Çok kar yağdı.
Bir “Kar yazısı” yazmak şart oldu.
Ben Erzincan çocuğuyum (Şimdi böyle sözler çok moda: Karşıyaka çocuğuyum, biz de Antep çocuğuyuz gibi).
Erzurum ve Kars kadar olmasa bile çok kar görmüşlüğüm var.
Biz çocukken çok kar yağardı (1950-1960 arası). Şimdi o kadar yağmıyor. Mevsimler mi değişti, nedir. Erzincan'da araba yoktu. Bir tek Köse'nin taksisi vardı. 56 Chevrolet. Eski bir araba idi ama yine düğünlerde gelin arabası olurdu.
Şehirde Askeriye vardı. Ve cemseler. Evimiz ile okul arası iki kilometre kadardı. Karı yarıp gitmek zor. Beklerdik bir cemse geçsin, izine basıp gidelim. Marangoza yaptırılan tahta çantalarımız vardı. Ağır mı ağır. Olsun. Okul dönüşü o çantalara oturup yokuş aşağı kızak gibi kayardık. Ne tuhaf. Hepimiz turp gibi çocuklardık. Hasta olmazdık. Grip salgını falan yoktu. Tatil oldu mu sabahtan akşama karda oynardık. Öyle ki her yanımız su keserdi. Kızarmış yanaklarımız ve ağzımızdan savrulan dumanlarla oyuna doymadan eve dönerdik.
Her evde odun sobası yanıyordu. Şöyle silindir biçimli sac sobalar. Alt tarafında kapağı vardı, kapağın üzerinde hava alsın diye açılan bir küçük dikdörtgen. Soba her odun atıldığında çıtırtılar çıkararak yanardı. O küçük delikten fışkıran kızıllığa dalar çıtırtılar arasında hayal dünyasına uçardım. Bir yanda sandalyeye asılmış yaş çoraplarım kurur, bir yanda ben “Çocuk Haftası” okurdum.
Sobanın altında teneke kaplı soba tahtası. Üzerinde külü süpürmek için bir tavşan aşağı, yan tarafta köz küreği ve maşa derken mangal.
Yatsıdan sonra sobadaki meşe közü mangala çekilir, mangalda patates közlenir, artan közün üzeri küllenerek bırakılırdı. Hepimiz yer yatağında yatıyorduk ve o mangal bizi ısıtıyordu. Meşe közü dayanıklıdır, sabaha kadar sönmez. Sabah annem sobayı yine o közle yakar, üzerine mavi çinko çay demliğini oturturdu. O demlikten yükselen musiki ile uyanırdım. Oda ılık, kahvaltı masası hazır. Kız kardeşlerimle öteki odanın buz tutmuş pencerelerine koşardık. Pencere camlarında çiçekler, ağaçlar, kuşlar, bulutlar desenler. O desenlere çok baktık.
Üniversiteyi Erzurum'da okudum. Bir karlı şehirden bir karlı şehre gidip geliyordum. Erzincan İstasyonu'nda gecenin bir vakti tirenden indiğinizde sizi eve götürecek bir vasıta bulamazdınız. İstasyonla şehir arası uzak. Çantamı sırtlar, diz boyu karda tabana kuvvet yürürdüm. Trabzon Caddesi'nin üstünde sokak lambaları. Kar ağır ağır dökülüyor. Lamba ışıklarına koşan kelebekler gibi. Gece sessiz, ıssız yoldan hiç araba geçmemiş. Sade sizin ayak izleriniz. Bu yolculuğu hiç unutamam. Böyle dökülen kar insanı üşütmez. Yahut o zaman gençtik, biz üşümüyorduk.
Erzurum'da daha fazla kar yağardı. Altmışlı yılların başları. Üniversiteden şehre yürüyerek giderdik. Otobüs yok. Sadece alnında “Mavi kuş” yazan döküntü bir otobüs. O da tıkış tıkış olurdu.
Kar çok temizdi. Demek ki hava temizdi. Kar yiye yiye giderdik. Herhalde kok kömürü yakılıyordu. Sonra kalitesiz linyit yakılmaya başladı, zamanla nüfus arttı; Erzurum'un o güzelim havası kirlendi. Bu yazıyı Sezai Karakoç'un çok sevdiğim “Kar Şiiri” ile bitirmek istiyorum:
Karın yağdığını görünce
Kar tutan toprağı anlayacaksın
Toprakta bir karış karı görünce
Kar içinde yanan karı anlayacaksın
Allah kar gibi gökten yağınca
Karlar sıcak sıcak saçlarına değince
Başını önüne eğince
Benim bu şiirimi anlayacaksın
Bu adam o adam gelip gider
Senin ellerinde rüyam gelip gider
Her affın içinde bir intikam gelip gider
Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın
Ben bu şiiri yazdım âşık çeşidi
Öyle kar yağdı ki elim üşüdü
Ruhum seni düşününce ışıdı
Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın
Bir “Kar yazısı” yazmak şart oldu.
Ben Erzincan çocuğuyum (Şimdi böyle sözler çok moda: Karşıyaka çocuğuyum, biz de Antep çocuğuyuz gibi).
Erzurum ve Kars kadar olmasa bile çok kar görmüşlüğüm var.
Biz çocukken çok kar yağardı (1950-1960 arası). Şimdi o kadar yağmıyor. Mevsimler mi değişti, nedir. Erzincan'da araba yoktu. Bir tek Köse'nin taksisi vardı. 56 Chevrolet. Eski bir araba idi ama yine düğünlerde gelin arabası olurdu.
Şehirde Askeriye vardı. Ve cemseler. Evimiz ile okul arası iki kilometre kadardı. Karı yarıp gitmek zor. Beklerdik bir cemse geçsin, izine basıp gidelim. Marangoza yaptırılan tahta çantalarımız vardı. Ağır mı ağır. Olsun. Okul dönüşü o çantalara oturup yokuş aşağı kızak gibi kayardık. Ne tuhaf. Hepimiz turp gibi çocuklardık. Hasta olmazdık. Grip salgını falan yoktu. Tatil oldu mu sabahtan akşama karda oynardık. Öyle ki her yanımız su keserdi. Kızarmış yanaklarımız ve ağzımızdan savrulan dumanlarla oyuna doymadan eve dönerdik.
Her evde odun sobası yanıyordu. Şöyle silindir biçimli sac sobalar. Alt tarafında kapağı vardı, kapağın üzerinde hava alsın diye açılan bir küçük dikdörtgen. Soba her odun atıldığında çıtırtılar çıkararak yanardı. O küçük delikten fışkıran kızıllığa dalar çıtırtılar arasında hayal dünyasına uçardım. Bir yanda sandalyeye asılmış yaş çoraplarım kurur, bir yanda ben “Çocuk Haftası” okurdum.
Sobanın altında teneke kaplı soba tahtası. Üzerinde külü süpürmek için bir tavşan aşağı, yan tarafta köz küreği ve maşa derken mangal.
Yatsıdan sonra sobadaki meşe közü mangala çekilir, mangalda patates közlenir, artan közün üzeri küllenerek bırakılırdı. Hepimiz yer yatağında yatıyorduk ve o mangal bizi ısıtıyordu. Meşe közü dayanıklıdır, sabaha kadar sönmez. Sabah annem sobayı yine o közle yakar, üzerine mavi çinko çay demliğini oturturdu. O demlikten yükselen musiki ile uyanırdım. Oda ılık, kahvaltı masası hazır. Kız kardeşlerimle öteki odanın buz tutmuş pencerelerine koşardık. Pencere camlarında çiçekler, ağaçlar, kuşlar, bulutlar desenler. O desenlere çok baktık.
Üniversiteyi Erzurum'da okudum. Bir karlı şehirden bir karlı şehre gidip geliyordum. Erzincan İstasyonu'nda gecenin bir vakti tirenden indiğinizde sizi eve götürecek bir vasıta bulamazdınız. İstasyonla şehir arası uzak. Çantamı sırtlar, diz boyu karda tabana kuvvet yürürdüm. Trabzon Caddesi'nin üstünde sokak lambaları. Kar ağır ağır dökülüyor. Lamba ışıklarına koşan kelebekler gibi. Gece sessiz, ıssız yoldan hiç araba geçmemiş. Sade sizin ayak izleriniz. Bu yolculuğu hiç unutamam. Böyle dökülen kar insanı üşütmez. Yahut o zaman gençtik, biz üşümüyorduk.
Erzurum'da daha fazla kar yağardı. Altmışlı yılların başları. Üniversiteden şehre yürüyerek giderdik. Otobüs yok. Sadece alnında “Mavi kuş” yazan döküntü bir otobüs. O da tıkış tıkış olurdu.
Kar çok temizdi. Demek ki hava temizdi. Kar yiye yiye giderdik. Herhalde kok kömürü yakılıyordu. Sonra kalitesiz linyit yakılmaya başladı, zamanla nüfus arttı; Erzurum'un o güzelim havası kirlendi. Bu yazıyı Sezai Karakoç'un çok sevdiğim “Kar Şiiri” ile bitirmek istiyorum:
Karın yağdığını görünce
Kar tutan toprağı anlayacaksın
Toprakta bir karış karı görünce
Kar içinde yanan karı anlayacaksın
Allah kar gibi gökten yağınca
Karlar sıcak sıcak saçlarına değince
Başını önüne eğince
Benim bu şiirimi anlayacaksın
Bu adam o adam gelip gider
Senin ellerinde rüyam gelip gider
Her affın içinde bir intikam gelip gider
Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın
Ben bu şiiri yazdım âşık çeşidi
Öyle kar yağdı ki elim üşüdü
Ruhum seni düşününce ışıdı
Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın
Not: Ecel sevdiğim kişilerden üçünü peş peşe alıp gitti. Nurettin Albayrak, Cahit Çollak, Prof. Dr. Orhan Okay.
Sevdiklerimin ardından yazı yazamıyorum. Ne yazsam eksik kalıyor. Duyduğum acı karşısında yazdığım yazı sıfır. En iyisi susmak. Belki sonra yazarım. Yara iyileşince.
Hepsine Cenab-ı Allah'tan rahmet diliyorum.
Sevdiklerimin ardından yazı yazamıyorum. Ne yazsam eksik kalıyor. Duyduğum acı karşısında yazdığım yazı sıfır. En iyisi susmak. Belki sonra yazarım. Yara iyileşince.
Hepsine Cenab-ı Allah'tan rahmet diliyorum.
Mustafa Kutlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder