roman taslağı vardır.” yumurtlayan çok aziz bir dostumu nasıl döveyazdım sen bilmiyordun; Pakize’yle nikah davetiyenizi eve getirdiğimde çok sevdiğin pederimin “Eh evladım, sonunda bir yere tutundun demek…” lafına nasıl da gülmüştü, Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nin o zamanlar soğuk ve sevimsiz griliklerinde nikah şekerini ben tutmuştum, likörlü çikolata akmış, senin ve Pakize’nin şerefine Beymen’den aldığım yeni pantolonu berbat etmişti, şekeri evde kalmış kızlara tuttururlarmış meğer, kısmeti açılsın diye, nasıl kızmıştım… Ali’nin(Poyrazoğlu) o başörtülü nineleri, akraba ve tallukatı dehşete düşüren, ortalığa bir bomba gibi düşen şakasını hatırlıyor musun Oğuz? Ya Bodrum’a “müveccihen” yola çıkışınızda ucuz bir Amerikan filminden öğrendiğimiz üzere senin beyaz Renault’un tamponuna konserve tenekesi bağladığımızı? O Renault ile kaç kez yolda kalmıştık, Kumkapı’ya gümüş balığı yemeye giderken kaç kez açlıktan midemiz guruldamıştı, süper benzin pahalıydı, normal dolduruyorduk, “tıkanma yapıyordu!”

Ne hınzır heriflerdik…Hayatta başarabildiğimiz en önemli şeylerden biri kendi kendimizi göz hapsine almaktı, düşman kazanmaktan ben gizli zevkler mi alıyordum ne, senin ciddi ciddi kırıldığını görüyordum, kafasızlar, dangalaklar, cahiller ordusu bütün kalelerini zapt etmeye, bütün tersanelerine girmeye çalışıyordu, beyaz mantolu adamı, Ubor Metenga’dan mektup yiyen aydını, oyunlarla yaşayan zavallı suretlerimizi durduk yere uydurmamıştın ya…

İzninle gene bir “banallik” yapacağım ve sen çok kızacaksın Oğuz, on yıl ne çabuk geçmiş.. Şimdi dışarıda gene soğuk ve sevimsiz yağmurlar yapıyor, o cami avlusunda da yağıyordu, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu, hep akşam meyhaneye gitmek üzere ön buluşma yeri olarak kullandığımız o cami avlularında herkes işin fecaatini ilk kez o gün anlamıştı, suratlarımızdan düşen bin parçaydı, utanmasak ağlayacaktık, keşke utanmasaydık da ağlasaydık. Senin, şimdi iki metre ıslak toprak altında, yüzündeki buruk gülümsemeyi zamanın silemediği bir iskelete dönüşmüş olmanı düşünmek istemiyorum, öyle değil mi Yorick, öyledir efendimiz, beni kısık sesli, torbalı gözlü ve hüzünlü bir adam olarak hatırlayınız. Sen de beni, sevgili Oğuz, Yeniköy’deki evin kitaplığında “Topoğrafya” kitabını görünce “Deneysel bir roman mı üstad?” diye soran ve mutfağa kadar kovaladığın genç ve istikbal vaat eden yazar adayı olarak hatırla…

Muhteşem yalnızlığımızı yan yana yaşarken bıraktın ve gittin sonunda, bayrağı ben taşıyorum. Sen gittin gideli James Joyce ile Kemal Tahir’i birbirine tokuşturmayı öğrendim, içine bir tutam deneme, iki ölçek köşe yazısı, bir fırt röportaj, bir ölçü duygusallık, üç ölçü malumatfuruşluk kattığım yazılar yazmaya çalışıyorum, hanımlar pek beğeniyor, giderayak “yaz” diye elverdin de sanki iyi halt ettin Oğuz… Ne olurdu ben de senin gibi mühendis, doktor, avukat olsaydım… Kırkımdan sonra gizli yazarlık yeteneklerim keşfedilir, artık beyin tümöründen mi, böbrek kanserinden mi neyse vakitlice çekip giderdim, şimdi beni insanların nankörlüğü, ahmakların ahmaklığı ve hayatın güzelliği öldürecek oysa. İkimiz de aykırı adamlardık, neden beni piç gibi bırakıp gittin Oğuz? Ben şimdi esas olarak ifade etmek istediğim hususları, suların kesilmesini, nakil vasıtalarındaki izdihamı, sinemalarda kuyrukların teşkilini, çöp kamyonlarının seyrek uğramasını, dilekçelerimizin resmi dairelerde sürünüp kalmasını, umumi mahallerde ahlaka mugayir hareketleri, sökek köpeklerinin itlafını, maaşlarımızın tediyesindeki teehhürü, turistlere gösterilmesi icap eden kolaylıkları, radyo ve televizyonda kelimelerin yanlış telaffuzunu, gıda maddelerinin keyfi satılını, vatandaşın denize girecek yer bulamamasını, bazı fıkra muharrirlerini takdir ve/veya tekdirimi, gazinolarda muhattap olduğumuz fahiş hesap pusulalarını, kahvelerde vakit öldüren işsizleri, seyrüsefer kazalarının asgari hadde indirilmesi için riayet edilmesi lazım gelen kriterleri, yirmi üçüncü fırkanın taarruzu esnasında meydana gelen vaziyet hakkında muharebeyi yerinde müşahade etmiş bir zatın hatıratını, yollara kafi miktarda meyil verilmemesi sebebiyle kaldırım kenarlarına toplanan suların geçen vasıtalardan yayalara sıçratılmasını, falanı filanı kiminle tartışacağım?

Yoksa benim için de mi günü birinde gazetelerde “elim bir ziya” başlıklı ilanlar çıkacak? Salihat-ı nisvandan olamayacağımıza göre adımızın yanında parantez içinde “Beyefendi” yazan da bulunmaz. Filmin sonunda çocuk ölüyor işte, muharrir, Oğuz abisi gibi en verimli çağında, kendisinde henüz çok şey beklenen bir yaşta aramızdan ayrılmıştır… Babana yazdığın bir mektupta “Ne yani, babacığım,” demiştin, “ben de senin gibi ölecek miyim?”

Ne yani Oğuz, ben de senin gibi ölecek miyim?”

Engin Ardıç
1987