16 Aralık 2021 Perşembe

tünel




Babam nahiye müdürü idi.

Nahiye ilçe ile köy arasında bir idari birimdir. Epeyce önce kaldırıldı. İrice bir köy sayılır. Bu sebeple çocukluğum o köyden bu köye seyahatle geçti.

Babamın son tayin olduğu nahiyede oturulacak ev bulunamadı. Bu ev aynı zamanda resmi daire olarak da kullanılır.

Yakınlardan demiryolu geçiyordu. Oralarda bir de küçük istasyon. Civar köyler ile araziler beylerindi. O zamanlar beyler vardı. Ara sıra köylerini ve arazilerini dolaşmak üzere istasyonun üzerindeki tepeye bir ev yaptırmışlar; bu arada bir süre kalmak için. Babam rica etti, evi bize verdiler, bir de at. Babam nahiyeye atla gidip geliyordu. Evin önü bir tarla. Tarlanın üstü tepe. Tepenin eteğinden bir kaynak suyu çıkıyor, evimizin yanından geçiyor. Küçük, duru, tatlı bir derecik. Geceleri onun şırıltısını ninni gibi dinleyerek uyurdum.

Ninem, annem, ablalarım evin önündeki tarlayıp işleyip ektiler. Babam sahibinden kiralamıştı. Her tür sebze. Kavun karpuz. Nohuttan mercimeğe kadar.

Ben yalnız bir çocuktum.

Beş yaşında olabilirim.

Evin istasyona bakan kısmındaki kavak ağacına sırtımı verip tirenleri seyrederdim Posta, marşandis, ekspres.

Kara tiren dumanı ve onun dertli düdüğü çocukluğumu saran bir hoş hatıradır. Asker, köylü, gurbetçi taşıyan tirenler. Kömür, maden, hayvan taşıyan tirenler. Ve Abdullah Yüce’nin meşhur şarkısı “Uzayıp giden tiren yolları”.

Suyun, çiçeklerin, böceklerin, tavşan ve sincapların, tarla farelerinin, her tür kuşun, bulutun, otun, ağacın arasında büyüdüm.

İçimde eşsiz bir tabiat aşkı yatar.

Biraz büyüyünce istasyona inmeye başladım. Babam can sıkıntısından, o bitmeyen yaz günleri, istasyonun ardındaki gölgede; makasçı ve istasyon şefi ile iskambil oynardı. Şefin bir küçük köpeği vardı: Gümüş. Onunla arkadaş olmuştuk. Uzun süre karga kovaladık. Akşamın önü sıra babam iskambili bırakır, birlikte aşağıda akan ırmak kenarına inerdik. Babamın bir önceki gün yılgınlara sarıp suya bıraktığı oltaları çekerdik. İri pullu, bıyıklı sazan balıkları misinayı gere gere gelirdi.

Annem bıkmıştı bu balık işinden. Tiksinti gelmişti! Babam eğlence olsun diye tutuyor, makasçıya ve demiryolu işçilerine dağıtıyordu.

Annemin dediğine göre makasçı her gece içip içip karısını dövüyormuş. Onlara babamın nahiyeden getirdiği yoğurt, yumurta gibi şeyler taşırdım. Şehir yakındı. Babam ara sıra şehre gider, ne ihtiyacımız varsa alıp dönerdi.

Bir seferinde annemle beni de götürdü. Annem beni süsledi. Koncu uzun çoraplar, parlak pabuçlar, askılı bir kısa pantolon giydim. Saçlarımı kolonya dökerek taradı. Kendisi de çok seyrek kullandığı pardesüyü giymiş, şık bir eşarp takmıştı. Ama babam.

Babam muhteşemdi.

Koyu takım elbise, yelek, beyaz gömlek, kıravat. Başında fötr şapka. Yelek cebinden kösteği sarkan Serkisof marka mineli saat. Dedesinden kalmış.

Tirende nedense hepimiz çok sessiz idik. Babam pencereden akıp giden görüntüye dalmıştı. Annem gözlerini sabit bir noktaya dikmiş susuyordu. Bir gerginlik. Derken tünele girdik. Karanlıktan korktum. Annemin eline sarıldım. Tekerleklerin raylarda çıkardığı sesler tünel duvarında gümbürdüyordu.

Sonra ışık gözüktü ve tünelden çıktık. İçimdeki nefesi boşalttım.

Sağıma baktım babam yok. Anneme döndüm:

– Anne, babam nereye gitti?

Annemin bir eli alnında, başını eğmiş, gözlerini göremiyorum. Öteki elinde bir mendil. Titrek sesiyle:

– İşi varmış, gitti, dedi.

Babamın işi varmış.

Gitmiş.


Mustafa Kutlu, Yeni Şafak, 15.12.2021

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder