24 Şubat 2018 Cumartesi

karac'oğlan

Hakk'ın kandilinde gizli sır idim
Anamın beline indirdin beni
Ak mürekkep idim, kızıl kan ettin
Türlü irenklere yandırdın beni

Anamın karnında ben neler gördüm
Yedi derya geçtim, ummana daldım
Dokuz aylık yoldan sefere geldim
Bir kapısız hana indirdin beni

Ben de bildim şu dünyaya geldiğim
Tuzlandım da çapıtlara belendim
Bir zaman da beşiklerde eğlendim
Anamın sütüne kandırdın beni

Beş yaşında akıl geldi başıma
On yaşında gider oldum işime
Varıp ta değince on beş yaşıma
Bir kuru sevdaya yeldirdin beni

On beş yaşadım, yirmiye yol oldu
Otuzunda çevre yanım göl oldu
Kırk yaşadım, hayrım, şerrim bell'oldu
Hayrımı, şerrimi bildirdin bana

Ellisinde yaşım yarısın geçti
Altmışında yoluna yokuş düştü
Yetmişinde biraz tebdilim şaştı
Mertebe mertebe indirdin beni

Sekseninde beratçığım yazıldı
Doksanında kan damarım üzüldü
Yüz yaşında azalarım çözüldü
Bir sabi masuma döndürdün beni

Karac'oğlan der ki, yaktın yandırdın
Ecel şarabın verdin kandırdın
Emreyledin Azrail'i gönderdin
Hiç de doğmamışa döndürdün beni


22 Şubat 2018 Perşembe

otel odalarında


Bir merhamettir yanan, daracık odaların,
İsli lâmbalarında, isli lâmbalarında.

Gelip geçen her yüzden gizli bir akis kalmış,
Küflü aynalarında, küflü aynalarında.

Atılan elbiseler, boğazlanmış bir adam,
Kırık masalarında, kırık masalarında.

Bir sırrı sürüklüyor, terlikler tıpır tıpır,
İzbe sofalarında, izbe sofalarında.

Atıyor sızıların, çıplak duvarda nabzı,
Çivi yaralarında, çivi yaralarında.

Kulak verin ki, zaman, tahtayı kemiriyor,
Tavan aralarında, tavan aralarında.

Ağlayın, âşinasız, sessiz, can verenlere,
Otel odalarında, otel odalarında!...

N.F.K.


 

20 Şubat 2018 Salı

güzel aşık




Güzel aşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi
Bu bir rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi

Yemeyenler kalır naçar
Gözlerinden kanlar saçar
Bu bir demdir gelir geçer
Duyamazsın demedim mi

Bu dervişlik bir dilektir
Bilene büyük devlettir
Yensiz yakasız gömlektir
Giyemezsin demedim mi

Çıkalım meydan yerine
Erelim Ali sırrına
Can ü başı Hak yoluna
Koyamazsın demedim mi

Aşıklar kara baht(ı) olur
Hakk\'ın katında kutl\'olur
Muhabbet baldan tatl\'olur
Yiyemezsin demedim mi

Pir Sultan Abdal Şahımız
Hakk\'a ulaşır rahımız
On İk\'imam katarımız
Uyamazsın demedim mi
 
 
 
 


19 Şubat 2018 Pazartesi

benim adım, karpuz şekerinde



sanırım kim olduğumu merak ediyorsun ama ben sürekli bir adı olmayanlardanım. adım sana bağlı. aklından geçtiği gibi seslen bana.
eğer uzun zaman önce olmuş bir şeyi düşünüyorsan, diyelim biri sana bir şey sormuştu ve sen de cevabını bilmiyordun.
işte benim adım o.
belki çok sıkı bir yağmur vardı.
işte benim adım o.

ya da biri senden bir şey yapmanı istemişti. sen de yapmıştın. sonra dediler ki yaptığın şey yanlış -“hatam için üzgünüm” dedin- ve başka bir şey yapmak zorunda kaldın.
işte benim adım o.
belki çocukken oynadığın bir oyundu ya da yaşlanıp da camın kenarında otururken, aklına öylesine gelen bir şey.
işte benim adım o.
ya da bir yerlerde yürüdün. her yerde çiçekler vardı.
işte benim adım o.
belki bir nehre bakakaldın. yanında seni seven birileri vardı. neredeyse dokunacaklardı sana. daha onlar dokunmadan hissetmiştin bunu. sonra dokundular.
işte benim adım o.
ya da birilerinin sana çok uzaklardan seslendiğini duydun. sesleri neredeyse bir yankıydı.
işte benim adım o.
belki uzanmıştın yatakta,uykuya dalacaktın neredeyse ve birden bir şeylere gülmeye başladın,kendinle ilgili bir şakaya,günü bitirmek için güzel bir yol.
işte benim adım o.
ya da lezzetli bir şeyler yiyordun ve bir an ne yediğini unuttun ama devam ettin yemeye,iyi
bir şey olduğunu bilerek.
işte benim adım o.
belki gece yarısıydı ve ateş,ocağın içinde bir çan gibi çaldı.
işte benim adım o.
ya da belki o kadın o lafı edince sana,kendini kötü hissettin. başka birilerini de anlatabilirdi: onun sorunlarını daha iyi bilen birine.
işte benim adım o.
belki de alabalıklar yüzüyordu su birikintisinde ama nehir sadece sekiz santim endeydi ve ay benölüm’ün üzerinde parıldıyordu ve karpuz tarlaları alabildiğince ışıldıyordu,karanlık ve ay her bitkiden doğuyor gibiydi.
işte benim adım o.
ve keşke margaret beni rahat bıraksa

richard brautigan


18 Şubat 2018 Pazar

.




ben
bir
sarhoş gökkuşağı
idim.
o
bir
korkutucu ay
idi.
bizim
bir çocuğumuz var
idi.
buza kesmiş
bir bahar gecesi
olmak için büyüdü.

richard brautigan

17 Şubat 2018 Cumartesi

evet, isyan



Demirden sağnaklar altında uyur sevdiğim
göğsünde hazin ayak izleri eski Şubatların
onu yaralar kıpırdatıyor
ve o sertelmektedir yaralardan
kasıklarına boşalmaktadır nal sesleri.
Keserle yontulmuş bir ağzı var sabahın
varınca bayrakları, marşları duyuyorum
başım çılgınca sarsılan dallarla uğraşıyor
durup dineliyorum bütün taframla
bütün taframla, bütün yumruklarım, bütün
hantal yüreklerin olduğu orda.
Kesik kolları var aşkın
döl ve inat barındıran.
Hırpani bir okşayışla akşam
yanaşınca çocuklara
ben karakavruk yüzümün arkasında
kırbaçlayarak büyüttüğüm ağrıyı bırakıyorum
bana ne çerçilerden, çerilerden, kullardan
halksa kal'am onu kal'a kılan benim
boşanır damarlarıma yılların kahraman gürültüsü
çünkü kavganın göbeğidir benim yerim.
Ay vurunca çatlatır göğsümdeki mahşeri
çünkü kavganın göbeğidir benim yerim
canlarım, kollarında Parti pazubentleri
dik başlar, erkek haykırışlarla
göndere, en yukarlara çekiyorlar
en yukarlara çatlıycak kadar aşki yüreklerini.
yıllardır çocuk başları akıyor yamacımızdan
yıllardır balçıklı bir hayvan çeperlerimizde
kentlimiz cebinde cinayet fotoğraflarıyla sofraya oturuyor
köylü -biraz sessizlik- ne tuhaf bir kelime?
Asfalt yakıyor genzimi
asfalt adamlarını topluyor aramızdan
yıkılıp omuzdaşlarının seslerine
yıkılıp bir boran içinde toplayarak çiçeklerimi.
Ben merd-i meydan
yani toprağın ve kanın gürzü
güllerin bin yıllık mezarı bendedir
yukardan bakarım efendilerin pusatlarına
insanların bütün sabahlarını merak ederim
gök hırpalanmaktadır merakımdan
ıtır kokan benim yumruklarımdır
benim kavgamdır o, aşk diye tanınan.

Alanlara çok bilenmiş yüreğim alanlara
vurulsun kösleri şu gavur sevdamızın
vursun isyanın bacısı olan kanım karanlığa
Zülkf de vursun.
Yüzüne ay kırıkları çarpıp uyansın sevdiğim.

İsmet Özel

1967
Erbain

15 Şubat 2018 Perşembe

sait faik abasıyanık, sarnıç


  Dağın eteğine beyaz minareleriyle sarılmış bu şehrin lisesi, zaman geçtikçe daha canlı, daha berrak hatıralarla bize döner, bizi tekrardan içine alırdı. Biz, herhangi bir sınıftık. Herhangi bir son sınıf olduk… Ön avlusu, aynı zamanda burunları, kolları kırık heykellerle süslü bir müze bahçesi, ancak son sınıf talebeleriyle muallimlerin gezindiği bir yer olan liseyi, bir gün ardımıza dönüp bakmadan başkalarına bıraktık. Bir daha buraya ömrümüzün sonuna kadar talebe olarak giremeyeceğimizi bile bile. Bu müthiş bir şeydi! Biz ne kadar seviniyorduk!.. Sanıyorduk ki, mütemadiyen bir güzel şeyi geride bırakacak, bir daha ona sürünemeyecek, onun içine giremeyecek, bir anı bir daha yaşayamayacaktık. 

  Önümüzde hayat… Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanıyorduk. Yahut bana öyle geliyordu. Çoğumuz evlenmiştik. Birbirimizi liseden beri bırakmayan dört arkadaş hepimiz birer kız almıştık. Aynı mahallede oturuyorduk, aynı yolları tepiyor, evimize varıyor; aynı kadını her akşam daha fazla sevmeye çalışıyorduk. Aynı mezarlık karşımızda idi. Seneler böyle geçtiği halde aynı sarışın, esmer, ayakları çıplak çocuklar hiç büyümeden aynı servi ağaçlarına tırmanmaya çalışıyorlar, aynı ölülerin taşları arkasında saklambaç oynuyorlardı. Birdenbire her şeyin bir saniyede duruverdiğini görmüştük. Daireden evimize, ticarethanemizden fakirhanemize iki arkadaş döndüğümüz günlerde bir mahalle mescidindeki iptidai mektebini, bahçesinde bir Roma belediye reisinin burunsuz heykeli dikili lisemizi, İstanbul’u, darülfünunu, bir iki darülmuallimat kızını hatırlar ve bu kadar süratle geçmiş bir zamanın hesabını tutardık. Arkadaşım: 

  — Hatırlar mısın? derdi. İptidai mektebimiz Kirazlı Mescit’ti. Bir gün Şeker Hoca derste idi. Bizim Şükrü, minareye sabahleyin kimse görmeden çıkmış, paldır küldür iki teneke devirmişti. Hoca ile beraber sokağa nasıl fırladığımızı hatırlamaz mısın? 

  — Hatırlamaz olur muyum? Hatırlamaz olur muyum? 

  — Şeker Hoca mektebin karşısına dikilmiş, biz arkasında… O bir şeyler mırıldanır, sureler okurken birden Şükrü, mektep kapısında, elinde tenekeler gözüküvermişti.

   –Ya! Ya! Ama iyi adamdı!.. Şükrü’ye ceza bile vermemişti. Saçlarını çeker gibi okşamış, “Yaramaz,” demişti, “bir daha yapma emi! Bizi korkuttun.” 

  Bu sözlere ikimizin de gözü yaşarırdı. Niçin? Sanki o günler şimdiki kadar güzel miydi? Acaba o günler de bugünküler kadar durgun değil miydi? Her gün, her saat aynı hocayı görmez miydik? Senelerce aynı mektebin eşiğini aşındırmamış mı idik? Aynı mahalle imamının sesini, minareden, aynı saatlerde duymaz mıydık? 

  Evimizin arkasında bir türbe vardı. İçerde kandil yanar, yeşil sandukaların içinde kocaman, minare boylu ölüler yatardı. Ölülerin kocaman kavukları vardı. Bir odanın içinde karı-koca yatarlardı. Ve bir kandili her akşam beyaz sarıklı bir ihtiyar yakardı. 
  
  Kış geceleri dar sokaklar birbirine yapışır, bir ölü aydınlık sokaklara iner; yalnız türbenin içinden ılık bir ahret ve sakin ölüm havası eserdi. Sokaklarda çıt yoktu. Sonra birdenbire insanlar yatsıdan dönerlerdi. Keskin bir öksürük sesi duyardık. Kulak verirdik. Karları bir lastik ezer; odada beyaz başörtülü, rastıklı bir taze bir sakız patlatırdı. Benim bir ablam vardı… Davut’un bir büyük ağabeyi vardı. Biz Davut ile beraber ağabeyinin bizim evin erik ağacında saatlerce beklediğini, karın üzerine iki karış yağdığını, ders çalıştığımız odada ışığı söndürerek, birbirimize sokularak, nefes almadan rüya görür ve hiçbir şey anlamaz, birçok şeyler sezer gibi seyretmemiş miydik? O Davut kimdi? Kimin çocuğu idi? Niçin onu hatırladıkça içimde bir şeylerin sökülüp koptuğunu, başımın birdenbire dönüp bir müddet sustuğunu duyuyorum. Bu Davut kimdi? Kaçıncı sınıfta iptidaiyi bıraktı? Üzerine iki karış kar yağan delikanlı, acaba ablamı Davut’un söylediği gibi hakikaten öptü mü? Ablamın duru beyaz yanaklarını bu elleri, kafası, saçları ve ensesi büyük delikanlının, beyaz köklü kocaman dişleri gözüken ince dudaklı, geniş ağzı tükrükledi mi? Sonra benim o duru beyaz renkli, iki kaşı birbirine değen etli dudaklı ablam ne oldu? Bu şimdi bazan evinin önünden geçtikçe uğradığım kocaman memeli bir hâkim karısı olan kadın, benim uzun ve kardan bacaklı ablam mıdır? 

  Harp zamanındaydık… Anam bir sabah ekmeğin üstüne belli belirsiz tereyağ sürmüştü. Bütün ömrümce bol tereyağlar sürülmüş ekmek yedim. Fakat o günkü tereyağın sevincini duyamadım. Gün oldu ki, halkla bu çarşıları, sefil dükkânları, pis aşçıları, kışlaları ve tezgâhları dolduran halkla aram bir uçurum gibi açıldı. Kocaman kahvelerde kravatları düzgün, boğazları tok gençlerle bilardo oynadım. Öyle lokantalarda yemek yedim ki, bir öğle yemeği parasıyla beş kişi bir hafta doyardı. O tiyatrolarda, o koltuklarda oturdum ki, etrafımda beyaz kadınlar dünyanın en kokulu lavantasını sürmüşlerdi, erkeklerin yüzlerinde ise bir tek kıl yoktu. Herkes, her şey pırıl pırıldı. Ama neden her zaman küçük, mütevazı köşeler aradım? Dostlarımı, en sevdiklerimi bu çarşı içlerinin kara çocuklarından seçtim. Bir tiyatronun galerisinde tanıştığım birisi, en iyi arkadaşım oldu. Bir tezgâhta tülbent dokuyan narin bir kıza âşık oldum. Onun ayaklarını ellerimin içine aldım. Onu paltomun içine saklayarak kış geceleri tenha sokaklarda yürüdüğüm zaman saadeti, ilk defa vücuduma bir 36.5 derece hararetle sindirdiğimi hissettim. En çok zevki kasabanın bayram yerlerinden, halkın tatil günleri serpildiği çayırlıklardan aldım. Kayalara, dağlara, baharın ve yabani kokuların rüzgârla beraber dolaştığı tepelere tırmanıp küçük çoban çocuklarıyla konuştum. Bir keçi kokusu sarmış ağıllarda çobanlarla arkadaş oldum. Dert dinledim. Onların sefaleti ile kederlendim. Saadetleriyle coştum. Her umumi ve herkese açık yol, aşçı dükkânı, bahçe, kır benim oldu. İnkaya yollarının rengini ezberledim. 

  Gölge görmeyen yollar benim gölgemle doldu. Köylülerle beraber demir parmaklıklara asılıp içkili belediye bahçesinin içinden saz dinledim. Açık yerlerde oynayan sinemaları parasız seyredenlerle yaz günleri birbirimizi ittik. 

  Mahalle kahvesinde yirmi lira maaşlı posta müvezzileri, balıkçılar, dostsuz mütekaitler, zebun ve sessiz kahvecilerle altı kol iskambil oynadım. Dünya benimdi! Yine öyle zaman oldu ki, bir partiden insanlar, öteki taraftan olanları yağlı iplere geçirdiler. Her ikisine de acıdım. Vurulanla vurulduğum, ölenle öldüğüm günler oldu. 

  Kimdim, neydim, kimi seviyordum? 

  Her barınacak, her çorbası tüten, her sobası yanan evde bir kederin, bir bilinmez yaranın korkusunu gördüm. Hatırlarım: Günlerden bir gün, dünyanın en şehvetperest insanı olmuştum. Ne görsem almak, neye baksam kucaklamak, ısırmak, sevmek, koklamak, neyi sevsem kıskanmak, başkalarına koklatmamak isterdim. O zaman sarhoş olmaya giderdim. Durmadan içerdim. İçtiğim zaman her şey güzeldi. Her şeyi kucağıma alabilirdim. Her şeyi ısıtabilirdim! 

  Bu, yalnız bir hayvani his miydi? Yoksa bunun gerisinde saklı, açık bir insanlık sevgisi var mıydı? Beni idare edemeyen neydi? Bu dünya insan için kâfi idi. Bu dünyada insan en güzel, en büyük, en bahtiyar olacak mahluktu. O halde, niçin sokakta çıplak çocuklar, aç gezenler, işsiz delikanlılar, titreşen köylüler, yalnız namazlarını ve torunlarını seven ihtiyarlar vardı? 

  Mütemadiyen sual sorup hiçbir cevap almadan evime döndüğüm akşamların birinde karımı oturmuş ağlar buldum. 

  — Karı, dedim. Ocağın mı yanmaz? Çorban mı tütmez? Başında ağrı mı var? Hasta mısın? Ne ağlayıp duruyorsun?

   — Efendi! Sayende, dedi, hiçbir eksiğim, gediğim yok… Ne açım, ne açığım, halime şükrederim. Ama kürklü mantom yokmuş. Baloya gitmezmişim. Haftada bir defacık sinemaya da gidemiyormuşum. Bunların ziyanı yok!.. 

  — Öyle ise nedir? dedim. Derdin ne Fitnat?.. 

  — Anamı babamı göreceğim geldi, dedi. 

  Karım, vakti hali oldukça yerinde İstanbullu babasını görmeye gideli tam bir sene oldu. Dönmedi. Babası bana birkaç satır yazdı:

   “Muhterem damadım, Rızam olmaksızın sana varan sevgili kızım bana avdet etti. Çektiği sefaleti anlattı. Hatırıma şu darbı mesel geliyor: ‘Kendi geçememiş, kuyruğuna da kabak bağlamış.’ Şimdilik karını göndermiyorum. Boşanmak istersen avukatım gelip seni görecektir. İstemezsen ben gelip seni göreceğim. Bâki selam.” 

  Onun beni görmemesi için, dünyada yapmayacağım hiçbir şey yoktur. 

  Dünya birdenbire değişivermişti. Artık ne lise hayatı, ne geçmiş arkadaşlıkların sarhoş edici hatıraları, ne de Kirazlı Mescit’teki iptidai mektebi kalmıştı. 

  Şimdi uzun boylu, ipince bir İstanbul kızını boş bir odadan, yağan kara bakarak, hatırlıyor, kimseye anlatamayacağım, gizli, egoist bir hayatı yeniden yaşayarak sac sobaya bir iki odun daha atıyor, kurumuş hatıralar sarnıcına gizli, bilinmez bir membadan akan şarıl şarıl su sesleri duyuyorum. Bu son hatıralarla sonuna kadar idareye çalışıyorum. 

Kurun, 12 Şubat 1937 Varlık, (85), 15 Ocak 1937’de “Bir Mektep Arkadaşı” adıyla yayımlanmıştır

allah'a ve bize dair





Allah ne kadar büyüktür,
Ekinlere güneş verir çocuğum.
Beni mavi sabahlara devreder,
Mavi güller gibi uykum.

Allah ne kadar büyüktür,
Kuşlar gönderir dallarımıza.
Karanlıklar kalbe dolduğu vakit,
Nasibi terk ederiz bir yıldıza.

Allah ne kadar büyüktür,
Yol verir gemimize denizler üstünden.
Garip sonsuzluklar duyarız
Sular akarken, bulutlar yürürken.

Ve Allah ne kadar büyüktür çocuğum,
Şükrolsun ruhumuz şimdi.
Nihayetsiz asırları içinde
Bizi tesadüf ettirdi.

Fazıl Hüsnü Dağlarca

8 Şubat 2018 Perşembe

dickens’tan altı yaşındaki hayranına bir mektup


Doughty Sokağı, Londra
12 Aralık 1838

Saygıdeğer Beyefendi,

Squeers’in bir kere boynuna, iki  tane de kafasına kesik attım ve şaşkınlık içinde ağlamaya başladı; ondan tam da bu korkakça hareket beklenirdi, sizce de öyle değil mi?

Mektubunuzda küçük çocuklar için kuzu ve iki “koyun”la ilgili belirttiklerinizi dikkatle yaptım. Bir güzel ale, siyah bira, biraz da şarap içtiler. Korkarım ne tür şarap içmelerini istediğinizi belirtmemişsiniz. Onlara biraz şeri verdim, pek hoşlarına gitti; bir çocuğun hariç, onun biraz midesi bulandı ve sürekli öksürüp aksırdı. Aslında doğruyu söylemek gerekirse açgözlü davranmıştı, o yüzden rahatsız oldu, bence layığını buldu, umarım buna siz de katılırsınız.

İstediğiniz gibi kuzu kızartmasını yedi ama hepsini bitiremedi, eğer müsaade ederseniz geri kalanını yarın biraz yeşillikle birlikte yiyecek; yeşilliği çok seviyor, ben de öyle. Siyah birayı sıcak içmeyi sevmediğini söyledi, tadının bozulduğunu düşünüyormuş, ben de ona soğuk bira verdim. İçişini görmeliydiniz. Boğulacak sandım. Ona ayrıca üç sterlin verdim, daha çok gözüksün diye altı peniliklerle; hemen yarısından fazlasını annesiyle kardeşine vereceğini, geri kalanı da zavallı Smike’la bölüşeceğini söyledi. Bence çok ince düşünceli bir çocuk, aksini söyleyen olursa da onlarla diledikleri zaman dövüşmeye hazırım – işte o kadar!

Hiç korkunuz olmasın, Fanny Squeers’la ilgilenilecek. Çiziminiz çok gerçekçi olmuş, sadece saçlarını yeterince kıvırcık yapmamışsınız. Özellikle burnu gerçeğe çok benzemiş, bacakları da öyle. Meymenetsiz, murdar bir şey, çizimini görünce çok sinirleneceğine eminim, oh olsun, umarım sinirlenir. Belki siz de aynı şeyi dersiniz – en azından ben diyeceğinizi düşünüyorum.

Size uzun bir mektup yazmayı düşünüyordum ama yazıştığım kişiyi sevdiğim zaman çok hızlı yazamıyorum çünkü o kişi hakkında uzun uzun düşünmeye başlıyorum, sizi de çok sevdim, o yüzden durum böyle. Hem saat akşam sekiz oldu, ben de her zaman akşam sekizde yatarım; doğum günlerim hariç, o zaman akşam yemeği saatine kadar ayakta kalıyorum. O yüzden şu sözlerle mektubu bitiriyorum: Siz ve Neptune’a sevgilerimi iletiyorum; her Noel’de sağlığıma kadeh kaldırırsanız ben de sizin sağlığınıza kadeh kaldırırım.

Saygıdeğer beyefendi,
sizin daimi dostunuz,
Charles Dickens

Hamiş: İmzam pek okunaklı değildir ama siz zaten bileceğinizi biliyorsunuz, o yüzden boş verin.

7 Şubat 2018 Çarşamba

fuzuli


Can verme sakın aşka aşk afeti candır
Aşk afeti can olduğu meşhuru cihandır
Sakın isteme sevdayı gam aşkta her an
Kim istedi sevdayı gamlı aşk ziyandır
Her ebrulu güzel elinde bir hançeri honriz
Her zülfü siyah yanında bir zehirli yılandır
Yahşi görünür yüzleri güzellerin emma
Yahşi nazar ettikte sevdaları yamandır
Aşk içre azap olduğu bilirem kim
Her kimse ki aşıktır işi ah-u figandır
Yad etme güzel gözlülerin merdümi çeşmin
Merdüm deyip aldanma kim içtikleri kandır
Gel derse Fuzuli ki güzellerde vefa var
Aldanma ki şair sözü elbette yalandır.


 

6 Şubat 2018 Salı

ismet özel



Dünyada olmadığını bildiğimiz şeyi niçin dünyada arıyoruz? Yaşadığımız sürece ele geçirmemizin imkansız olduğundan emin olduğumuz şeyin peşini niçin bırakmıyoruz? Bu sorunun cevabını içinize sindirebilen bir kişiyseniz, bir müjde daha vereyim, en büyük ikramiye size isabet etmiştir. Ele geçirmemiz imkansız olan şeyin peşini aradığımız o şeyi bulmaya layık bir kişi durumuna yükselebilmek için bırakmıyoruz. Ömrümüzde hasretini çektiğimiz şeye asla kavuşamayacağız, bu kesin; ama ömrümüzü o şekilde sürdüreceğiz ki her aşamada aramayı göze aldığımız şeyi hak eden biz olacağız.

Henry Sen Neden Buradasın 2 / İsmet Özel

4 Şubat 2018 Pazar

MAHİYETİ BELA OLAN AYDINLIK ÜZERİNE DÖKÜLEN BİLEK DAMARLARIM


............................................................

Sen ve ben aynı sessizlikteyiz. Allaha en yakın sessizlik hayal kırıklığına uğrayan güzel kalplerin sessizliğidir. Bunu unutma. Şimdi öyle sus ki senin susuşun yeryüzünün süsü olsun. 

 


3 Şubat 2018 Cumartesi

özleyiş


Gülüşümü ıslattım —kar yağdı bütün gün—
Daha yağsın
Kar yağsın bütün otellerin üstüne
Üstüne üstüne bütün otellerin
Kar yağsın
Lacivert gözlerine Seniha'nın

Hiç bitmesin, yağsın
Karla dolsun göğsünün katedrali
Avluya düşen org uyansın

Özlemim sanadır, varsın
Kar yağsın, daha yağsın
Seni andırıncaya kadar.

Edip Cansever
Ester'in Söyledikleri
Bezik Oynayan Kadınlar