30 Aralık 2020 Çarşamba

ağıta kaside / lorca

                        


Kapadım balkonumu

duymak istemiyorum çünkü ağıtları,

ama külrengi duvarlar arkasından

bir şey duyulmuyor ağıttan başka.

 

Ne kadar az melek var şarkı söyleyen,

ne kadar az köpek var havlayan,

ve avucuma sığan bin keman.

 

Ama kocaman bir köpektir ağıt,

ağıt kocaman bir melektir,

kocaman bir keman,

gözyaşları susturuyor rüzgârı,

bir şey duyulmuyor ağıttan başka

27 Aralık 2020 Pazar

yeşil şapkanın evrakı

Bakanlık binasının karşısındaki otobüs durağında bekliyordu. Otomobilden inen kahverengi paltolu, gözlüklü adamla kucaklaştılar. Çoktan beri birbirini görmemiş, eski arkadaşlar oldukları belliydi. İkisi de uzun zaman görüşmeyenlerin çıkardığı seslerle,

- Ooo!..
- Ooo!.. diye oolaştılar.

Bu oolaşma bitince, «Nasılsın?», «Daha nasılsın?», «Daha daha nasılsın?», «Ne var ne yok?» soruları, bu sorulara karşılık da «iyilik sağlık», «Ham-dolsun», «Yuvarlanıp gidiyoruz», «İyi diyelim de iyi olalım» tekerlemeleri başladı.
Bunlar da bitince, kahverengi paltolu ve gözlüklü olanı, eski arkadaşını evine götürmek istedi:
öbürü,

— Olur, gidelim, dedi. Yalnız bir arkadaş bekliyordum da… O gelsin, gideriz.

Kahverengi paltolu,

— Burada mı buluşacaktınız? dedi.
öbürü,
— Beraber geldik, dedi. Bakanlıkta bir işi varmış. O içeri girdi, şimdi gelecek.

Kahverengi paltolu,

- Hiç beklemeyelim gelmez, dedi.
- Gelmez olur mu canım, gelecek…
- Gelmez!.,

Öbürü sinirlendi:

- Tanıyor musun?
— Hayır, tanımıyorum. Ama gelmez…
- Tanımadığın biri için…
- Gelemeyeceğini anlamak için tanımak istemez ki…
- Gelmez olur mu kardeşim. İşte şu kapıdan girdi. Beni atlatması için sebep yok ki…
- Canım atlatacağından değil. Bir kere resmî bir dairenin kapısından içeri girdi mi, girmedi mi…
- Gelir gelir… Simdi gelir. Neredeyse çıkar.
- Çıkamaz. Daireler paydos olmadan çıkamaz.
- Bildiğin gibi adam değil…
- Canım efendim, kim olsa çıkamaz.
- Yani, ben burada beklerken, bir tanıdığına mı takılır? Bir kere Ankara’da tanıdığı yok, sonra da geveze değildir.
- Bir iş için girmedi mi?
- Evet ama, bitmiş bir iş, imzalanmış, bitmiş bir yazı… Kalemden alıp çıkacak.
- Daha iyi söyledin ya… O zaman hiç çıkamaz. Paydos saatine kadar bekleyeceksin.
- Yahu, bitmiş bir iş diyorum. Şuradaki kalemden evrakı alıp çıkacak.
- Çıkamaz birader. Adamın elinde değil…
- Yani işi uzatırlar diyorsun. Ama, iş bitmiş. Hem iş uzasa bile, o zaman beni bekletmez, gelir.
- Vallahi billahi gelemez. Hadi biz gidelim.
- Ayıp olur.
- Geçen gün benim bir dairede işim vardı. Pek iş de değil ya…

Kayınbirader orada memurdur. Gidip onu gördüm. Ayaküstü akşama bize gelmelerini söyledim. Sonra çıktım. Tam merdivenlerden inerken, birden başıma rüzgâr vurunca şapkasız çıktığımı anladım. Kayınbiraderin odasına girerken şapkamla paltomu koridordaki askıya asmıştım. Paltoyu giymişim, şapkayı unutmuşum. Vallahi daha kapıdan bile çıktım sayılmaz. Dış kapı merdivenlerinden üç basamak indim inmedim hemen geri döndüm. Koridordaki askıya koştum, şapka yok… Bre aman.. Ben şapkasız yapamam, hemen nezle olurum. Şapka da halis İtalyan malı. Şimdi öyle şapka yok. Bizim enişte İtalya’dan getirtmişti, üçyüz lira versen bulamazsın. Başıma giyeli ancak bir hafta olmuş. Ben koridorda bir aşağı, bir yukarı koşup «Şapkaaa… Amanın bizim şapkaaa!..» diye feryada başladım. Koridor, ellerinde kâğıtlar, iş
için gelenlerle dolu. Ben «Şapka, şapka!..» diye koridorda koşuştukça onlar bana gülüyorlar. Şapkasını kaybetmeyenler, şapka kaybedenin halinden anlamaz. Nezle olurum birader. Evde bile, yatarken olsun, ayaktayken olsun başımda takke eksik olmaz. Şapka, diye koşar dururken rüzgârlanmadan hemen bir hapşırıktır tuttu…

Herkes gülüyor. Dertten anlayan yok. Resmî bir dairenin koridorunda hapşıra hapşıra, «Aman benim şapka nerede?» diye bağırmanın gülünçlüğünü anlıyorum ya. benim gülecek hâlim yok.
Kayınbiraderin odasına daldım, şiddetli bir hapşırıktan sonra,

— Aman kayınbirader, şu başıma gelene bak. Bizim şapka gitti yahu… diye bağırdım.

Kayınbirader,

— Dur, telâşlanma hele, buluruz… diye beni yatıştırmaya çalıştı.

Kayınbiraderin şefi kızdı:

— Beyefendi, beyefendi, burası resmî bir daire Burada hiçbir şey kaybolmaz…
- Resmî daireleri bilmez miyim kardeşim? Kaybolmasına hiç bişey kaybolmaz; gelgelelim arayınca da bulunmaz. Bulunursa da alınmaz.
Kayınbiraderle koridora seğirttik. Kayınbirader odacıyı çağırdı,

- Şurada duran şapka ne oldu? diye sordu.
Odacı,

- Yeşil bir şapka mıydı? dedi.
- Yeşildi birader, diye bağırdım.
- Tüylü müydü?
- Evet, tüylüydü kardeşim.
- Büyük bir şapka değil mi?
- Büyük ya…
— Kordelâsı da siyah mıydı?
— Kordelâsı da siyahtı.

O sırada kayınbiraderin şefi de koridora çıkmıştı. Bana bir daha çıkıştı:

—Gördün mü beyefendi, burası resmî bir daire, buradan kıl kaybolmaz. Değil sizin şapkanız, hazine olsa kimse tenezzül etmez!
- Canım, şimdi biz tenezzül ederler mi, dedik. Bu söz de nereden çıktı? Biz şapkamızı istedik.

Odacı, benim şapkayı bir iyi anlatmaya devam etti:

- Kenarları da kıvrık mıydı?
- Kıvrıktı canım…
- Şöyle yukarı bükük..,
- Evet, öyleydi…
— İki de hava deliği vardı yanda…

Odacıya,

— Aman, bizim şapkayı iyice tarif ettin. Bir de şunun yerini söyle! dedim.
Odacı,
— Ben onu sahipsiz bir şapka diye götürdüm, Vicdanî Beye verdim, dedi.
Koş Vicdanî Beye…

—Aman beyefendi…

Hapşırıktan da bir türlü konuşamıyorum. Bendeki hapşırık, Allah vermesin, ramazan topuna benzer. Hapşırdıkça daire güm güm ötüyor. Bu daireleri de öyle yaparlar ki, şuradan fısıldasan, ses tavanlarda, duvarlarda yankılana yankılana çığ gibi büyür, bütün odaları dolanır.
Vicdanî Bey, daktilo kıza,

— Bulunan yeşil şapkanın evrakı nerede? diye sordu.

Kız,

— Kayda gönderdim, dedi.

Ben hemen,

— Aman beyefendi, dedim, bizim şapkanın evrakı da mı var? Bu ne biçim iş?

Vicdanî Bey kızdı:

— İki elinizle bir şapkanıza sahip olamazsınız, başımıza işler çıkarırsınız. Bir de evrakı mı var diye sorarsınız. Koridorda bulunmuş bir şapka bu.
Evrak yapmayıp da ne yapacaktık?
Daktilo kıza döndüm:

— Aman kızım!..

Bir şiddetli hapşırığın rüzgârıyla kızın masasındaki kâğıtlar havaya uçuştu. Kız ağlamaklı,

— Ben sabahtan beri bu kâğıtları sıraya koymaya çalıştım. Siz darmadağın ettiniz.. Şimdi ne olacak? dedi.
Hepsi bana hapşırdım, diye çıkıştılar.

- Allah Allah… Aman kızım, bu hapşırık, insanın iradesinin dışında bir iş.
Padişah fermanı gibi bir şey. Hapşırığa kim karşı durabilir?
- Mendili ağzına tutsana!..
- Canım, mendil çıkarmağa vakit mi var? Hapşırık, geliyorum diye oda kapısını tıkırdatan vatandaş mı? Tecrübesiz müfettiş gibi birden bastırır.

Daktilo kız, karışan kâğıtlar arasında benim şapkamın yazısını buldu, pembe pelür bir kağıt. Aslını şapkaya iğneleyip kayda yollamışlar, sureti de kalmış. Göz ucuyla birazını okudum:
«özeti: Koridordaki askıda bulunan yeşil, tüylü, siyah kordelâlı, iki hava delikli şapka hakkında.»

Kız, küçük bir kâğıda bir numara yazdı, bana verdi:

- Gidin, kayıttan arayın!

Koştum kayıt memuruna:

- Aman bizim şapka?
- Numarası kaç?
- 59…

Defteri karıştırdı karıştırdı:

- Düyûna kalan yollukların verilmesi hakkın da mı? dedi.
- Aman, ne düyûnu canım, ne yolluğu? Bizim bir şapka olacak da… Yeşil, tüylü olup, iki de deliği vardır, hava için.

Memur kızdı:
— Ben senin şapkanın deliğini bilir miyim?
Numarasını söyle…

- 59 birader…
- 59 numarada düyuna kalan yolluk var.
- Hay Allah… Zatıâliniz bana şapkanın numarasını sormadınız mı? Ben, öyle sandım. Affedersiniz. İşte evrakın numarası…
Kayıt defterini karıştırdı:

- Bu mu? «Koridordaki askıda bulunan yeşil, tüylü, siyah kordelâlı, iki hava delikli şapka hakkında…»
- Evet… Ta kendisi… Hay Allah razı olsun.

Aman bulduk mu ne?
Kayıt memuru,

— Zabıt tutulması için daire müdürüne sevk edildi, dedi.
Koştum kayınbiradere:
— Yahu, nüfuzlu birisini bilmez misin? Vasıta olsun da şu bizim şapkayı kurtaralım.
Beni özel kalem müdürüne çıkardı. Özel kalem müdürü zile basıp daire müdürünü çağırdı:

— Neden beyin şapkasını vermiyorsunuz?

Daire müdürü,

— Kim vermiyor, dedi, biz onun şapkasını ne yapalım. 59 numara bir şapka. Bir kere burada her kesin başına büyük gelir, kulaklarına geçer.
Ayrıca bir de şapkaya hakaret… Bir hapşırdım. Kafamı duvara çevirmesem odadaki evrak havalanacak.
Daire müdürü açıkladı:

— Bize bir şapka geldi. Bulunmuştur diye zabıt tuttuk. Zaptı da iğneleyip ikinci kısma havale ettik.
Özel kalem müdürü,

— Gidin şapkanızı alın beyim, dedi.
— Aman beyefendi, şapkayı veren kim? Vermiyorlar!
Daire müdürü,
— Bizden iş çıktı, dedi, bizde iş kalmaz. Derhal muamelesini yapıp havale ettik. Yerli şapka olsa, çoktan geçtim. Ama halis italyan şapkası. Enişte hediye getirmiş. İkiyüz lira versen yok.

Gittim ikinci kısma. Kapıda insan yığılmış. Girmenin imkânı yok. Herkes birbirine derdini soruyor. Benim derdim şapka…
Önümdeki biri,

- Çoktan mı uğraşıyorsunuz? dedi.
- Sabahtan beri, dedim. Sonra başımdan geçenleri anlattım. Adam kızdı,
- Yahu, dedi, altı aydır gelir gideriz, bizim işi muameleye koymazlar. Sizin işinizi hemen muameleye sokmuşlar.
Oradan biri,
— Sansınız varmış, dedi.
Başka biri de,
— Ne şansı birader, dedi, kim bilir nereden torpil getirmiştir de işi bu kadar çabuk yürüyor.
Demek, şapkanın muameleye girmesi de bir şans!

Neden sonra ikinci kısma girebildim. Ama şapka yok. Onlar da başka yere yollamışlar. Kızdımsa da belli etmeden,

— Hemen sevk edecek ne vardı sanki… dedim.

Memur,

- Allah Allah… yahu işi yavaştan alsan beğenmezler, çabuklaştırsan beğenmezler… dedi.
- Benim şapkayı biraz bekletseydiniz.
- Efendim, burası vestiyer mi?

Hani çocuklar birinin şapkasını kaparlar da elden ele atarlar, şapkası alınan da ortada fır döner. Ben de öyle, bir türlü şapkayı ele geçiremiyorum. Bizim şapkanın muamelesi öyle bir hızlı yürüyor ki, ben bir odadan girene kadar, şapka öbür odaya geçiyor. Derken efendim, on gün arkasından koştuktan sonra şapkayı ambarda yakaladım. Bu sefer de ambar memuru vermez.

— Sorumlu is, veremem, diyor. Şapkanın sizin olduğu nereden belli?

Ben şapkayı anlatıyorum:

- 59 numaradır. Benden başkasının başına büyük gelir. Rengi yeşil.
- Dünyada yeşil şapka bir sizin mi?
- Tüylüdür.
- Tüylü şapka çoook… İçinde fotoğrafınız var mı?
- Aynı zamanda iki de hava deliği var.
- Sözleriniz zapta uyuyor. Ama yarın biri daha çıkar da, şapka benimdir, derse?

Sonunda, şapkanın benim olduğuna adamı inandırdım. Yeniden bir zabıt tutuldu.
Ben de imzaladım. Eh artık şapkamı verecekler. Bu sefer de,

- Kimliğiniz efendim? dedi.
- Kimlik mi? Yanıma almamışım.
- Veremeyiz.

Şapkanın benim olduğunu isbat ettim, ama benim ben olduğumu ispat edemiyorum. Eve koşup kimliğimi getirdim. Kayınbirader de yardım etti. Şapkayı verdiler. Şapkanın iki hava deliği olmuş ikiyüz delik. Evrakı, zaptı iğneleye iğneleye benim şapka delik deşik olmuş. Şapkayı aldım ama, giyemedim.

Sen ne diyorsun kardeşim. Aradan iki dakika bile geçmeden askıdaki şapkamı almak için geri döndüm de bir daha oradan çıkamadım. Senin arkadaşın nasıl çıkarmış?

— Ama, onun evrakı hazır.

Kahverengi paltolu, gözlüklü adam, ,

— En hazır evrakı on günden önce alamaz, dedi.
öbürü saatine baktı,
— Eh, paydos saati de geldi… dedi.
Kahverengi paltolu,
- Artık bekleyebiliriz, çıkar nerdeyse… dedi.
- Ne zaman girmişti içeri?
- Saat ikide…

Daireden memurlar çıkıyordu. Çıkanların sonlarına doğru bekledikleri adam geldi.
— Benim iş yarına kaldı… dedi.

Aziz Nesin

25 Aralık 2020 Cuma

tehdit

                                               

Sevgilim yanıtlanmış bir soru, dimdik yürüyor
ne tuhaf, galiba ikinci kez kullanıyorum bu sözcüğü şiirde
hangi sözcüğü, sevgilim elbet, ilkinde daha yoktu
sen yoktun kimse yoktu, sen varsın herkes daha yok
dimdik karışmasaydın grafimdeki yatık çarpıntıya
gururla söz açabilirdim bundan utanç sözlüğümde
abartmazdım bu kadar

Eteklerine yapışır 
hızla sararan bir mevsimin kıyısından karşıya geçerdim
karşıya, güleryüzlü paravanın ardındaki acıya
karşıya, riya banliyösünden daha taşraya
artık terziye çırak mı dururum ahçıya yamak mı bilmem
sabi sayılırım, dalıma su yürümemiş daha
bunu, habire ensemi okşasınlar isteğimden çıkarıyorum
büyütecekmiş kısmetimi ay annemmm
gecemin sözü var sabaha

Annem safi güvercin
annem kalbimin kızkardeşi, annem kusursuz elma
ben sersem sepet, ben kıskanç köpek, ceplerimi doldurup ellerimle
dışarıdayken hep dışarıdayken
vitrin önlerinde hayal kumkuması, anneannemin avlusunda uykulu
hani öksüz kalmaya henüz akıl erdiremediğim uzun gecelerde
neonların farların spotların bile karartamadığı ışıklı gölgem
içerdeki sevda filminin bitmesini beklerken
hatırladığını varsaydıkları her şeyi bir bir unuturdu

Şimdi kimden duyduğumu unuttuğum sözü de
kimseden duymadım belki de ben uydurdum
bunu bile bile yapıyorum, bilebile yapıyorum
sıra bana gelince kuklaları konuşturuyorum yerime
ya binamı yapan özgüven katmayı unuttu harcıma
ya da şahane bir sorumsuzluk anıtıyım ben
halbuki anlaşılması gayetle kolay bir cümle kurabilirdim
dal uzamayı unutmuşsa kurumuştur mu demişti biri
diyebilirdim söz gelimi
su akmayı unutmuşsa mutlaka kurumuştur ama
kanamayı unutmuşsa yara, ne iyi,
söz işitilmeyi unutmuşsa, bu daha...

Ama unutmuşsan güneyli bir aksanla yalandığımı, bu kötü işte
köpeksi bir dille öptüğümü unutmuşsan, bu daha kötü
unutmuşsan özlemin yazısı acı, turası sevinç
acı akranı sevinçten daha yaşlıdır unutmuşsan
en kötüsü de bu
güzel kıskanç gönlüme çekilirim o vakit güzel ikindileyin
ve tıpkı tabiatın hür çocuğu katır dirençli Engidu
metroya dudak büküp yaban eşeklerinin ardı sıra
aşkım olan arkadaşımı hayata terk ederim.

Adnan Satıcı
(1962 - 2007)

Kum Dergisi, Ocak 2002

24 Aralık 2020 Perşembe

sessizce , sezilmemiş aşka gazel



SESSİZCE

Dinle, yavrum, sessizliği.
Dalgalanan sessizliği,
kayan vadilerin yankılandığı
sessizliği,
alınları toprağa eğilten
sessizliği.

SEZİLMEMİŞ AŞKA GAZEL

Karnındaki karanlık manolyanın
Kimseler anlamadı kokusunu.
Acıttığını kimseler bilemedi
Dişlerinle sıktığın o aşk kuşunu.

Binlerce Acem tayı uykuya yattı
Alnının ay vurmuş alanında,
O senin kar düşmanı göğsünü
Kucaklarken dört gece kollarımla.

Bakışın, tohumların solgun dalıydı
Alçılar,yaseminler arasından,
Aradım vermek için yüreğimde
O fildişi mektupları her zaman diyen,

Her zaman: acımın bahçesi benim
Gövden her zaman, her zaman şaşırtıcı
Damarlarının kanıyla dolu ağzım,
Ağzın ölümüm için söndürdü ışığını.

Federico Garcia Lorca

22 Aralık 2020 Salı

BEETHOVEN'İN 5. SENFONİSİ

                          


Bu yoldan kaç sene köye gittim. Gittim de ne oldu?



1 kere Erçek Gölü'nü gördüm, muhteşemdi. Gördüm de ne oldu?



Caminin solundaki yoldan evime yürüdüm. Yürüdüm de ne oldu?




Cumhuriyet Caddesi'nde çok dolaştım ikindilerde. Dolaştım da ne oldu?
Hiçbir şey!


Yazınca oluyor ne oluyorsa ve ne olmuyorsa!

20 Aralık 2020 Pazar

yarıda kalan bir bahar yazısı

                                              


   Vurdu kalın parmaklar
   yazı makinamın dişlerine.
   Kâğıtta her harfi majeskülle dizilmiş
                               üç kelime var :
   BAHAR
      BAHAR
           BAHAR
   Ve ben şair musahhih
   ve ben her gün
   iki liraya
            2.000 kötü satır okumaya
                                 mecbur olan adam,
   ve ben
       neden
           bahar geldi de hâlâ
             muşambası kopuk
             kara bir koltuk
                gibi oturmaktayım?
   Kasketini kendi kendine giydi kafam,
                 fırladım matbaadan
                                    sokaktayım .
   Yüzümde mürettiphanenin
                          kurşunlu kiri,
   cebimde 75 kuruşum var.
                     HAVADA BAHAR..

   Berberlerde pudralanıyor
                     Babıâli paryasının
                                sarı
                            yanakları .
   Ve güneşli aynalar gibi yanıyor
          kitapçı camekânlarında
                üç renkli kitap kapakları .
   Fakat benim
   bu caddede yaşıyan,
   kapısında ismimi taşıyan
   bir formalık "ALFABE"m bile yok!
   Adam sen de ne çıkar!
   Başım dönmüyor geri,
   yüzümde mürettiphanenin
                              kurşunlu kiri
   cebimde 75 kuruşum var .
                     HAVADA BAHAR...

                            .
   Bu yazı yarıda kaldı.
   Yağmur yağdı satırları sel aldı .
   Halbuki ben neler yazacaktım neler...
   3.000 sayfalık 3 cildinin üstünde
                          aç oturan muharrir
   bakmıyacaktı da camına kebapçının,
   tombul esmer kızını Ermeni kitapçının
   ışıklı gözleri ile taşlıyacaktı...
   Deniz kokmaya başlayacaktı .
   Terli kızıl bir kısrak gibi
                       şahlanacaktı bahar,
   ve ben onun çıplak sırtına atlar
                                       atlamaz
                                 sürecektim sulara.
   
     Sonra
     her adımda peşimden gelecekti
                                yazı makinam .
   Ona diyecektim :
                      - Etme anam
                           beni bırak bir saat rahat...

   Sonra,
   saçları düşmeye başlayan başım
                             haykıracaktı uzaklara :
                                          - ÂŞIKIM...

   27 benim yaşım
   onun yaşı 17 .
   Kör şeytan
   topal şeytan
   kör topal şeytan
   gel bu kızı sev,dedi,
                   diyecektim;
                        diyemedim,
                             derim yine!
   Ama yağmurmuş
             yağıyormuş,
   yazdığım satırları sel almışmış
   cebimde 25 kuruşum kalmışmış
                                           ne çıkar...
   Bahar geldi bahar geldi bahar
                          bahar geldi ulan !
   Tomurcuklandı içimde kan! ! !

Nazım Hikmet
1929



19 Aralık 2020 Cumartesi

söyleyecek bir şey yok


Uluslar için, ayrık otları denli cılız,
Göçebe kavimler için, kayaların arasında,
Kısa boylu, asık yüzlü kabilelere
Ve parke taşları gibi kenetli ailelere
Fabrika kentlerinde karanlık sabahlarda
Ağır ağır ölmektir yaşam.
Ve tüm ellerindeki
Yaratma ya da kutsama,
Sevgi ya da para ölçme yolları
Ağır ağır ölmek yollarıdır.
Mızrakla domuz avlayarak ya da
Garden parti vererek geçen gün,
Tanık iskemlesinde ya da
Doğum masasında saatler
Hep ağır ağır ilerler ölüme doğru.
Ve kimine bunu söylemek
Hiçbir şey demez, kimine de
Hiçbir şey bırakmaz söyleyecek.

Philip Larkin


14 Aralık 2020 Pazartesi

“Eski Bir Yaz Vakti İçin Mektuplar” Üzerine




Süleyman Unutmaz’ın “Fena, Köpeklerin Kalbi ve Süleyman’ın Kitabı” adlı şiir kitaplarından sonra, şiir olmayan ama genel anlamda sanatın değişik dallarına yönelik ilgilerine dair ilk kitabı, “Eski Bir Yaz Vakti İçin Mektuplar”, Ketebe Yayınları’ndan 2020 Kasım’ında çıktı. Şahsen uzun zamandır “şiir harici ne tür bir kitap” gelecek şeklinde düşünüyordum. Çünkü Süleyman Unutmaz’ın dil, anlam, aktarım, somutlama ve gerçeklik üzerine düşündüğünü, yorumlamalar yaptığını biliyordum. Şiirle olduğu kadar, müzikle ve sinema ile ilgisinin de onu rahat bırakmayacağını, bu ilgilerinin de metne dönüşeceğini / dönüştürüleceğini bekliyordum. Bu beklentim yalnız Unutmaz’ın ilgilerine güçlü şekilde eğilmesinden değil, aynı zamanda güçlü şekilde iletme, aktarma arzusunun olduğunu bilmemden kaynaklanıyordu. Esasen Unutmaz’ın potansiyelinin daha fazlası olduğunu düşünüyorum. Bu cümleden olmak üzere sert postmodern öğeler içeren birkaç öykü mesela…

Kitap 178 sayfa. Kapak sarı ve yeşil renklerin tonlarından oluşuyor. Güzel bir kapak yapılmış. Arka kapakta kitabın içeriğine dair bazı cümleler yazılmış. Elbette bu cümleler okur açısından önemli. Çünkü şu açık bir gerçektir ki; pek çok okur arka kapak değerlendirmeleri üzerinden kitaba yaklaşıyor. Arka kapağın son cümlesi de şahsi kanaatime göre okuyucu profilini daraltan bir cümle olmuş. Özü olumlu ve kitaba dair önemli bir cümle olmasına rağmen, şeklen negatif duruyor. “Yalnızca Edebiyat’ın dindireceği ruhlara…” Bu cümleden olmak üzere; yazarla aynı ya da ona yakın hafakanlar, buhranlar yaşamayan; edebiyatı sadece iyi vakit geçirmek için önemseyenlere karşı kitabın yaklaşımı ne olacak? Bu cümle aynı zamanda yazım açısından da sorunlu…

Kitap tür açısından serbest bir çalışma. Deneme, mektup, sohbet gibi türlerin bir karışımı. Bu neviden çalışmaların önemli olduğu açık. Çünkü sanatçının genel eğilimleri ve yaşantısı ile ilgili çokça bilgi barındırıyor. Tecessüs değil elbette. Z kuşağının spoiler dediği şey bu. Yani, bir eserin konusu veya detayları hakkında bilgi veren; eser okunmadan, dinlenmeden veya izlenmeden önce öğrenilmesi durumunda alıcının eser ile ilgili düşüncelerini veya alacağı hazzı etkileyebilecek açıklama veya ipucu. Süleyman Unutmaz’ın, dönemsel olarak okuma haritasını görmek bu anlamda önemli ve mümkün. Eleştiri için ise temel gerekliliklerden. İzlediği filmler ve dinlediği şarkılara dair liste yapmak da mümkün. Bu çeşitliliğin ne anlama geldiği üzerine umarım başka bir yazı da yazılır. Yazarın dünyasını anlamanın, bir imge sözlüğü ya da çağrışım listesi olmaması dolayısıyla günümüzde daha önemli olduğu yadsınamaz. Alımlayıcı açısından duruma bakıldığında, okurun neredeyse istediğini anlama özgürlüğüne sahip olduğu bir yapı ile karşı karşıyayız. Tabi en çok eleştirme ameliyesi açısından zor bu durum. Yaptığınız çözümleme ile şairin kastının örtüşmesi gittikçe zorlaşıyor. Bu cümleleri bir yazar-şairin tüm birikimi için kullanıyorum elbette.

Kitabın içeriği üzerine aldığım notlar var. Bunlardan da kısa kısa bahsedeceğim. Yazar metinleri oluşturmadan önce bir müteharrik güçle karşılaşmış gibi duruyor. Okuduğu bir yazı, dinlediği bir şarkı ya da izlediği bir film karşısında bir noktada durup, bu hususu yazması için üzerinde baskı hissetmiş. Hatta yazmak zorunda kalmış bu yazıları. Şöyle ki; yazıların çoğu bir epigrafla başlıyor. Öncelikle “Ben ve Allah” adlı bir metinle giriliyor kitaba. Bu metin besmele mahiyetinde. Dibace ya da ön söz de sayılabilir. Unutmaz bu metinde, korkular, umutlar, en çok da yalnızlığın eğitici ve koruyucu yönüne dikkat kesiliyor. “Merdivenlerden sonra çocukluğumuzun gökyüzü! En çirkini pastaneler, ayrılıklar en güzeli. Yalnızlık da rahman ve rahimdir.”(S.9) Bu bölümü bir çeşit “münacat” gibi algılamama da sebep oldu şu cümlelerle yazar: “Ya Rabbi! Olamadım! Bağışla!” Kudemânın âdeti olduğu üzere, besmele, hamdele ve salvele niyetine ya da münacat, naat ve sonra kasideye giriş gibi.

Unutmaz, epigrafta aldığı cümlelerin yazarı ile sohbet ediyor. Onları da metne çağırıyor. Onların duygu dünyasına girmeye çalışıp, kendi duygularıyla onların duygularını aynîleştirmeyi deniyor. Kendi duygularıyla konuk yazarın çıkarımlarına yaklaşmak gibi çetin bir yola giriyor. Konuk yazarın bıraktığı yerden meseleye devam ediyor. Cioran, Gogol, Kafka, Dostoyevski, Tolstoy, Nietzsche, Gorki, Hemingway vb dünya edebiyatının büyük yazarlarına atıflar yapıyor, onların metinlerinden parçalara yer veriyor, epigraflar alıyor. Robert De Niro filmlerinden bahsediyor. Johnny Deep röportajından kesitler sunuyor. Thomas Bernhard ile söyleşiyor. Mr. Vertigo romanından, Paul Auster’den söz ediyor. Türk Edebiyatından bazı şairlerden; Kemalettin Kamu, Ziya Osman Saba, Necip Fazıl, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Ahmet Muhip Dranas, Oğuz Atay, Sezai Karakoç, Edip Cansever, Cahit Zarifoğlu, İlhami Çiçek, Metin Eloğlu, Ergin Günçe vb; onların hayata bakış açılarına eğilip kendi hayatına dair bazı kodlarla anlamaya çalışıyor. Türk Edebiyatından sanata bakış açıları, dünya görüşleri örtüşmeyen, bahsettiği bu şairleri bir cümlede zikreden herkes için bağlamı oluşturmak zordur. Çünkü sadece iki şekilde bir arada zikredilebilir bu kişiler: şiir ve hayat. Yani şiirle hayata dair boşluklarla ve bu boşlukları süsleyen trajediler. Bu bağlamda hem dönemin edebiyat sanat ortamına dair veriler sunuyor hem de sosyolojik tespitler yapıyor. “o Türkiye, yaşadıkları hayatın şiirini yazan ve yazdıkları şiirin hayatını yaşayan şairlerin Türkiye’siydi. O şairler de sanki aynı mahallenin sakinleri misali penceresini birbirine açan şiirlerde yazdılar ne yazdılarsa.” (S.27) Elbette bu tespitler sadece yazarı bağlar ve kişisel yargılardır.

Hâsılı; Süleyman Unutmaz’ın potansiyelini ve yönelimlerini okurun ilk kez gördüğü bir kitapla karşı karşıyayız. Bu durum, “Eski Bir Yaz Vakti İçin Mektuplar” kitabına ve Süleyman Unutmaz’ın bizzat şiiriyet ve yazarlık kuvvetine yönelik bazı cümlelerin ortaya çıkmasına, serdedilmesine yol açacaktır. Çünkü bu kitaptaki metinlerde şiirlerinden farklı bir Süleyman Unutmaz’la karşılaşıyor okur. Bir şairin hayatına dair her tür ayrıntıyı seven insanlar için ideal bir okuma ve okur için zımnen bir tavsiye listesi olacak bu kitap. Okur, yazarla aynîlik kurmayı sever. Bu sebeple; yazarın eğilim ve yönelimlerini, şiirlerinin arka planında olan gerçeklik kadar önemseyecektir okur.



Eski Bir Yaz Vakti İçin Mektuplar

Süleyman Unutmaz

Ketebe Yayınları

2020 İstanbul


Ethem Erdoğan

kitaphaber.com

6 Aralık 2020 Pazar

ömer bedrettin uşaklı


                   



ÇORUH

Kızıla boyanmış koynunda sular,
Yandın mı bu gurbet elinde Çoruh?
Bayburtlu Zihnî'nin koşması mı var.
Türküler söyliyen dilinde Çoruh?
Ufkunda parlayan şafak olaydım,
Denize döktüğün toprak olaydım,
Ne olur bir sarı yaprak olaydım,
Denize yollanan selinde Çoruh!
Ben burda tutamam artık gönlümü,
Boş bir çardak gibi, gel yık gönlümü!
Beni bıraksan da, yanık gönlümü,
Denize götürmek elinde Çoruh...




BURSA'DA AKŞAM

                                                                                         Reşat Nuri Güntekin'e

Bugün de sonbahardan süzülüp doğdu akşam,
Dağların yere indi koyu, serin gölgesi;
Uludağ etekleri al ipekten bu akşam;
Düştü yeşil ovaya kubbelerin gölgesi!...
 
Ufuklarda bu akşam ne sis var, ne bulut var; Selvilerin içinde bir alev Emirsultan... İçten dualar gibi geçiyor sanki rüzgâr, Bir ilahi adaya benzeyen Yıldırım'dan.
 
Orada ince yollar gölgeleniyor işte; Karşıdan renk içinde solgun ay görünüyor! Güneşin son nurundan bir damlacık içmiş de, Şu karşıki kulübe bir saray görünüyor!...
 
Gözlerine vurunca kubbelerin gölgesi, Öz cenneti gönlümle seyrettim ben bu akşam.
Göklerde ne bir nefes, ne de bir kanat sesi,
Uludağ etekleri al ipekten bu akşam!...

 

Ömer Bedrettin Uşaklı

(1904 - 1946)

5 Aralık 2020 Cumartesi

ismet özel'in cuma mektupları

                               

ÇİĞ TAVUK PİŞMİŞ TAVUK KOMŞUNUN TAVUĞU


" İkinci Dünya Savaşı'nın ünlü generallerinden Dwight D.Eisenhower, ABD Başkanı olarak 1959 yılının Aralık ayında Türkiye'ye geldi. Başkanı taşıyan uçak bir Boeing 707 idi. Bunu biliyorum, çünkü bu ziyaretle ilgili bir gazete haberi yazmamız istenmişti kompozisyon dersinde. O sıralarda bir lise öğrencisiydim ve günlerden pazar olmasına rağmen okula çağrılmıştık. Bizi sıralar halinde Atatürk Bulvarına kadar götürüp serbest bırakmışlardı. Ankara’nın ne daha önce, ne de daha sonra böylesine şaşaalı bir karşılama töreni yaşadığını sanmıyorum. Gazetelerin yazdığına göre dörtyüz bin civarında insan yol gözlüyordu, (Ankara'nın o günlerde nüfusu neydi ki!) Bildiğim kadarıyla Dışkapı'da gösterişli bir tak vardı. Opera'da, Sıhhiye'de ve Kızılay'da kutlama için yerleştirilmiş abidevi süsler vardı. Hele Kızılay meydanında herhangi bir ABD büyük şehrinden koparılıp getirilmiş gibi duran ışıklı nesne çok göz alıcıydı. Nitekim, Eisenhower'da "Şimdiyi kadar hiç bir yerde böylesine karşılanmadım" diyesiymiş. Çankaya'ya kadar bütün yol donatılmıştı. Süsler ve insancıklar. Onbeş yaşında biri olarak beni çok tedirgin eden bir durumdu bu. Tepkimi yüksek sesli "Yazık değil mi bu kadar masrafa" diyerek dışavurdum. Yanımdaki orta yaşını geçkin bir adam cevap verdi: "Kaz gelen yerden, tavuk esirgenmez, evlâdım." Olayın böylece izahından büyük bir iğrenti duydum. O günden beridir ki, küçük insanların bu bayağı ticaret anlayışından nefret ederim.

  Gerçekten kaz geliyor muydu Amerika'dan ve biz hangi tavuklarımızı vermekteydik? Eisenhower'ın ziyareti üzerinden altı ay geçmedi, 27 Mayıs 1960'ta Cumhuriyet tarihinin ilk askerî darbesi vuku buldu ..."

2 Aralık 2020 Çarşamba

EVDEN AYRILMAK


 

"Neden anlatıyorum? Neden anlatılır? Geçmişle ne yapılır, geçmiş ne yapılır? Yazılır. Anlatılır. Belki bir güzellik sönüp gitmesin, zamana yenilmesin diye. Belki bir yara vardır da yazarak çekilir hale gelir. Belki sadece yaşamak yetmiyor da bir de yazarak yaşanılanların üzerinden geçmek yaşamak hissine daha güçlü ulaşmayı sağlar.  Belki evden ayrılmak en çok hayatının büyük bir bölümünden ayrılmaktır da bununla baş etmen gerekiyordur. "

1 Aralık 2020 Salı

ignacio sanchez mesias için ağıt

                     


IV. Artık Olmayan

Boğa bilmiyor seni, incir ağacı da,
Ne atlar, ne de evindeki karıncalar.
Çocuk da ikindi de bilmiyor seni,
Çünkü başladın artık yaşamamaya.

Taşın arkası bilmiyor seni,
İçinde çürüdüğün kara atlas da.
Sessiz anıların bile seni bilmiyor,
Çünkü başladın artık yaşamamaya.

Beyaz böceklerle gelecek sonbahar,
Sisli üzümler, kümelenmiş dağlarla,
Kimseler bakmayacak gözlerine senin,
Çünkü başladın artık yaşamamaya.

Çünkü başladın artık yaşamamaya
Bütün ölüleri gibi yeryüzünün,
Bütün o unutulmuş ölüler gibi
Durmaktasın cansız köpekler yığınında.

Kimse bilmiyor seni. Ama ben söylüyorum,
Yüzünü, olgunluğunu söylüyorum çağlara,
Ölüm tutkunu senin, ölümün seçmesini,
Hüznünü söylüyorum kahraman gülüşünün.

Uzun sürer doğması, eğer doğarsa,
Senin gibi kıyasıya yaşayan bir Endülüs'lü;
İnleyen kelimelerle söylüyorum inceliğini,
Anıyorum üzgün yeli zeytin ağaçlarında.

Federico Garcia Lorca
Çeviren: Ülkü Tamer