ı.
hiç mi
yurdun yoktu ki sınırları hep sen tuttun
düşmana
hor gözle bakmadın kovmadın yağmacıları
incinmedin
incinmeyi hak bilenlerin arasında
gözüne
yaygılar çekmedin: körlük, karakış, kumpanya
gümrük
afetlerinin bütün bönlükleriyle çöktüğü yakın
yazları
adlandırmak için kahrını tescillemen gerekti
püripak
olimposlular yadlarını turistlere kaptırdılar
salon
turnuvalarına sevdiğimiz reklamların havlularıyla indik
bu sene
olimpiyatlar kanlı geçiyor gibi yarasını bir geyik
çiçekler
yetişmedi şifaya, atıflar tutmadı hiç, telefonlar açılmadı
dört nala
benekli atlar koştururcasına mr.spotnik
yanında
tuttuğu vekilini havzanın samurayıyla yarıladı
elsa’nın
gözleri ilk dikkatte, mücevherli dikağzı çiçeklerini
berlin
zırhı eldiveniyle kapamıştı hücrelerarası localara
conrad’ın
bir yüreği önünde, aragon deringören sözel ışıltı
gece
alınan kokuların saşkınca yurtları, sevgili patırtılarında görülür
öpülmemiş
yarasından çiğdemler dolusu urdular, dumanlı rampalar
örülürdü
o gece yangınların dolunayı açmasa, zarif ellerin oluşmasa
lisede
olağanüstü yazları, kapalı-sıkıcı-berbat günler olarak hatırlamak
olmasa,
şalter atmakta zenci, gül yakmakta iki pis somuncu dübel
sevgililerin
sevmesi öldürülmüştü, içinde bir canlı soluyordu harb şuracıkta
başına gerdiğin
yaygıyı çıkarıp çocuklarını koruduğundan beri
güzel
düşünülmüş hırkalar temin edildi kanserimize karaborsadan
kerebiç
satan mersinlere dindik, dindirilmedik sümer sebillerine
yemenimizde
haritaları kıskandıran burçlar açardı bezgin
gün
eriyip gece çökünce, cibinlikleri aydınlatan lüks lambalar
yanar
dururdu, arada bir harcına sarılıp öpülen kedilerle
aşağı
sokaklarda bir ihbar haberiydi yumuşacık devrilmelerin
öldürülme
günü gelmemişleri savaşlara gönderen
falların
din dindiren ıslıkları olduğuna iliştirilen göz
o yaz
bütün aksanıyla televizyonlara yaralı kurtlar gönderdi
doğum
günlerini unutmanın cürmü meşut iksiriyle
fransızlar
hiç de memnun değildi hayatlarından ve
ruslar
taze domates yiyememekten çıldırmak üzereydi
bahçemizde
açan çiçeklerde yumru, kesik parmaklar miyop
çocukluğun
yakın özlemiydi çimlerde koşturmayı engelleyen
tazıların
tatlı karınlarını işaret eden tarz sahibi yazlıkçılar
büyümenin
riskini en aza indirerek doluştular sahillere
herkesin
dilini kaplayan yosun, göğüs katmanlarını oyalayan ter
yerli
yerindeydi. haberler değişmedi, değişmedi hikkate hû çeken münbid
yemin.
dize değdikçe parlayan deniz, mogherini’yi teskin eden kin
o yaz da
her yaz gibi hatasından gayrı yurt bilmeyenlerin
pişmanlığıyla
geçeceği söylendi.
bizse o yaz,
henüz üzerimizden atamadan kış yurdunun yorgunluğunu
tadilat
için girilen saçma diyaloglarla, ustayı ikna edemedik tavanın aktığına
kahvaltılara
kapanmaktan kararmış alınlarla, kıvırcık lahana cephelerinden
eve
gelirken haber ver örgütlerinden, kıravatına girilmiş iddialardan
erkeklik
yağmuruna sığınarak topluca istifa ettik
kalsiyum
ve yağ asidi içeren mutfak bilgilerine doğru çevirdik dikkatimizi,
ve ruslar
dindiğinde de dindirilmedik, pasaport açan mavi gözler, çekingen
dört
sorunun üçünü atlamış ama çok bilge görünen bir diğeri
neydi
orada onaran bitkisini eğilip ardıç ağaçlarının tarihine
bana
bunlarla gelme demenin dünyayı yaralayan bilgisini
saygıdeğer
görünmekle vatman ağırlığına indiren kuvvet
aşkların
asansörlerde öldürüldüğü günlerde, bizi kurtaran kuvvet
o tahta
göğsünü yontacak bir cumhur arayışın, bir el bakınman
tuzluğa
ulaşamayan parmaklarını okşayacak akşam oturmalarında
sıkılıp
sessizce sıyrılmaya bir dudak açman nedendi
nedendi
çocukları şeker dağıtacağım bahanesiyle savaşa sürmen
çok bilip
çok anlamaktan kaynaklı dirseklerin hep kurulmuş yabana
fakat
hazin, bu güvensizliğin bir fasih türkçesi yok
dilinde
tüy bitenler kabilesinden, aşka cephe açan şehirliler arasında
iki
denizin kilidini açacak bir çelebi beklendi durdu
oğulcukların
sığındığı canhisarı,
mutluluk
odalarının kanıtı olan antoryum
dünyanın
pencereleri işaret ettiği günlerde, üzgün
orda
olsan ne olurdu.
ıı.
yaz
bitmedi ve biz -ayrışmanın şiddetiyle- tahlilleri bekledik
sonuç
odaklı yaklaşımlarımız mahler’i şeflikten çıkarmaya yetmedi
marlene
dietrich’in yaşama sarılamayan uzuvları, posta direklerinin köpürmesiyle
radyolara
doğru sevecenlikler ürettiğimiz büyük şarkıları eskitmedi
o yürek
burkan sahilleri alkış toplayıcı tövbekesicilere bağışlamamız
doktor
odasında mahsur kalan bir çift menekşenin hatrına bağışlamamız
vaziyet
alışımız hatırlanmaz; mültecileri koruyuşumuz bilinmez
dokunulmaz
sela verilişimiz, yüzümüz düşerken karnemizdeki kırıklardan
kimimiz
sınav sonuçlarını bekledi, kimimiz aldırmadı boyunduruğa
-düşmanlarımızı
tanıyorduk; bizi şımartmayı kesen kimse onunla hemşehri
dilimize
portakal tadı bırakan her kimse onunla hısım oluyorduk nasılsa
hayal
kırıklıkları bahçemize konan kuşları besliyordu
asla
vücuda gelmemiş olayların geri tepecek rayihası olmadığı
kerpetenleri
dişlediğimizdeki cilanın dul bir ağzı olmasından anlaşılıyordu-
ama
içimizde telaşından uçlanan tarım köylerine doğru kalbur göçün
buğdayları
ve kökleri, eliçabuk varillere yüklendi yüklenecek
hiçbir
ayrıntıda düşmanların strasser hizbinden aşağı yanı yok diyerek
sinekkuşu
ve politik gücün bütün makyaj redifleri gestapo’da harçvekil
benzemesin
derdik devlete gelen millete de gelmiştir, zeval vermesin
Allah
zeval vermesin benzemedik biz yüzümüzü sakındığımız korulukta
ne alman
ne rus ne şarapsız izi keçinin, tırmalayan şahin falluslarını
ne
iskandinav ne conan ne merker ne keynes ne smith
kim
biçiyorsa çimenleri, kim akşam yemeğine çağrıldığı halde
bahaneler
üretiyorsa yatıya da kalmak için
Allah
zeval vermesin.
ve biz
iyilikle hükmetmenin lacivert yumuşaklığını topladık, çürüksüzdü ekinler
yüzümüz
aktı, birinin zangırdadığı olmuyor muydu, olsa ne yazar
ilk
kavgada elimize geçen bütün ipuçlarını duvara fırlattık
biri
çıksaydı sonuçların karıştırıldığını arkamızdan seslenerek
bizi tekrar
davet etseydi doktorun odasına ve tevazuyla bu inceliğin
uç uca
eklendiğinde değiştirilmez ölümlere yol açtığını fısıldasaydı
geri
döner en başa, halep’e ve istanbul’a, nişabur ve üsküdar’a
malatya’lı
abdoya’ya, leskofçalı’ya, horasan’a ve bayındır han’a
hangi
sakalar hangi göklerden toplanıp kurtarılmışsa
en
kümülatif yazlardan en haylaz çocukların boynuna gerilen celep
cami
önlerinde alkışlanan merhamet, dikkatinden sivil kumruları kanatmadıysa
gündüzlerimizi
bağlayan saksılar, bulutları çekilen gökyüzü
geceleri
yıldızları koynumuza getiren hırıltı,
temmuzu
sonlara itekleyen nedenlere bağlar,
bürümcenin
mağaraya gerildiği ilk gün,
gömlekler
içinde bulut,
karşılardık
hayatı.
III.
ama yok
işte, martılar nafile bir uçuşla göğün karşısında üzgün
ben
üzgün, sen çocukluğunun kara önlüklerini işliyorsun dallarına, üzgün
geçmiş
kışlar tayfının bürülcek yağmasına inanıyorsun, üzgün
irtifa ve
istifa sesleri arasında bir hayattan çok elmalar dilimlemiş
çok
hazırlıksız yakalanmış, yarısı boş bir bavul, çimen lekesi
tahlil
sonuçları, sınav sonuçları, çıktılar, misafirler, yere kanat gerenler
arasında
kendini koymuşsun gibi nesdane çiğlikler bulmaya kirlisin
dünyanın
yarısında ağlaşırken sessizlikten, yarısında hinlikanasının düğmeleri
yarısına
kadar açık, göğsü sevilmesini sağlayacak teoriler üretmekle mülhem
evleri
tutmuştuk ama bahçelerden girdi bu kez düşman, kubbe çarklarını meltek
sanacak
görüngürüyü dilin deliliğe ulusçu kantinlerinden öğrendi
olan
olmuştu, olmuştu olacak olan da
erkeklik
surları çatlamıştı bir kez, icra edilmesi olanaksız tayflar yüzünde nakış
kadınlarla
kuş üzümlerini serptik mutfak azalarımızı kemirirken
marketten
eksik alınmış bir listenin sonucu, nakaratı düşmüş bir listenin
oturduk
buna ağladık çoluk çocuk, üzgün
parçalanmış
ama paylaşılmamış
ısırılmış
ama koparılmamış
sündürülmüş
ama kaynaştırılmamış
öpülmüş
ama doğurulmamış
öğretilmiş,
özenilmiş, koynu doldurmuş ama unutulmamış
sevilmiş
ama bahsi açıldığında yüzden yana kırmızılıklar ayrıştıran bir göz
arkada
bronz bir masa lambası, mor-siyah perdeler, duvarları inceltmiş nem
kendi
kendinin fotoğrafı kalarak yansımış dünyaya
-gök
müydü bilmem ona bu bilindik gözleri veren gam-
yoksa ben
eve döndüğümde beni karşılaması bir kurgudan mı ibaretti
üstümüzdeki
çatının bize bir dünya sarayı oluşu ve yoksulluğa razı oluşumuz
beraber
büyümenin yanında, ellerimizin aynı bardağa uzanışı
perdelerin
iki kat olması mesela, numalarımızın son hanelerinin benzeşmesi
ve
başladıkça biterek, bittikçe özenerek kızılırmak gören bir pencereye
sanki
dünyada göğsü kabararak nefes alan ilk kendisi
mıhlanmayı
icat eden, diktatörce ölmeyi, kunduracılar gibi prensip sahibi
görünmeyi,
ilk bulan kendisi gibi, çocuklara harçlık dağıtan elin sahibi ilk kendisi
bana
ellerinin yaşatmaya da yaradığını anlatıyordu, ben inanırım
çünkü
karanlık artıyor. migren, atarax, soğuk duş, balta limanı
yükseklerde
soluk almama yarayacak bazı sesler, klişeler
sağlıyor
bana, onu nasıl bırakayım.
ıv.
onu nasıl
bırakayım ey yaz
içimin
gökleri şenlenir onunla
yer
bulamam ellerimi sığdıracak, ceplerim boncuklarla doludur
dünyanın
özünü doğru kavrayamayışımın önünde gözleri durur
bakıp
çıkamam sürülmemiş tarlaların hükümdarlığı, feodal göz hastalıkları
gözlemcilerin
alnındaki taraktan kırmızı kiremitler sökülünce
hiç çıkma
derim gücün yetiyorsa sokaklar kan izleriyle büyüyordur
büyük
burunlu kavimlerin buyruğunda moğol öldüren erken kışları
şu
törenlere heyecan veren aklınla
hiç
anlamasan da olur
islamlaşmış
gülebilmenin yakın çağlara ait türkçesi
ölümün
erken surlarını koruyan kanun-ı kadim
soframıza
kafkasyalı kölelerle gelir oturur
onu nasıl
bırakayım
her akşam
sofrasında afgan konuklar
ağırlığınca
ticaretin helal sürmüş yokuşlarına, dizi dibinde osmancıklar
yeni
günün emperyal sırtları, yalnızca karlofçalar bahşetmiyor
lale devrini
bahçesinde, halifesini küstürmüş sümbüllerle sürdürüyor
demirperde
olmaklığın çoktan zedelenmiş, bütün kapıların beyaz
bir sen
taşıyorsun sırtında deniz yerlilerinin barbaros yükünü
içimden
sana atlaslar açmak geliyor, sana tohumlar saçmak, sana üzgün
binbir
duanın içince sandıklar yerine çocuklar neşeden çoğu metruk
belki
kalbin, kutsal güneşleri tansız yerlerden gelen kilimleri özlüyor
eve
çağırdıklarını çengelli dizelere asacak bir konu sıkılganı, taşı tanık safrada
taksitleri
bir türlü bitirilememiş buzdolabında, şalgam şisesinin hemen yanında
donduruculuk
konuşmalarının hemen ortasında, batı ağzını yayan kutuların altında
kamaşmakta
meşrutiyet kazanmanın çıngılları, sultanlığını terkediyor
kapalı
otoparkın çıkışında kırmızı bir sedanla, üzerime doğru inen bir geyik
-geçmişte
şarkılarımı iri göğüsleriyle karşılar ve uzanırdı yaz aylarında yanıma
sırtında
bir şezlong taşır ve erken rezervasyonların bilgeliği ile bakışırdı- gibi
bir
geyik, dönmek için acele ettiğimde obalar caddesine doğru
başım üstünde
bütün konar göçerlere uygun azap kuşları dalgalanıyor
korkundan
korkutulmamış ayların güzel göklere boncuk dağıtan kanatlarıyla
korkundan
bürümüş gözlerim, üzgün
sessizkardeşler
tepesinden vagonları görüşüm, üzgün
üzgünlüğün
kaynağında suflör yaygısına kavuşan heves
somunları
kanıtlarken hayata tutunan diş perisi
ölmez
canavar otları, üzgün çarşıların mankurtları
sevmek
kelimesini kalbe indiren ordular
frenk
akasyalar, vesvese kırallıkları, başaşağı mecazlar
üzgün.
v.
bir akşam
sofrasının kilidi açıldı
tahsis
edildi güzel kanyonlar haklı devrilmelere
festivallere
yetiştirdiğimiz kuru üzümler
civarda
bilinirliliğimizi onaylayan her yaşa uygun kerpetenlerle
sevişmek
dediler bak gençliklerine ne güzel yakışıyor
dayımların
sonradan apartmana giden evlerinde,
soylu
kalkanlar tarandı her gövdeye uygun
kitaplıklar
bohem kuruntulara uygun hale getirildi bir nefeste
-ateşli
silahların halk arasında meşru olduğu yıllar-
süvarileri
ıslah etmeye zorlayacak belgeler sürüldü çarşaflara
puşt
ahali merdivenlere oturmuş şeytanın ayak bileğini çatlatırken
numaralı
biletine vuran kuş amorti
amors
müezzinlerin seslerine kurdukları makam
kanın
hangi vücuttan çıktığını onaylayan
pratisyen
hekimler evlerinden alındı, götürüldü
-çocukları
uykuda bir asansörü tırpanlıyordu oysa o aralıkta-
taklavalar
döndürüldükleri ortodokslukta mahrem casusluklara yol açtığında
huguenot’ların
itliklerine tahrir yazan müteferrikalardan haklı çıkarılanlar
sümerlerden
kalma vişnecinin önünde kılıçlarını sonsuza kadar kınlarının kılarak
sandıklara
gömdüler evrakı metrukenin dulluk yakışan alnını
kimsenin
sesi çıkmadı oysa büyük ovalarda, geniş düzlüklerde,
hınca
hınç stadlarda gerilim yaratmakta hüner sahibi halk
bütün kavgaların
tamamlayıcısı ve toprak kendine düşmediğinde
başlarken
ve bitirirken orada olduğu halde
babasını
bile tanımayan yerliliğin etüd öldüren karnı
çocukları
boğulduğunda serin sulak safiyelerde,
düşmanın
sırtını çırılçıplak gördüğünde bile
hiç oralı
olmadı.
bense ilk
anonsu işittiğimde elimdeki ekmeği yarım bıraktım
bir işe
yaramak istiyorsam gözlerimi yanına aldırmalıydım
sela
verildi mi vakit girdi mi senin umurun boşa çalar böyle şeylerden
az da
olsa inansaydın keşke, bütün takvimlerin o güne eriştiğine
gürültün
sokakları boşaltmaya yetecek miydi, şakınlığın galebe
telefonlarıma
çıkmadın, mesajlarıma dönmedin
aklına
gelmedim zor ve kolay zamanlarda bir kereliğine
karnımı
yardığımda kelimelerle
açığa
çıktığında parti fontlarına bacak gösteren hakikat
macar
olmuş sevimlilik saatleri, necatların fidye sömürdüğü efendiler
kalvinist
olmayıp devletlü doğan hacegan
teslise
inanmayan pound kurmayları
aklımı
çelen haydutla beraber
doluşurken
mevsimlerin hırgürüne
bu kez
plan tutmadı, geçit vermedi tahkikat
ve
sivrilen olmuşedilmiş cennetini gövdesine kale bilip
kadınların
kokladıklarını kendilerin bilmesi gibi bir aralık
halk
gecenin de bir sahibi var ve kuşlar
bildirir
konmanın zarefetini diyerek atılınca rüzgarın önüne
tökezledi
makadam, kamu eridi
her şey
birdenbire nasıl da değişiverdi.
vı.
bütün
eşyası nazır göğü altında incitmenin
-yan ki
direkler çatırdasın acısından-
evinizin
önü sultanlıklar, yatıya kalmalar, intikam hafızaları
sanırdım
ki ben bilinmez bir adaysam, beni bulacak yurtsuzluğun
eski
sümer sinemasının arkasındaki sokakta
arkadaşlarını
çağırıp dindirmek için çağcıl müzikler doğrulduğun eyvah
bu yüzden
komşularla kurduğun bağlantı sıfırlanacak
dilini
kopardığın kavşakta düşmanların toplanmış
sevimli
cazlar öldürüyor birlikteliği, ilik hastalıklarının beyanı olarak
bisan
marka bisikletin üzerinde kayıtsız kalarak schiller’in kahrıyla sonlanan
9 nolu
kumpas değil, ekmekleri yavan, menekşeleri üzgün bırakan
nesil
kastından öldürülen boynu eğri oğlancıklar değil,
sesinde
serinleyen besmelenin peygamberleri yetişsin üzgünlüğün odalarına
miğferim
düşsün, terim uğuldasın mutsuzluktan, alnım bayraklarda çakılı bezgin
harb
bitmesin, kimse gitmesin, tangırdamasın kulağımıza çektiğimiz müzik
insan
aklında çakılı rumba ras, dünya taşınmazları: kınına kırk yama kuran kama
Allah
diyerek üzgün bir yüzle üzgün üzgün üzgün
yok şurda
bir canavar gelip yutacak cinayetten arda kalanı
yok şurda
bir ayak aksayacak buluşma saatini şaşırmaktan
erguvan
ağacının altı netameli yer
deneyip
diktatörlüğü vazgeçmedi heidegger.
şiirin
üleştirmediği diktatör mü olurmuş; işte buna inanmam
ben
kompozitör sekmelerini danca bilen kırallıklara yaslardım
neruda’nın
güvercinleri dallarda iri, kırmızı elmalar açarak uçarlardı
almanlar
hakkındaki olanaksız bilgime rağmen fichte’nin uzaktan hısmı
sayılır
ve hiçbir yahudi kapalıçarşıları sakalsız bırakmaz sanırdım
niyetimin
kime karşı olduğunu bilseler
anlamış
olsalar tabir olunarak büyüyen bu almanak
evimden
sokağa dahi elimi kolumu sallayarak
eminim
çıkamazdım.
düşmanlarım
herşeyi çarpıtmakla meşhur
kıyıyı
gölle, şehri çarşıyla, karakolları meşrubatla
oysa
küfrün yurdu olmaz, çiğdemleri olmaz, tülbent üretmez küfür
dağlara
doğru koşması olmaz, kabir çiçekleri yetiştirmez, çınar gölgelikleri
güvenlik
şeritleri üretir, kanlı göz hastalıkları, ara bulucu sözcükler
bayrağa
sarılmanın hıncını ve üzgünlüğünü dul bir kadına bahşiş uzatmanın
voleybol
turnuvalarını, korkunun sahillerini, depresyon takvimlerini
ruhlarımıza
yönelen hayvansı bir hoşgörüyle dindirir
ama yaz
geldi işte değişti hayata kasdetmenin sözlükteki yeri
anlamı
değil dikkat edin, artık bu cinayet
özgürlük
ve iştirak kelimelerinin arasında yatıyor
bazı bazı
günler onu kanal boyunda bir duldada öpselerdi
bir yarım
annenin gözlerine sığardı gözleri
düşünmekten
emekliye sevkedilmiş bir babanın gözlerine sığardı
o kadar
canın üzre yine de bir devlet kelimesi
ama bu
gerçekten bir gerçeğin gözlerine inememekten
daha
büyük bir hızla uzaklaşılıyor şimdi.
vıı.
nil’in
nilüferle anlaşılması hakikattır
yaslanılan
her duvardan bir mukavemet beklemek
nezle
kışlarına uygun tehditkâr cümleler bulundurmak
kunduraların
tökezleyen yerlerini ertelemek başka seminerlere
her sabah
aynı saatte uyanmanın acısı, yağıyoğdurulmuş oğlancıklar
gönündegülün
dikensiz kız çocukları arasında ayakları miğfer
yere
sağlam basmak utancından tekyaşıl kızılavratotları
kursağın
adem’den kalan kastını, elmanın utancını,
bilmek
hakikattır.
hurdalığa
indiğinde seni karşılayan sesin ilk sahibi
tanıdık
çıktığında yüzünün nesnesini görmeli herkes
alnındaki
ışığı beyhude partalıyorsun çünkü hepsi tavana çakılı
vantilatörün
gürültüsünde boğuluyor durgunluğunla bir
kimden
beklediysek orada beliriyor birdenbire
unumuzu
eleyen, eleğimizi gözden geçiren halk, tek muteber şiir
aralanıyor
görmek fikrinin açığa çıktığı sabahlarda.
farkedilmez
ölülerin başlarını dik tuttukları düğünler yarım
düğün
düğüm düşün dün, beynin masaya doğru bir uzantısı bu
yaşamak
çığlığının köşe başlarını tutması bu
şimdi de
çiçekli bir zımbırtıyı almış güzelliğine koruyor
gözdağının
eteklerinde kabrini süsleyecek kelimeleri
elleriyle
doğrultuyor.
vııı.
Allah
zeval vermesin
millete
gelen devlete de gelmiştir
çok iman
surları çevrilirken direnmenin çevresine
yüzün
gülecek anakarada açan çiçeklerin günü yaz
ne kimse
ne bir başkası
ne benim
bedavaya getirdiğim şu üzgün gökyüzü
ne senin
saçlarına sürdüğün şu üzgün ilkbahar
kimse
bizi sınamayacak
iman
ettik,
inandık
kızlarımızın
sarışınlığını hazırlayan yazların sahibi sokaklar
oğlancıkların
beyaz perde oluşlarındaki hayreti dindiren yağmur
elbiselerimizi
serin tutan şu müslüman bulutlar
nasılsa
arkamızda artık.
Salim
Nacar
kaygusuz şiir, sayı 1
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder