21 Mayıs 2023 Pazar

çehov ile yakup kadri ne yapmak istedi?



Dünya edebiyatında hikaye deyince akla gelen ilk isim olan Anton Çehov’un “Köylüler”hikayesi 1897 yılında yayınlandı ve büyük bir fırtına kopardı Rusya’da. Bu fırtına bir süre sonra adeta bir entelektüel sarsıntıya dönüştü; Rus entelijansiyası birbirine girdi. Çehov, küçük bir hikayeyle “Rus ruhunun” en derinine inmiş, orada yatan kutsala kaleminin sivri ucunu acımasızca batırmıştı. Münevver takımının hop oturup hop kalkmasının sebebi buydu.

Bizde de benzer bir hadise 1932 yılında yaşandı. Çehov’un hikayesinden tam otuz beş sene sonra Yakup Kadri “Yaban” romanını yazdı. Çehov Rusya’da neyi tetiklediyse, Yakup Kadri de bizde benzer bir şeyi tetiklemiş olacak ki o gün başlayan tartışma bugün de bitmiş değil.

*

Peki Çehov “Köylüler”iyle Rusya’da muazzam bir entelektüel tartışmaya yol açtığında bizde durum neydi?

Hikayenin yayınlanmasından çok değil yirmi sene önce biz ilk Anayasa’yı yazmış olan Mithat Paşa eliyle Sultan Abdülaziz’i bir darbeyle alaşağı etmiş, onun yerine yeğeni Beşinci Murat’ı geçirmiş, üç ay sonra “bu oğlan delidir” diyerek yine bir darbeyle onu da indirip saraya kapatmış, yerine kardeşi Abdülhamit’i geçirmiş; yeni Sultan “meşruti bir hükümet” sözü vermiş, Mithat Paşa’yı sadarete getirmiş, bir sene sonra Kanun-i Esasi’yi ilan etmiş, bir sene sonra da “Mithat Paşa darbecidir” diyerek onu sadaretten indirerek Taif zindanlarında boğdurmuş, Anayasayı rafa kaldırmış, memlekete her türlü entelektüel ve siyasi hürriyete son verilmiş, Meşrutiyet döneminde Fransız kültürünün etkisiyle ortaya çıkmış “vatan ve hürriyet” şiarını benimsemiş olan ve daha çok zabit ve devlet memurundan müteşekkil küçük bir entelektüel zümreyi susturmuş, sürgün fermanı hünkarın kılıcı olup kesmeye biçmeye başlamış, dışarı kaçmış olan siyasi sürgünlerin yazdığı risaleler içerde kapışılmış, devleti kurtarmak için değişik fikirler yer altına inmiş, İttihatçıların biti yavaş yavaş kanlanmış, kültür tarlası çoraklaşmış, Servet-i Fünun dergisi istisna tutulursa, edebiyat, sanat, kültür adına kelimenin tam anlamıyla sefil bir durum yaşanıyordu memlekette.

Peki, “Köylüler” hikayesini yayınladığında Çehov’un memleketi Rusya’da durum neydi?

Siyasi gelişmeleri bir tarafa bırakacak olursak; 1861’de toprakta serfliği kaldırarak köylüleri azat etmiş, bugün bile dün matbaadan çıkmış gibi ilgiyle okuduğumuz “Savaş ve Barış”, “Anna Karenina”, “Suç ve Ceza”, “Karamazov Kardeşler”, “Babalar ve Oğullar”, “Ölü Canlar”, “Yevgeni Onegin”, “Yüzbaşının Kızı” gibi kitaplar bu ülkede yayınlanalı neredeyse otuz-kırk yıl olmuştu.

*

Vaktiyle Zeki Baştımar tarafından Türkçeye çevrilen “Köylüler” hikayesinde Çehov; Moskova’da “Slav Pazarı Oteli”nde çalışan Nikolay Çikildeyev adında köyden şehre gelmiş bir garsonu anlatır. Garson günün birinde hastalanır ve işini bırakmak zorunda kalır. Varını yoğunu doktorlara harcar ama nafile; elinde avucunda bir şey kalmayınca, sersefil, perperişan, hasta ve işsiz bir halde, mecburi ailesini de alarak geldiği köyü Jukov’a döner. Köydeki ailesi bu dönüşten pek memnun değildir. Kara ekmeği suya batırarak büyük bir hırsla yiyen evdekiler zar zor karınlarını doyuruyorken, üstüne bir de “beslenecek yeni boğazlar” getirmiş Jukov. Yoksulluk kâbus olmuş çökmüş insanların üzerine… Ağır işler altında vücutları yara bere içinde köylüler… Bitmek bilmeyen yaman bir kış… Her yeri sarmış olan bereketsizlik… Açlık, pislik içinde, hayvanca bir hayat… (“İzba’dakiler (köy evi) hiçbir zaman şöyle rahat bir uyku uyumamışlardı, bunaltıcı, bıktırıcı bir şeyler herkesin uyumasına engel olurdu; ihtiyara sırtının ağrısı, nineye kaygılar, öfke, Matiya'ya korku, çocuklara kaşıntı, açlık. Şimdi yine aynı rahatsız uykuydu; bir yandan öbür yana dönüyorlar, sayıklıyor, su içmeye kalkıyorlardı.”) Köy tuhaf bir yerdir üstelik. Her şeyden şikayet ediyor köylüler. (“….vergi borcundan da, baskıdan da, bereketsizlikten de yerel yönetimi suçlu buluyorlardı. Ama hiçbiri yerel yönetimin ne olduğunu bilmiyorlardı.”) Bir süre sonra hasta garson ölür. Köyde kaldığı kısa süre zarfında zayıflayıp çirkinleşen karısı ise çocuklarını alarak Moskova’ya geri döner. Dönerken, köy hakkındaki fikrini Çehov kadının ağzından şöyle dile getirir:

“Yaz ve kış aylarında bu insanların sığırlardan bile daha kötü koşullarda yaşadıkları aylar oluyordu ve hayat gerçekten de korkunçtu. Kaba, namussuz, kirli ve sarhoştular; her zaman kendi aralarında kavga ediyor, tartışıyor, birbirlerine saygı duymuyor, karşılıklı korku ve şüphe içinde yaşıyorlardı. Meyhaneleri işletip köylüleri sarhoş edenler kim? Köylü. Köyü, okulu ve cemaat fonlarını zimmetine geçirip hepsini yiyip içen kim? Köylü. Köylüsünü soyup evini yakan ve mahkemede bir şişe votka için yalan yere yemin eden kim? Köylü. Evet. Öyle… Bu insanlarla yaşamak korkunç; yine de bu insanlar, acı çeken ve diğer herkes gibi ağlayan insanlar ve hayatlarında bunu hoş gösterecek hiçbir şey yok.”

*

Zurna da tam burada zırt dedi işte.

O zamana kadar Rus aydınları arasında “köylü erdemlidir”, “her şeyi bilendir”, “sezgileri kuvvetlidir” yaygın görüşü bu hikayeyle ağır bir darbe aldı. Çehov bir putu kırmış, köylü mitini yerle bir etmişti. Köylü artık ahlak timsali değildir, sadece insandır. Yoksulluğun vahşileştirdiği bir insan; “insan aç kalmaya görsün inançlarını bile yer”demiş ya alim, aç kaldıkça saldırganlaşmış, kabalaşmış bir insan türü üstelik…

“Halkın dostları” Çehov’u tefe koydular. Tolstoy, Çehov’u “halka karşı günah işlemekle” suçladı. Slavcılar, onu Rusya’ya iftira atmakla (Bizde Erden Kıral’ın Ferit Edgü’nün romanından uyarladığı “Hakkari’de Bir Mevsim” filmi, “köylünün durumunu kötü göstermek,” dolayısıyla bize “iftira atmak” gerekçesiyle yasaklanmıştı) suçladı. Bir tek Marksistler sevindi Çehov’un hikayesine, onlar da yanlış anlamıştı hikayeyi; onlara göre kapitalist şehrin yükselişi karşısında köyün düşüşünün dramatik hikayesiydi bu hikaye…

O zamana kadar Rusya’da, köylüler “ideal bir ulusun temsilcileridir” görüşü herkes tarafından benimsenmişti, Çehov bu ideali sorgulayarak bütün toplumu derin bir ıstırabın içine soktu. Bir de bunu edebiyat yoluyla, üstelik son derece basit bir dille yapmıştı. Bu yüzden hikayeye yazarın hayali bir ürününden çok bir belgesel muamelesi yapıldı. (Bizde çoğu zaman romana yaşanmış hayat hikayesi muamelesi yapıldığı gibi.) Çar’ın sansürüne uğradı, hatta sansürcülere göre bu bir kurgusal hikaye değil, basbayağı bir “makale”ydi.

Çehov köylüleri iyi tanıyordu. Moskova’nın dışında yaşadığı mülkünün etrafı köylülerle çevriliydi. Üstelik bir doktordu ve her gün birçok köylü hastaya bakıyordu. İşini yaparken, aynı zamanda bir yazar gözüyle onları inceliyordu. Bir gün, evinin mutfağında kendi aralarında sohbet eden bir grup köylü hizmetkarın muhabbetine kulak misafiri oldu. Hepsi sarhoş olmuş, yüksek sesle konuşuyorlardı. Aralarında biri, kızı istemediği halde onu bir kova votka karşılığında birisine satmıştı. İçtikleri votka işte o votkaydı. Şahit olduğu bu hadise bile onu şaşırtmadı. Hikayeyi yazdığı sene Çehov, Rusya’daki ilk nüfus sayımında görev almıştı. Öğrendikleri onu dehşete düşürdü. Moskova’nın çok yakınındaki köylerde, her yıl doğan on çocuğun altısı ölüyordu. (Rahmetli annem hep anlatırdı. Cumhuriyet’ten sonra bile, onun çocukluk yıllarında, köylerinde doğan her on çocuktan sekizi ölüyor, çocukları ölen kadınlar, geride kalanları sütleriyle beslemek için seferber oluyor, kendi aralarında evlenebilsinler diye de birkaç kadını ayrı tutuyorlardı.)

Çehov bu hikayeyi yazdığında, bir köylü toplumu olan Rusya hızlıca şehirleşiyordu. Şehirleşmeyi felaket olarak görenler vardı, bir kısmı da köylülüğün tasfiyesini “erdemin”, “irfanın” yok olmasına yoruyordu. Toplum karpuz gibi ikiye ayrılıyordu. Yaşayan geleneksel köylü kültürünün yanında yeni bir şehirli kültür yavaş yavaş baskın geliyordu. Slavcılara göre köylülük her halükârda yaşamalıydı, köyün şehre boyun eğmesi milli bir felaketti çünkü. Batıcılar tersine şehirleşmeyi savunuyorlardı, onlara, liberallere ve Marksistlere göre şehir modernizm demekti, köylülük gericilikti ve ölmeye mahkumdu.

Çok değil, birkaç sene sonra “Bolşevik devrimiyle” Marksistler kazandı. O zamana kadar ortaya çıkmış en şehirli, en hümanist, en adil fikirlerden birisi olan Marksizm’i yanlış yorumlayarak, bu muazzam köylü nüfusuyla dolu memlekette bu büyük kitleyi Marksizm’de olmayan bir “proletarya diktatörlüğü”yle bürokratik bir cendereye alıp hem onların hem de dünya nüfusunun önemli bir kısmının canına okudu.

*

Gelelim bize, Yakup Kadri ve “Yaban” romanına…

Eğer “köy edebiyatı” diye bir akım varsa Türk edebiyatında, bu akımı ilk başlatan yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur. Kemalist fikriyatın kurucu babalarındandır. Onun derdi halk değil, rejimdir; bir işte rejimin çıkarı varsa, halkın menfaati diye bir şey aranmaz!

Milli mücadeleye aktif olarak katıldı, Mustafa Kemal’in en yakınında yer aldı, imanı kuvvetli bir Kemalist olarak onunla arkadaş oldu, ama en iyi yaptığı iş olan yazarlığı hiç elden bırakmadı. “Yaban” romanını yayınladığı yıl, birkaç arkadaşıyla birlikte “Kadro” dergisini çıkarmaya başladı. Derginin fikir babası eski komünist Şevket Süreyya’ydı, iki sene boyunca bu dergi yoluyla Kemalizm’in teorik temellerini oluşturmaya çalıştılar, büyük ölçüde başarılı da oldular ama bir süre sonra “kuramsal temellerini kurmaya çalıştıkları Kemalizm’i komünizm sanan bazı Kemalistler” harekete geçti; Yakup Kadri bir anda kendini “Zoraki Diplomat” olarak Tiran’da buldu.

*

Cumhuriyet; yeni rejime biat etmiş, kurtuluşu Mustafa Kemal’in önderliğinde görmüş, çoğu eski İttihatçı birkaç manga İstanbul aydınının yer değiştirmelerine sebep oldu. Çoğu istemediği halde mecburiyetten İstanbul’dan Ankara’ya taşındı, bazıları da gönüllü gelmişti. Ankara’ya gelmişlerdi gelmesine de Anadolu köylüsüyle ilgili cehaletleri devam ediyordu. Hâlâ memleketi İstanbul’dan ibaret sanıyorlardı. Çoğu Fransız devriminden etkilenmiş, onun filozoflarını okumuş, Fransız edebiyatını, şiirini tanımış ama zerre kadar kendi halkını tanımamıştı. O zamana kadar Anadolu’da birkaç münevverin, alimin evini istisna tutarsak hiçbir eve Kuran-ı Kerim’den başka kitap girmemişti. İstanbul aydını Fransız alimlerin kitaplarıyla kafalarında “muasır” yeni bir memleket hayali kurarken, Anadolu köylüsü Kuran okuyarak öteki dünyada yerini sağlamlaştırmanın peşindeydi.

*

Memduh Şevket Esendal “Köye Düşmüş” adlı hikayesinde bir süre köyde yaşamak zorunda kalan bu aydınlara benzer bir aydını anlatır. Köyden ve köylülerden nefret ediyor aydın, bir an önce oradan kaçmak istiyor, onun ağzından anlatıyor hikâyeyi yazar ki bir bölümü şöyle:

“Bundan evvel, bendenizin hiç taşraya çık­mışlığım yoktu. Ömrümde bir kere Florya'ya gitmiştim. Kalem refikleriyle o kadar niyet ettiğimiz halde kısmet değilmiş, bir kere Alem­ Dağı'na bile gidememiştim. Siz şu kısmete ba­kınız ki senelerden sonra bu dağ başında kal­dım. Görüyorsunuz ya beyefendi, burası adeta dağ başıdır. Bu adam bizi aldattı, köye götüreceğini söyledi. Bizim bildiğimiz, köy dediğin ağaçlık, çayır çimenlik olur. Bir yandan koyun­lar meler, bir yandan kuşlar öter, köyün kenarındaki ağaçlık altında ihtiyarlar delikanlılara gazaları anlatır, yaralarını gösterir, kızlar tes­tileri omzunda su almağa gelirler. Köyün hocası cihadın faziletinden bahseder, ahkamı ahiret­ten nasihat eyler. Burada böyle şeyler ne ge­zer; efendim. Eğer efendimizin vakitleri olsa idi, köy dedikleri yeri zatıalilerine gösterirdim. Şu sırtın arkasındadır. Numune için bir tek ağacı bile yoktur. Biz köylülerin yağ, bal, yu­murta yediklerini biliriz, burada, yağdan, yu­murtadan geçtik, ekmek yüzüne hasret kaldık. Bunlar ekmek nedir, onu da bilmiyorlar, efen­dim. Yufka yiyorlar. Hali vakti yerinde olanlar, bazlama dedikleri hamuru yutarlar. Allah inan­dırsın beyefendi, bendeniz harp içinde yediği­miz vesika ekmeğine bile hasret kaldım. Böy­le olduğunu bilseydim, buralara gelir miydim?”

*

Yakup Kadri, böyle bir “yerin” farkına varan ilk münevverlerdendir. Yeni rejime toplumsal bir taban aranacaksa, bu kalabalık, dağınık, çoğu dağ başında, yolun gitmediği yerlerde yaşayan köylüler arasında aranmalıydı. Şehir nüfusu azdı, “orada bir köy vardı uzakta”, oraya gideceğiz ve o köylülerden yeni rejime sıkı sıkıya sarılacak bir “milliyetçi kitle” yaratacağız. Peki bunu kim yapacak? Kuşkusuz aydınlar yapacak!

Yakup Kadri’nin “Yaban”ı aydınlara bir çağrıdır. Yüzünüzü köye ve köy meselelerine çevirin! Aradığınız taze kan, gitmediğiniz o ücra köylerin izbe evlerinde yaşayan köylülerde mevcuttur.

Roman yayınlanır yayınlanmaz köye muazzam bir ilgi doğdu. İstanbul aydını aniden Anadolu köylüsünü adeta yeniden keşfetti.

Artık “köylü milletin efendisi”dir!

*

Yeni kurulmuş olan “ulus devlete” bir “ulus” lazımdı. İlk etapta bu “ulus” yoktu, yetmiş yedi milletten oluşan “ümmet” vardı. Hepsini birleştiren yegâne şey İslam’dı. Yüzlerce yıl İslami değerlere göre yaşamış, ona göre yatıp kalkmış Anadolu’nun Müslüman ahalisinin (Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkesler vb) yani köylülerin zihinlerine girip kafalarının içinde asırlardan beri yer etmiş olan “İslami kimliğini” çıkarıp yerine, “yeni Türk milliyetçiliği fikrini” yerleştirmek bir hayli güç bir işti. Köylüler milliyetçi değil dindardı. Kafalarının içi bir yığın hurafeyle dolu, batıl itikatla beslenmiş, şeyhe, hacıya, hocaya inanan, hastalandığında muskacıya, yatıra koşan bir güruhtu.

Yakup Kadri, onların bu halini anlamakta güçlük çekiyor, hatta romanında yer yer bu duruma öfkeleniyor, onları anlama zahmetine katlanmıyor. Romanın bir yerinde köye bir tarikat şeyhi gelir, bütün köylüler korku derecesinde bir saygı gösterirler ona, bu durum romanın kahramanı Ahmet Celal’i çılgına çevirir. Köylüler cahil oldukları için bu yobazlara böylesine bir ilgi gösteriyordu. Gel de bu “koyun sürüsüne” Cumhuriyet değerlerini, çağdaşlığı, “Türklük” kavramını benimset. Bu hayli güç bir işti. Bunları milliyetçi yapmak, deveye hendek atlatmaktan zordu.

Romanın kahramanı Ahmet Celal, Osmanlı’nın “bozgun ordusunda” askerlik yapmış Bekir Çavuş’la tartışır. Kurtuluş savaşı yıllarıdır, düşman karşı tepeleri tutmuş, köylüye yeni bir heyecan aşılamak bir hayli zor. Gerisi şöyle:

“Bekir Çavuş:

Biliyorum beyim sen de onlardansın emme.

Onlar kim?

Aha, Kemal Paşa'dan yana olanlar ...

‘İnsan Türk olur da nasıl Kemal Paşadan olmaz?

‘Biz Türk değiliz ki, beyim.”

‘Ya nesiniz?

‘Biz İslamız, elhamdülillah. O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar.

Bekir Çavuş'la artık daha ziyade konuşmağa mecalim yok. Asılmış bir adam gibi başım göğsüme düşüyor. Bunalıp kalıyorum. Eğer, bize zafer nasip olsa bile kurtaracağımız şey, yalnız bu ıssız toprakla, bu yalçın tepelerdir. Millet nerede? O he­nüz ortada yoktur ve onu bu Bekir Çavuşlar, bu Salih Ağa­lar, bu Zeynep Kadınlar, bu İsmailler, bu Süleymanlarla yeni baştan yapmak gerekecektir.” (Yaban, s. 173)”

Yeni bir “millet”, yekpare bir “ulus” yapmak da “yaptım” demekle olmuyor işte. Aydın vakti zamanında asıl görevini yapmış olsaydı, bu “ulus olmaya” direnç gösteren güruhu yeterince “aydınlatsaydı” işimiz bugün bu kadar zor olmazdı.

Yakup Kadri, mesajını şu pasajla belirginleştirir:

“Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hak­kını kendinde buluyorsun.

Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyeme­din. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi biti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ek­tin ki ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.”

Yakup Kadri’ye göre aydın ile köylü arasında derin bir uçurum var. O uçurumu şöyle anlatır:

“Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk ‘entelektül’i, Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir.

Bir münzevi mi? Hayır; bir acayip yaratık demeliyim. Öyle ya, bir insan tasavvur edin ki hangi ırktan, ne cinsten olduğu belli değildir. Kendi vatanı addettiği memleketin di­bine doğru ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissedi­yor. Hissetmese bile etrafında hasıl olan boşluk, soğuk ve iti­ci hava, ona her an kendi toprağından sökülmüş bir aykırı, bir acayip nebat olduğunu bildiriyor.

Her memleketin köylüsüyle okumuş yazmış zümresi ara­sında, aynı derin uçurum var mıdır? Bilmiyorum! Fakat oku­muş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark bir Londralı İngiliz’le bir Pencap’lı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür.

Bunu yazarken, elim titriyor.”

*

Yakup Kadri’ye göre aydın akıl, köylü güçtür. Aydınlar milliyetçi, köylüler ümmetçidir. Köylüleri hurafelerden koparıp özgürleştirmek, aydınlatmak, aralarındaki uçurumu yok etmek, onları gerçek bir Türk milliyetçisi yapmak, böylece yeni Cumhuriyeti yüceltmelerini sağlamak aydının görevidir. Aydın köylünün “doğayı fethetmesine” yardım edecek, köylü de toprağı modern tekniklerle işletip ürettikleriyle memleketi refaha kavuşturacak.

Türk milliyetçiliğinin geleceği, milliyetçilik ideolojisiyle hemhal kılınmış Türk köylüsünün dönüşümünden geçer. Ama o aydın yok mu, o aydın; hem sorun hem de çözümdür.

*

Kemalistler, Yakup Kadri’nin bu fikri doğrultusunda hızlıca işe giriştiler. Köylülere “İslami” kimliğinden sıyırıp yerine “Türk” kimliğini benimsetmek için kolları sıvadılar. Anadolu’nun Müslüman ahalisinin “kutsal bildiği” her şeye savaş açtılar, ezanı Türkçeleştirdiler, çocuklara her sabah “Türküm doğruyum” diye başlayan bir ant içirmeye başladılar, Kürtçeyi yasakladılar, köylünün inandığı şeyle hurafe deyip yerine kendi bildikleri “çağdaş değerleri” ikame etmeye çalıştılar. Bütün bunları yapa yapa köylüden modern, milliyetçi bir toplum yaratacaklarını sandılar. Ruhunu, düşünüş biçimini, köylünün anladığı milliyetçilikten zerre kadar anlamadılar. Böyle yaparak kısa sürede köylüleri kendilerine düşman yaptılar. Aralarındaki husumet o gün bugün devam ediyor.

*

Çehov, Rus aydınlarının yücelttiği köylü mitini, şehirden köyüne dönmek zorunda kalan hasta bir uşağın yaşadıklarıyla yerle bir ederek Rusların oluşturmaya çalıştıkları “köylü kimliğinin” sakatlığını göstermeye çalışırken Yakup Kadri; bir Türk aydınını köye göndererek, bir şehir ideolojisi olan milliyetçiliği köylülere bulaştırmanın yolunu aradı…. Ne Çehov’un istediği oldu Rusya’da ne de Yakup Kadri’nin Türkiye’de. Ruslar dikine gidip Bolşevizm duvarın çarptılar. Yakup Kadri’nin aydınları ise, köylünün okuduğu kitabı elinden alıp yerine “dünya klasiklerini” koyunca meselenin hal olacağını sandılar. Bu yüzden de her seçimden sonra hayretler içinde kalıp duruyorlar.

Muhsin Kızılkaya

Habertürk


14 Mayıs 2023 Pazar

iyilik

                                                             

                                                                                   Yaşar Nabi'ye



Sabah... Ah şükrederek çıkmak geceden!
Ayak bastığım kıyı, yeniden doğuş.
Sabah, beliren evim, bahçeler ve sen,
Henüz uyuyan dallar, havalanan kuş.

Bu sabah bilmiyorum bu kırlar nere?
Çamlardan çimenlere dökülen sükûn.
Geçen ömrümü bana söyleyen dere,
Sessizce yaşamayı öğreten koyun.

Bir yol başlıyor gibi, ümitli, rahat.
Tanrım! Bu sabah içim senin eserin:
İyilik, teselliler, merhamet, şefkat...
İçimde bir sabahın, o kadar serin.

Bilinmez sevgililerle yıkanan göğüs.
İyilik... Ürperişi vücutta ruhun.
İyilik... Beyaz koyun, gülümseyen yüz,
Şu bahar, mavi gökler, yemyeşil sükûn.

Bu sabah gözlerimle okşadıklarım,
Her şey, bütün tabiat, ağaçlar, dere,
Ey bütün sevdiklerim ve sen ey Tanrım!
Titrek elleri öpmek, kapanmak yere...

Ziya Osman Saba

1937

6 Mayıs 2023 Cumartesi

kapalı çarşı


Giyilmemiş çamaşırlar nasıl kokar bilirsin,
Sandık odalarında;
Senin de dükkânın öyle kokar işte.
Ablamı tanımazsın,
Hürriyette gelin olacaktı, yaşasaydı;
Bu teller onun telleri,
Bu duvak onun duvağı işte.
Ya bu camlardaki kadınlar?
Bu mavi mavi,
Bu yeşil yeşil fistanlı...
Geceleri de ayakta mı dururlar böyle?
Ya bu pembezar gömlek?
Onun da bir hikayesi yok mu?
Kapalı Çarşı diyip te geçme;
Kapalı Çarşı,
Kapalı kutu.


Orhan Veli

Varlık, 1.3.1947




5 Mayıs 2023 Cuma

daha neler


 
Bu bahar sabahlarını yasak etmeli
Elma çiçeğiymiş sulardaki türküymüş
Kurşuna dizmeli bokları
Şu bıcır bıcır kuşları köpeklerin önüne doğramalı
İmiğini sıkmalı tanyelindeki muştunun

İnsan neler için doğuyor da
Neler için yaşayıp
Neler için ölüyor


Metin Eloğlu

2 Mayıs 2023 Salı

ÇİRKİN

                             



"Ev içi gülüşleri sehpada yalan çiçek
Allah’ım şiir için verdiğin vade bu mu?
Parmağı yüzüklerde kaybolan diri ceset
Nefes değil ciğeri kelimelerle dolu

İmr-ül Kays’tan bu yana çöl şiiri kız eti
Ne istesek Allah’tan firavun bizi duydu
Biraz bakla mercimek ve soğan için dua
Benim için yürüyen tüm peygamberler durdu"


1 Mayıs 2023 Pazartesi

tomorrow will be another day

                           



Belki ona gideriz yarın,
Belleksiz sevgiliye,

Poplin elli korkak çocuğa,
Duyarlığı, unutkanlığının kanı
anaya-
Ona belki gideriz yarın,
Gören gözlü kör güzele,
Çılgın gülüşlü bebeğe,
Yüreği, sızlanan ruhunun göğü
yavrucağa-
Yarın gideriz belki ona,
Unutuşun türküsü, bekleyiş
tortusunda,
Esnek kokulu çiçeğe,
Kaynak bakışlı Venüs'e-

Nilgün Marmara


29 Nisan 2023 Cumartesi

GÜN UZUN GÜNLER KISA

                                      


"Liszt’in piyano sesleri aklımda. Soğuk bir ses, temkinli. Oldukça güzel bulduydum. Araya giren her şey o sesle beraber aktı durdu. Kimsin sen diyor bana. Zamanla anlaşılır diyorum. Zamanla anlaşılmadı, belki soru kendini yineledi durdu. Birbirini seyreden iki sessizlik olarak kalmışız o ikindide. Şimdi burada boş vermişliğimi uyutmayan dalgın sessizlik."


14 Nisan 2023 Cuma

biliyorum çok geç oldu

                                    



Ayak bileklerimden bir de tutup sözüm ona

Ellerimle de duyarak basıyorum toprağa
Deli deprenişlerin köpüğüyüm yoksa
Ne hah yerleşip oturdum
Ne bir ayak yeri eşeledim
Ne bir dam aradım başımda


Perişan toztoprak içinde eşyam
Yanlardan
Arkadan otların arasından
Vahşi bir hayvan fırlıyor hatıramın sırtına


Yerim ve yurdum belli değil
Yeni atamdım aşkın tıpanlarına
Neyin memuruyum ben nerdeyim


Artıyor çizgi çizgi
Fahrenayt ellidokuz atmışbir


Eyvah hüzün bu
Eyvah hüzün yine
Çatıda alnımın


Hüznüm ağam oldu eyvah
Bir şey yap silkip at


Çare ne – herneyse
Titrek elime zor
Çalkalanıyorsa bir yerde
Ölüyorsa bir yerde
Bağlantılarım tam otomatik
Arzı mıyım ben
Tırnak arlarına kıymık giren ellerin


Hadi düşün beni
İçim otursun aklım
Durulsun diye


Ankara gölü gören bir dağ
Sisler ve katran
Ruhum
Bir iki yaşımda
Aynı boyda çam ağaçları


İki titrek ışık’ız
Güneş altında iki insan gövdesi
Bir gün yağmurlar
Açlıklar perişan saçlar dudaklar


Daima biraz fazlasıyla önünde
Dalgakıranların


Şunu da yaz bedeli olsun
Sabırla titreyerek öyle yalın
Ve kimsesiz olmadan oturacağız
Kıyısında ayrılığın


Cahit Zarifoğlu

13 Nisan 2023 Perşembe

kış

                                            



Ses kışı. Ateş yırtıldı. Çarpıldık. 
Ürktü insanı aşkıyla terleten kitap 
Bir bağ vardı gitti Bağdat'tan öte
Çöktü bir akşam güne Şam'dan önce

Kurumuş üzüme de râzıydık çürüttün 
Yaralanmış ayı kullanarak kızıl dağ 
Soluğunu yollayarak zaman zaman üstümüze 
Daralttın gençliğe ve bahara susamış gönlümüzü

Baharı seller götürdü boğuldu yaz 
Kırıldı kristal vakitler güz kadehi 
Ne çok mezar taşları taşıyarak sırtında 
Çıkıp gelmesini bildin ölüm tüccarı

Ben ki ölümsüzlüğe ermiştim deşe deşe 
Ülküleri düşünceleri düşleri insan çiçeğini 
Aşmıştım kaç kere Hızır'la âbıhayatın kemerini
Geçip çılgın gerçeğe devirerek büyü mendireğini

Sezai Karakoç
1974



8 Nisan 2023 Cumartesi

yine memleketim üstüne söylenmiştir

                                          


Memleketim, memleketim, memleketim,
ne kasketim kaldı senin ora işi,
ne yollarını taşımış ayakkabım,
son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
                 Şile bezindendi.
Sen şimdi yalnız saçımın akında,
                            enfarktında yüreğimin,
                  alnımın çizgilerindesin memleketim,
memleketim,
memleketim...


Nazım Hikmet

Pırağ, 8 Nisan 958



3 Nisan 2023 Pazartesi

İSLAM TARİHİ

                       


....

Senin rızan için tutulan oruç
Akabe – teypten yükselen sesler
Hamza’yı korumak için koşardı
herkes
Bir mızrak boyunda ilk yenilgiler

Serkisof olmasa sanki zaman yok
Tespihten akardı cihanın kiri
O serin seccade Müslüman alın
Hicret’in ilk günleri gibiydi

....

15 Mart 2023 Çarşamba

HAYATI VE ESERLERİ

                      

Köyde, o uzun sıkıntıları evrensel bir tanıma yollarken, kahvede köylülerle gevrek kahkahalarla sohbetler de ettin, onlara yazmaktan edebiyattan falan bahsetmedin, böyle iki kişilik bir hayatı da salimen yaşadın, çiftçilik yaptın, Hacırahmanlı futbol kulübünün kurucularından da oldun, Birinci dumanları arasında Zebercet'i ölüme doğru yaşatırken, Zebercet'in başka çaresi yoktu, Bodur Minareden Öte gibi edebiyatımızın en güzel aşk öykülerinden birini yazarken, şu fotoğraf hala bu kadar canlıyken, 1989'da öldün ve 32 sene sonra geldin beni buldun, içten içe bunu biliyordun da, yazan bunu sezer, bilir, yaktık sigaraları, seni Zebercet olmaktan Serpil kurtardı değil mi, yoksa o uzun aşk seni de yakabilirdi, çünkü 1973'de çıktı Anayurt Oteli, sen Serpil'le 1959'da tanıştın, kesinlikle aşkın, bekleyişin nasıl bir ölüm olduğunu biliyordun, evlenene kadar benim bildiğim 14 sene geçti, evlendiğin sene çıktı Anayurt Oteli, Zebercet astı kendini çünkü beklediği gelmedi, dedim. Gülerek, bak duyuyorum sesini, eminim duyduğum gibiydi sesin, doğru söylediğimi hemen kabul etmedin, elini omzuma koydun, aslında gülmen kabul ettiğin anlamına geliyordu, bunu benim anladığımı kısa süre sonra anladın ama gene de romanın başka siyasal açılımları da var dedin, onu biliyorum, farkındayım onun ama merkez onlar değil, derdin onlar olsa Zebercet olmazdı kahraman dedim.

Koltukta oturmayı seviyordun, kendine bunu yakıştırıyordun, koltukta kendine güvenen batılı biri oluyordun, Hacırahmanlı çok uzaklarda kalıyordu o anlarda, tam bir varoluşçu gibi bakıyordun: yaban, uzak, insanları sevmeyen biri. Beni yıllar sonra yeniden buldu, fethetti bu kitap dedim, e boşuna yazmamışız yav deyip güldün. Tekrar köydeydik işte. Ellerin arkada kavuşmuş, bana köylülerden, köylülükten, şefkatle, alayla, küçümseyerek, severek, tahlil ederek bahsettin. Batılı tarafın ve Ege köylüsü tarafın birbirinin sözünü keserek konuşup durdular. Ezan sesine hayvan sesleri karıştı, yüzüne baktım. İnce bir tebessüm vardı.

Zebercet'i umut öldürdü. Ama umut da ona lazımdı, katili de olsa dedin. Doğru! dedim. Sarıldık, ben yola, gelip geçen minibüslere doğru yürürken, gene gel, dedin.

Gelmeyeceğim.




2 Mart 2023 Perşembe

KAN TUTAN DİL



.....


Kim gibi yaşıyorsun kendini bırakınca?
Göğe yaslı kapılar tarihin kış vakti uzayan alfabeler
Şehir hatları toz kusan gözler kuş şurubu
Sonra denizi ses olarak topluyor kuyularım
Hayal çarpıntısında kılınç gibi işliyor
Ellerin - en küçük hayvanlarım. 

23 Şubat 2023 Perşembe

DENİZLER YÜKSELDİĞİ ZAMAN


"Sanki daha önce hiç kullanılmamış, anlamı olmayan kelimelerle doluydu ve onlara ruhundan bir parça üfleyip onları var etmek ve herkesin bu kelimelere baktığında kendisini görmesini istemekle doluydu. Yalnızken seyrettiği yağmurlar, akşam olurken gökyüzü, bir adamın yüzü, küçük bir hadise, duyduğu bir söz, güldüğü bir espri, tarlalar mesela, kır kahvesi, otobüs durakları, kâğıt kokuları, domatesler, hatırasız yaz vakitleri, mısralar, bir yazarın resminden ona görünen, saçlarına bakıp sustuğu kızlar, balkonda içtiği sigaralar, bazı yalnız ağaçlar, yol kenarındaki avlular, yazamadığı ama içinde durmadan konuşan hikâyeler, patates soyarken fark ettiği, depresyonda kurduğu cümleler ve her şey bir başkasına ve önce kendine yeni baştan anlatılmalıydı. Solgun bir hatıranın gölgesiyle konuşurdu ve o konuşurken hayat gözümüzden düşerdi. Kalplerimizin köşesinde saklı kalan unutulan ne varsa ortaya çıkardı. Bir kalbimiz olduğunu hatırlatırdı bize. Başka bir hayatta yaşıyor ve yaşamıyor gibi konuşurdu."




14 Şubat 2023 Salı

"solgun bir gül oluyor dokununca"


İstanbul’a gelişimin üzerinden yirmi iki yıl geçti. Bir taşralı olarak yerleştiğim bu şehri geçen zaman içinde tanımaya çabaladım. İstanbul kendini kolay ele veren bir şehir değildi ve zor oldu bu iş. Zor, çünkü “İstanbul kimliği” artık çok derinlerde bulunuyor. Elmasın parıltısını yakalamanız için madenin üzerini kaplayan kalın çamur tabakasını sıyırmanız gerekiyor.

Ben mekân ve eşya ile bağlantısı derin olan bir kimseyim. Oturduğum şehri, geçtiğim sokakları, binaları, ağaçları, insanları tanımak; onlarla ünsiyet kurmak isterim. Yoksa çekeceğim yabancılık beni boğar. Elbette ki benim mekâna, mekânın da bana katkıları olacaktır. Oysa İstanbul’u istila eden taşralılar bu şehri tanımaya pek gayret göstermiyorlar, iki unsur birbirine yabancı, birbirine küs ömür tüketiyor. Aslında tükenen şehrin kendisi. İstanbul’dan, gerçek İstanbul’dan arta kalan şeyler.

Onlar işte; her dokunuşta solgun bir gül oluyorlar. Artık evlerin önlerinde, balkonların kenarında ahşaba tırmanan mor salkımları göremiyorsunuz. Mesela Beyazıt Meydanı’nda şimdilerde Hat Sanatları Müzesi olan o güzelim medresenin batı duvarına yaslanan bir erguvan ağacı ansızın bir kolunu kaybediyor. Bir çeşmenin ayna taşı bir gece bilinmeyen bir yolculuğa çıkıyor. Belki o gece içine artık baykuşlar tünemiş bir ahşap yalı yine bilinmeyen sebeplerle yanıveriyor.

Aslında biz taşralılar İstanbul’un kalıntısı ile karşılaştık. Çünkü şehir en azından elli yıldan bu yana insafsızca delik deşik edildi. Kaldıramayacağı kadar nüfusu taşımaya mahkûm oldu. Ve sonunda hüzünle başını öne eğerek teslim bayrağını çekti.




Müstevliler sur içinden taştı, sur dışını mücavir alanları da mülklerine kattılar. Yetmedi, tepelere tırmanıp bayraklarını diktiler. Şehrin suyu, havası, ağacı, toprağı, çiçeği, böceği ayaklar altında kaldı ve ezildi.

Kitaplardan ve eski insanlardan okuyup dinlediğimize göre, çok değil elli sene önce, İstanbul ahalisi sebzesini ve meyvesini kendi bahçesinde üretiyormuş. İstanbul yeşillikler içinde bir cennet misali imiş. Zaten yabancı seyyahlar da onun bu tabiatla barışık yapısına hayran olmuşlardır.

Yapılan binalar, evler, hanlar, çeşmeler, köşkler, yalılar, sokaklar esas itibarı ile tabiatla uyum gözetilerek vücut bulmuş. Şimdilerde her nasılsa bir köşeye sıkışıp kalmış bazı avuç içi kadar mekânlarda, meselâ bir Galata Mevlevihanesi avlusunda, Kandilli’de iskeleden tepeye doğru kıvrılan sokağın başında, Rumelihisarı önlerinde, Boyacıköy’ün arka sokaklarında, Aziz Mahmud Hüdaî Dergâhı basamaklarında bu uyumun neşrettiği musıkiyi hâlâ duyabilirsiniz. İstanbul ne yazık ki, modernleşme döneminde şanına layık bir imar hareketine, bir plan uygulamasına sahne olamadı. Yapılan iş onu parselleyip satışa çıkarmak olmuştur.

Şehrin varsa eğer şimdilerde bir kimliği, onu ecdadın tepelere kondurduğu selatin camilere borçluyuz. İslâm şehirlerinin camiyi merkez alan dokusuna borçluyuz. Hâlâ servilerin salındığı yeşil kalan tek unsur mezarlıklara borçluyuz.

Yeryüzünde hiçbir şey baki değil. Geleneğin teşekkülünde ve zaman içindeki işlevinde de betonlaşma, donup kalma yok. Her yeni nesil onu yeniden üretebilmeli ki, gelenek feyizli akışına devam etsin.

Yani Fuzulî’den sonra, Bakî ve Hayalî, Nedim’den sonra Şeyh Galib gelebilsin. İstanbul bütün örselenmişliğine, hoyratça tahribine rağmen kendisine saygı ve şefkatle yaklaşanlara sırlarını ifşa edebilir. Bu şehri sadece modern iktisat ve ticaretin emrine verirseniz az zamanda sükût eder. Onun harcında inanç, ahlâk, ilim ve kültür var.

Mekân bize halim olmayı, feragat ve merhameti, hizmet ve hürmeti telkin eder. Had ve hak duygusunu getirir. Mimarideki standartlar bunun için önemlidir. Bir pencerenin nereye konulacağı ve hangi ölçülerde olacağı bir medeniyetin asırlık tecrübesinin sonucudur. Yoksa camından baktığınız pencereden görünecek manzara hiç de iç açıcı olmaz.

Ben Balat sahillerinde, Çıksalın’da, İcadiye’de, Eğrikapı surlarında ve Merkezefendi’de dolaşırken içimde hep hasret burcundan seslenen bir ilahiyi gezdiriyorum:

“Göçtü kervan kaldık dağlar başında.”






Mustafa KUTLU
Temmuz, 1994

bu toprağın renkleri, kokuları...

                                   


Türkiye denilince önce başak sarısı, ardından çini mavisi geliyor. Ekinci ve akıncı olan cetlerimiz, ayak bastıkları toprağı boş bırakmadı. Kolonizatör Türk dervişleri, kurdukları zaviyelerin etrafını şenlendirdiler. Her yan baharda bir yeşil ekin denizi olup çıktı. Rüzgâr gelincik kırmızısı, papatya sarısı ve turuncu dağ lâlelerinin üzerinden geçerken en güzel türkülerini söyledi.


Üzerinden gün eksilmeyen Anadolu bozkırları, başaklar olgunlaştıkça, otlar sarardıkça sarının bütün tonlarını parlatmaya başladı.

Meşeler göverdi, salkım söğütler yeşil-ipek saçlarını durgun akan ırmaklar üzerine bıraktı. Sürülen tarlalardan fışkıran kahverengi, yeşil çayırlar ve sarı buğday tarlaları ile bütün bir yaz Van Gogh tabloları oluşturdu. Sonsuza açılan pırıl pırıl mavi gök ve üç yanımızı çevirerek enginle kucaklaşan denizler dünyamıza maviyi armağan etti. Her iki unsurun sonsuzluk çağrışımı mabetlerimizi maviye boyadı. O kadar güçlü bir mühür olmuş ki bu mavi, sonunda Türk Mavisi (Turkuvaz) olarak anılmaya başladı.

Horasan erenleri, o bölgelerden gelirken, bu mavinin cetlerini birlikte getirmişlerdi zaten. Anadolu onu bir başka işledi, Boğazın firuze rengini kattı ona, Kütahya’nın, İznik’in havasını, toprağını, suyunu kattı: Mevlâna’yı, Yunus’u, Hacı Bayram Veli’yi karıştırdı.

Böylece Sultanahmet Camii “Mavi Cami” diye şöhret buldu, türbeler, camiler mavi ağırlıklı çinilerle bezendi. Beyazın ve mavinin hakimiyeti içinde yine bize has bir kırmızının, narçiçeği ile gelincik arası bir kırmızının özellikle benekler hâlinde kullanıldığını gördük. Onun ardından lacivert geliverdi. Bu elbette yıldızlarını yere indiren bozkır gecesinin laciverdi idi. İstanbul lâlelerinin ve bayrağın kırmızısı çerçeveyi tamamladı.

Çerçeve çınarın, ıhlamur ve kestane yaprağının, Karadeniz ve Bolu ormanlarının, tere, nane ve maydanozun, cennet sembolü yeşilin kollarına bırakıldı. Bütün bu ana renkler ara renkler ile zenginleştirildi. Çividî, tahinî, kurşunî, ebrulî, limon küfü, toz pembe vb… Üstat Ahmet Rasim bu asrın başında Galata Köprüsü üzerinde gelip geçen hanımların çarşaf, ferace, yaşmak renklerini sayarken yirminin üzerinde renk kullanıyor. Bu renkler her bahar leylak kokuları, sümbül kokuları ile tarazlandı. Ardından güller açtı, Isparta’dan Artvin’e kadar. Yağmurun çiselediği akşam saatlerinde uzaktan uzağa iğde kokuları duyuldu.

Taze sağılmış süt, yeni biçilmiş çimen, dalından koparılan kayısı ve bütün bir kış sokakları dolduran portakal-limon kokuları bizi sarıp sarmaladı. Mısır Çarşısı’ndan, Çemberlitaş baharatçılarından türlü baharat kokuları yayıldı. Bütün şark dünyasının efsunlu masalları, bu kokularla birlikte, kış geceleri mangal başında patlayan mısır kokusuna, közde patates buğusuna karıştı. Bütün bu renkler, kokular, sesler ve görüntüler nerede?


Mustafa KUTLU

13 Şubat 2023 Pazartesi

okul ve ağaç

                             


Orta birden ikiye geçtiğimiz yıldı galiba. Erzincan Lisesi’nin inşaatı bitince eski okulumuzdan yeni binaya taşındık. Binanın etrafı hâliyle inşaat artıkları, molozlar ile kaplıydı. Elimizde kazma, kürek, oldukça geniş bir arsaya kurulu mektebimizin bahçesini temizleyip düzeltmeye başladık. Başımızda bazen beden eğitimi öğretmeni, bazen tarım öğretmeni bulunurdu.

O yıllarda orta öğretimde “tarım dersleri” vardı. Hey gidi günler, Türkiye nereden nereye geldi. Bütün güz, bütün okul, bu derslerde bahçeyi düzeltmekle uğraştık; sonunda her şey mis gibi oldu. O yıllarda iklim değişiklikleri, küresel ısınma gibi meseleler yoktu.

Kar kasım sonu, aralık başında düşmeye başlar; bütün bir kış durmaksızın yağardı. Manavlarda hormonlu sera sebzeleri bulunmaz, her meyve ve sebze mevsiminde yenirdi. Kar ancak şubat sonu kalkar, soğuklar mart ortalarına kadar devam ederdi. Sonra hepimizin bildiği gibi Nevruz çıkardı. Nevruz çıktı mı bahar geldi demekti. Biz o zaman yine aynı öğretmenlerin nezaretinde kazmayı küreği kaptık.

Bu defa okulumuzun bahçesini ağaçlandırmaya giriştik. Çayırlık alanlar, çiçek tarhları, yürüyüş yolları belirlendi. Erzincan denince şu tanıtım cümlesi akla gelir: “Etrafı dağlık, ortası bağlık”. Gerçekten de Doğu Anadolu’da bulunmasına rağmen çok mümbit bir ovadır. Ağacı bu yıl dik, gelecek yıl meyve verir. Toprak ekime-dikime hazır olunca fidanlar geldi.

Çam, mazı, karaağaç, dişbudak, servi, kavak gibi meyvesizler yanında; kayısı, dut, şeftali, kiraz, vişne vb. gibi meyve fidanları da gelmişti. Meyve fidanları talebenin giremeyeceği, idarenin gözetiminde bulunan bir bölgeye dikildi. Ötekiler gerekli yerlere gerektiği biçimde yerleştirildi.

Sınıfımız çamların olduğu yöne bakıyor ve ben cam kenarında oturuyordum. Ara sıra camdan dışarı bakar elimizle diktiğimiz bir karış boyundaki çamların ne kadar zamanda büyüyeceğini hayal ederdim. (Şimdi memlekete gittiğimde ağaçlar arasında kaybolan okulumuzu görünce içim bir tuhaf oluyor.) Lisede idarecilik yapan bütün kadrolar iyi-kötü bu bahçeyi muhafaza etti. Diktiğimiz fidanlar büyüdü, meyvelerden tatmak için, gece yarılarından sonra bu ağaçlara daldığımızı da hatırlıyorum.

Tabii artık yaşımız ilerlemiş, delikanlı çağına girmiştik. Biz o bahçede bütün tahsil hayatımız boyunca mevsimleri günbegün yaşadık. Sararan yaprakların hazin dökülüşünü izledik. Sonra tabiatın uyanışını, tomurcuğun patlayışını, bir erik fidanının çılgın beyazlara bürünüşünü gördük. Sakaların, serçelerin, kargaların, güvercin ve kumruların seslerini dinledik. Tabiatı ve ağacı sevdik; okulumuzu-arkadaşlarımızı sevdik. İçimizde bir güzellik duygusu kökleşti. Tabiatla düşman değil arkadaş olmuştuk. Bizim için “Çimlere basmayınız, çiçekleri koparmayınız” yazıları gerekmiyordu. Şimdi yapılan okulların (bilhassa şehirlerde) yarısının bahçesinde ağaç yok. Çocuklar beton zeminde koşturuyor, asfaltlarda top oynuyor.

Bir tomurcuğun nasıl gelişip patladığını, hayatın ritmini göremiyor. Bu çocuklara nazarî olarak ağaç sevgisi aşılamak zordur. Ancak idareciler MEB’in bir genelgesi ile topyekûn bir kampanya başlatabilir. Okulumuzu ağaçlandırıyoruz kampanyası öğrenciler vasıtası ile yürütülmelidir. Minik ellerin dikeceği fidanlar zamanla büyüyecek ve dallarına kuşlar konacaktır. O zaman serçe ile saksağanı ayıramayan nesiller yerine, toprağı ve tabiatı tanıyan, tanıdığı için seven, sevdiği için koruyan nesiller yetişebilir.

“Yeşili koru” lafı laf olarak kaldığı sürece boş bir sözden ibarettir. Türkiye ne çekiyorsa boş adamların boş sözlerinden çekiyor.

Mustafa Kutlu


1 Şubat 2023 Çarşamba

TRAMVAYA BAKIYORUM


               



 ....


Yeni bir şey mi söyleyeceğim?
Hayır !
Modernizmin yatağında sabahladık hepimiz
Aşktan mı söz edeceğim?
Hayır !
Aşk o adamların malı
Ölecek miyim sahip?
Hayır !
Denizin dibine doğru şiir gibi süzüleceksin

....

1 Ocak 2023 Pazar

ARABESK

                                                                        


Ekşimiş suratları bu melek neyin nesi
Oysa kumbaraları tıkırdayıp dururdu
Garaja çektikleri hafta sonu kır evi
Güngörmez parmakları vara yoğa kururdu

Sığınıp durdukları mutfaklar faturalar
Ülserli karıları ölmekten yorulurdu
Kahvaltıları daral getiren kuşluk
Saatleri kum değdikçe bozulurdu

Alayı bando yüklü tören adımlarında
Şirin şeker kalpleri hemencik burulurdu
Kumanda ettikleri yapış yapış tembellik
Üşengeç koltuklara her akşam kurulurdu

........................