İstanbul’a gelişimin üzerinden yirmi iki yıl geçti. Bir taşralı olarak yerleştiğim bu şehri geçen zaman içinde tanımaya çabaladım. İstanbul kendini kolay ele veren bir şehir değildi ve zor oldu bu iş. Zor, çünkü “İstanbul kimliği” artık çok derinlerde bulunuyor. Elmasın parıltısını yakalamanız için madenin üzerini kaplayan kalın çamur tabakasını sıyırmanız gerekiyor.
Ben mekân ve eşya ile bağlantısı derin olan bir kimseyim. Oturduğum şehri, geçtiğim sokakları, binaları, ağaçları, insanları tanımak; onlarla ünsiyet kurmak isterim. Yoksa çekeceğim yabancılık beni boğar. Elbette ki benim mekâna, mekânın da bana katkıları olacaktır. Oysa İstanbul’u istila eden taşralılar bu şehri tanımaya pek gayret göstermiyorlar, iki unsur birbirine yabancı, birbirine küs ömür tüketiyor. Aslında tükenen şehrin kendisi. İstanbul’dan, gerçek İstanbul’dan arta kalan şeyler.
Onlar işte; her dokunuşta solgun bir gül oluyorlar. Artık evlerin önlerinde, balkonların kenarında ahşaba tırmanan mor salkımları göremiyorsunuz. Mesela Beyazıt Meydanı’nda şimdilerde Hat Sanatları Müzesi olan o güzelim medresenin batı duvarına yaslanan bir erguvan ağacı ansızın bir kolunu kaybediyor. Bir çeşmenin ayna taşı bir gece bilinmeyen bir yolculuğa çıkıyor. Belki o gece içine artık baykuşlar tünemiş bir ahşap yalı yine bilinmeyen sebeplerle yanıveriyor.
Aslında biz taşralılar İstanbul’un kalıntısı ile karşılaştık. Çünkü şehir en azından elli yıldan bu yana insafsızca delik deşik edildi. Kaldıramayacağı kadar nüfusu taşımaya mahkûm oldu. Ve sonunda hüzünle başını öne eğerek teslim bayrağını çekti.
Müstevliler sur içinden taştı, sur dışını mücavir alanları da mülklerine kattılar. Yetmedi, tepelere tırmanıp bayraklarını diktiler. Şehrin suyu, havası, ağacı, toprağı, çiçeği, böceği ayaklar altında kaldı ve ezildi.
Kitaplardan ve eski insanlardan okuyup dinlediğimize göre, çok değil elli sene önce, İstanbul ahalisi sebzesini ve meyvesini kendi bahçesinde üretiyormuş. İstanbul yeşillikler içinde bir cennet misali imiş. Zaten yabancı seyyahlar da onun bu tabiatla barışık yapısına hayran olmuşlardır.
Yapılan binalar, evler, hanlar, çeşmeler, köşkler, yalılar, sokaklar esas itibarı ile tabiatla uyum gözetilerek vücut bulmuş. Şimdilerde her nasılsa bir köşeye sıkışıp kalmış bazı avuç içi kadar mekânlarda, meselâ bir Galata Mevlevihanesi avlusunda, Kandilli’de iskeleden tepeye doğru kıvrılan sokağın başında, Rumelihisarı önlerinde, Boyacıköy’ün arka sokaklarında, Aziz Mahmud Hüdaî Dergâhı basamaklarında bu uyumun neşrettiği musıkiyi hâlâ duyabilirsiniz. İstanbul ne yazık ki, modernleşme döneminde şanına layık bir imar hareketine, bir plan uygulamasına sahne olamadı. Yapılan iş onu parselleyip satışa çıkarmak olmuştur.
Şehrin varsa eğer şimdilerde bir kimliği, onu ecdadın tepelere kondurduğu selatin camilere borçluyuz. İslâm şehirlerinin camiyi merkez alan dokusuna borçluyuz. Hâlâ servilerin salındığı yeşil kalan tek unsur mezarlıklara borçluyuz.
Yeryüzünde hiçbir şey baki değil. Geleneğin teşekkülünde ve zaman içindeki işlevinde de betonlaşma, donup kalma yok. Her yeni nesil onu yeniden üretebilmeli ki, gelenek feyizli akışına devam etsin.
Yani Fuzulî’den sonra, Bakî ve Hayalî, Nedim’den sonra Şeyh Galib gelebilsin. İstanbul bütün örselenmişliğine, hoyratça tahribine rağmen kendisine saygı ve şefkatle yaklaşanlara sırlarını ifşa edebilir. Bu şehri sadece modern iktisat ve ticaretin emrine verirseniz az zamanda sükût eder. Onun harcında inanç, ahlâk, ilim ve kültür var.
Mekân bize halim olmayı, feragat ve merhameti, hizmet ve hürmeti telkin eder. Had ve hak duygusunu getirir. Mimarideki standartlar bunun için önemlidir. Bir pencerenin nereye konulacağı ve hangi ölçülerde olacağı bir medeniyetin asırlık tecrübesinin sonucudur. Yoksa camından baktığınız pencereden görünecek manzara hiç de iç açıcı olmaz.
Ben Balat sahillerinde, Çıksalın’da, İcadiye’de, Eğrikapı surlarında ve Merkezefendi’de dolaşırken içimde hep hasret burcundan seslenen bir ilahiyi gezdiriyorum:
“Göçtü kervan kaldık dağlar başında.”
Mustafa KUTLU
Temmuz, 1994
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder