25 Eylül 2014 Perşembe

PAYLAŞMAKTAN BIKTIM! paylaşmaya "inanmak"tan bıktım! bütün bunları niye yaptığımı kendime sormaktan bıktım! şu pcyi duvara çarpamamaktan bıktım! bunları bile buraya yazmaktan bıktım! bu tür müziklerin mütemadiyen içimden yükselmesinden bıktım! içimdeki ses sen kimsin? demekten bıktım! noktalama işaretlerinden bıktım!

Katil olup rahatlamak varken her gün insanlarla ve hayatla uyuşmaya çalışmaktan; 
delirip kurtulmak varken her gün aklın köleliğinde yaşamaktan; 
düşünmeden takılmak bu dünyada varken aklının senden bağımsız ve de sana rağmen sana saldırmasına maruz kalmaktan; 
kontrol dışı “düşünceler”e çeki düzen veremeyip senden habersiz kurulmuş cümleleri imha etmeye çalışmaktan bıktım!

üzerimi yazılarla örtmekten ve yazdıklarımdan bıktım!
güzellikten bıktım!
hala yaşıyor olmam ahlaksızlıktır ve ahlaksızlığımdan bıktım!
hiç bir yere ait olmamaktan bıktım!
okuduklarımdan bıktım!


gülümsemekten bıktım ama asık suratımdan da bıktım!
bulunduğum yerde olmayışımdan bıktım!
anlamaktan bıktım!

şiir avlamak için yaşadığımı sanmaktan bıktım!
çaydan, çayın yanına yaktığım sigaradan, çocukları sevmekten, telefondan, gazetelerden bıktım!

okuyacağım kitapları sıralamaktan bıktım!
kendimi teşhir etmekten bıkarken kendimi teşhir etmekten bıktım!
şu yazdıklarım da dahil bu tür şeylerin aklıma geliyor olmasından ve hep aklıma geleceklerini bilmekten bıktım!

herhangi bir şeyi sevmekten
bir şeylere kızmaktan
market poşetlerinden
ve ölememekten ölememekten ölememekten bıktım.

yazma eyleminin beni kurtarmasından bıktım!

İçinde küfür olmayan hiçbir cümleye itibar etmiyorum!

hep öyleydi.
hep öyle değil miydi ey pars!
ey anlamlarla doldurulmuş nafile döl fazlalığı!
ey varlıkla hiçlik arasında baş döndüren salıncak!
boyası dökülmüş evler gibiyim

ey kanatsızlık!





24 Eylül 2014 Çarşamba

mustafa ırgat, s. dönüşü


Sen o geçmiş günlerin çekmece şairisin:
Tabut dibeğinde düzgün çarpan kara el, yürek
içinde kefen yazmaları alacalı bulacalı.
Ölümü yaşarken yakalar gibi kol gövde soğumasında yazdığın,
Yazıp da çarşaflayıp damgaladığın, mührü
“cumhuriyet ailem”
Adı çim sandukanın yanında güzün bitirip noktaladığın.
Yokluk! Aralanmış yeşil kapısından görüyorum.
Lale duman Osmanlı paşalar bahçesi ve
küçük boy burjuva leş kargalarının tıkandığı ayak-
yolları mezarlıklara göçüyor.
Hepsi kendiliğinden çepeçevre bir öbürdünyalık artık.
Çıngıraklardan yapılma umutsuz yılan derisi
ay
lağımların üstünü örtüyor.
Ayna diplerinde küpkül olmuş gözyaşları içindesin.
Kolsun gömleğine kan! Kan bulanmış
dinamitlere sarılı çokça damarın patlayışıyım ben!
Ansızın anısız
alınyazısına denk yükselsin kalıtımım
İnsin, insin, insin, insin ve insin,
yükseğe alçalsın, mumyalanmış devlet’li kalın bağırsak benzeri
terlemekten kemikleri erimiş
iskeletimle toprağa…


Derler a, soluk al boşluğuna.
Duyuyoruz. Nicedir konuşuyorsun.


Bir döl fazlalığının şiiri bu, hani şu
halkları eğlendirmek için sokaklarda satılan kör kaval,
hem üfleme hem gerçek
doğumumu unuttum gitti bile. Uykumun manzarası
okunmamış beyazlıkların derininde kalsın.




















"düşüncenin gemlerini biraz bırakınca cinnete ve hikmete beraber gidiyor insan." Cemil Meriç, sosyoloji notları


22 Eylül 2014 Pazartesi

geceye şarkı

                                    
1

Bir nefesin gölgesinden doğma bizler
Dolanıp durmaktayız terk edilmişliklerde
Bizler, yani sonrasızlıkta yitirilenler,
Kurbanlarız, adandıklarımızı bilmezcesine.
Dilenciyiz sanki, yok benim diyebileceğimiz,
Kapalı kapılar önünde birikmiş delileriz.
Körler gibi kulak kabartmışız, içinde
Fısıltılarımızın yitip gittiği sessizliğe.
Hedefi olmayan yolcularız bizler,
Bulutlarız, rüzgârlarda dağılan,
Ya da ölümün soluğunda üşüyen çiçekler,
Yerimizden kopartılmayı beklemekteyiz.


2

Varsın, son acılar da somutlaşsın bende,
Savunmuyorum kendimi, ey karanlık güçler.
En büyük sessizliğin yolu sizlerden geçer,
O yoldan yürürüz en serin gecelere.
Soluğunuzla daha sesli alevlere boğmaktasınız beni,
Sabır! Yıldızlar kora dönüşürken, düşler kaymakta
Bize adlarını söylemekten kaçınan diyarlara,
Oralara ancak feda edersek girebiliriz düşlerimizi.


3

Sen ey kapkara yürek, ey karanlık gece,
Kimdir yansıtan, en kutsal zeminlerinizi,
Ve kötücülüğünüzün son vadilerini?
Acılarımız karşısında donup kalmış maske -
Acılarımız ve hazlarımız karşısında
Taştan bir gülümseme boş maskenin dudaklarında
Bir kaya, bütün ölümlülerin çarpınca kırıldığı,
Üstelik varlığı bize bile kapalı.
Ve sonra dikildiğinde karşımıza bir yabancı düşman,
Alaylarıyla aşağılayarak ölesiye didinmemizi,
O zaman daha bir hüzünlü olur şarkılarımız ezgileri
İçimizde ağlayan ise kalır anlaşılamadan.


4

Sensin, sarhoşluğu geçiren Şarap,
Ben, şimdi güzel danslarla kanamaktayım
Ve taçlandırmak zorundayım acımı çiçeklerle!
Bağrındaki en derin anlamın istediği buysa, ey gece!
Kucağındaki bir arpın telleriyim sanki,
Ve son acılarım uğruna şimdi
Senin karanlık şarkın boğuşmakta yüreğimde,
Beni ölümsüz kılıp, bir şişe çevirmekte.


5

Bu huzur – ey derin huzur!
Yok artık dini bütün çan sesleri,
Sen, ey acıların tatlı anası, sen -
Barışın, sanki ölümün enginliği.
Sar o serin ve sevecen ellerinle,
Sar bütün yaraları -
Böylece içten kanasınlar yalnızca -
Sen, ey acıların tatlı anası!


6

Bırak, suskunluğum senin şarkın olsun!
Ne ifade edebilir ki fısıldayışları sana,
Hayatın bahçesinden ayrılmış bir yoksulun?
Bırak, hiç adın olmasın iç dünyamda -
Ruhumda oluşmuş, ama düşlerden yoksun,
Artık sesi kalmamış bir çan gibi,
Tatlı gelini acılarımın,
Ve uykularımın sarhoş gelinciği.


7

Toprakta ölüşlerini duydum çiçeklerin,
Ve havuzların sarhoş yakınmalarını,
Bir de çanların söylediği bir şarkıyı,
Gece, ve fısıldayan bir soru;
Ve bir yürek – yaralanmış ölesiye,
Yoksul günlerinin ötesinde.


8

Suskundu karanlık, beni söndürdüğünde,
Gün ortasında ölü bir gölgeydim -
O zaman çıkıp mutlulukların evinden
Yürüdüm gecenin derinliklerine.
Şimdi bir gölge oturmakta yüreğimde,
Bir gölge, hissetmeyen günün çoraklığını -
Ve dikenler gibi sana doğrulup gülümseyen,
Senden, yalnız senden yana, ey gece!


9

Ey gece, acılarımın önündeki dilsiz kapı,
Gör artık bu karanlık yara izinin kanadığını
Ve kabından taşmak üzere olduğunu çektiklerimin!
Ey gece, ben hazırım artık!
Ey gece, unutmuşluğun bahçesi, darmaduman,
Yoksulluğumun dünyaya kapalı ihtişamında,
Salkımlarla, dikenli çelenkler de solmakta,
Gel, ey en yüce zaman!


10

Bir zamanlar gülmüştü içimdeki şeytan.
Ben, bir ışıktım parıltılı bahçelerde,
Oyunlarla dansların eşliğinde,
Bir de aşkın şarabı, başımı uyuşturan.
Bir zamanlar ağlamıştı içimdeki şeytan.
Ben, bir ışıktım sancılı bahçelerde,
Kadere boyun eğişin eşliğinde,
Parıltısıyla, yoksulluğun evini nura boğan.
Şimdi ağlamadığına ve gülmediğine göre o şeytan,
Yitip gitmiş bir gölgeyim bahçelerde
Ve ölüm karası eşliğinde,
Boş gece yarısının sessizliğiyle dolaşan.


11

Zavallı gülümsemem sana ulaşma çabasında,
Hıçkıran şarkım ise yitip gitmekte karanlıkta.
Artık yolumun sonuna varmak, tek istediğim.
Bırak gireyim senin tapınağına.
Bir zamanlar ki gibi, çılgınca ve dindarca
Ve sessiz bir duayla önünde eğileyim.


12

Gece yarısının derinliğinde, sen
Ölü bir sahilin suskun denizin yanında,
Ölü bir sahil: Bir daha asla!
Gece yarısının derinliğinde, sen
Gece yarısının derinliğinde, sen
Gök kubbesin, bir zamanlar yıldızının parladığı,
Bir gök kubbe, artık hiç bir Tanrı’nın çiçek açmadığı.
Gece yarısının derinliğinde, sen
Gece yarısının derinliğinde, sen
Döllenmeden kalansın sıcak bir rahimde,
Ve hiç can bulamamış, öylece!
Gece yarısının derinliğinde, sen

georg trakl

(1887 - 1914)



petersburg


21 Eylül 2014 Pazar

eski ve yeni tanrılar



balkon çıkmazında efendilik tarihi


I
bir örnek giysili efendileri beklemekten yorgun
fincan gibi turtularının gülümsemesi yani afrikalı

artık kimseler gelmiyor; cezayir yabancı dil kursu
parmaklarını taklatınca kuşları havalanmıyor bella’nın

gece uçuşuna çıkamıyor azizler gece kuşları suskun
sigarasını tüttürüyor mısırlı üstüne ortadoğu’nun

efendi efendi hani kul köle korkutan seni
ki bir balkon çıkmazında güneşi seyrediyor
özgür atılımlarıyla sersefil gece ve zenne
hintyağı akışında boyuneğişini ölümlerin

kızların sevgiliye ortak dudaklarında duman
enişteler toplamı temerküz kampı gözlerinde
bir kraliçe özür dilemeye dili dönmüyor
bütün tarih kulağında küpe

bir hatırlatma tek kulağı küpeli şirpençe
kölemenlerin üstüne arasıra birkaç beyit

II

/anlamıyoruz sizi; sizin futbol sahası danslarınız
karşılamaya yetmiyor bir genç kızı
ve o genç kızın kulakmemelerinden
akan saf süt tazeliğinde pıhtılaşmış küpelerini

ana karnında cennetini yaşamış bir delinin
göğsüne bir zafer madalyası gibi iliştirilmesine yetmiyor/

yollar bomboş sürekli uykular mutluluğu
efendi utancından pembeleşmiş kekre gülüşlerde

aslı bilinmeyen fransızca şarkıları dinlemekten yorgun
kekeme gülümsemelerin mahmur yüzü ortadoğu
kesik öksürüklerini saçlarımıza düzensiz
zincirleme darbeleriyle savuruyor

atların terkisine uzanan eyerlerin saltanatında
efendi balkon çıkmazında canalıcı tavrıyla
arapkırması gözlerini kırpıyor ilgilerinin


III

yağmursuz çöllerin oruca niyetli kum taneleri
efendinin kulağına kaçıyor
sonu gelmiş haberi olmayan uykularda
bu sevgiyi orucuna bozmaya mahkûm bir derviş gibi

bitiriyorum
işte boynumuz vurun efendiler, yaşıyoruz
ölü toprağı dökülüyor üstümüzden
bir kumarbaz şansı ile çay içmeye geliyoruz



Hüseyin Atlansoy

bad'lik amiri


20 Eylül 2014 Cumartesi

eski bir aşk öyküsü


boynumda yağmurdan bir kolye... 
ıslak taşlara oturuyorum bugünlerde... 
bir siyam kedisi ve ben... pek çok şeyi geriye doğru unutuyoruz... 
eski rus bir sevgilim vardı... 
başka birisini göze alamam bugünlerde... 
öykü safir aynalı bir salonda geçiyordu... 
herşey önce çok güzel başlıyordu... 
sen, gözünde siyah bir bant, beni dansa kaldırıyordun... 
ben seni portekizli bir korsan sanıyordum... 
sonra ortaya çıkıyordu eski bir rus soylusu olduğun... 
yelkenbezi fularını çıkarıp... bir reverans yapıyordun... 
odadan yavaş yavaş herkes, soylu soysuz herkes çıkıyordu... 
ikimiz bir de kediler kalıyordu... hava alamıyorduk... 
kapıları mühürlüyorlardı... eskil bir aşk öyküsünün içinde 
kalıyorduk... biz seni portekizli bir korsan sanıyorduk... 
bir siyam kedisi ve ben... 


Lale MÜLDÜR

ills sont eux

Ağır ceza reisi duruşmaya girerken
safir bir göz yapışıyor kırmızı yakasına
kırmızı yakaları var yargıç cübbelerinin
Fransız ihtilalinden kalma.
Burslu okuduğu yıllardan kalma ceza reisinin
garip bir tarafı var
kaşlarını çatınca bir çocukluk
dolduruyor yüzünü
ürkünç bir uğursuzluk
gülümsediği sıra.
Garip bir tarafı var valinin
makam arabasına binerken her seferinde
bakır bir dudak karışıyor kırmızı saçlarına
saçlarını parmaklarıyla taradığı zamanlar
bu dudak
öpüyor onu hain bir yumuşaklıkla.
Safir göz görünmüyor yargıca
kendini valiye vermiyor bakır dudak
görmüyor alay komutanı tekmil alırken
gömleğine bir damla civanın sızdığını
bir gözyaşı, bir ukde anlamı kazanarak.
Kimse görmüyor buruşuk pardesüsüyle bir babanın
kırılgan bir yelpaze olduğunu akşam eve girince
karısı
katlanmış kilimlerle uyum içinde
kolunu büküyor, dayıyor elini yanağına
büyük kız kanepede bu ara
bir göl gezintisine çıkmıştır
kelebek ölülerinden bir ırmakta
sürüklenmektedir lisebirdeki oğlan.
Kız için
sırlara karışmaktır
bir gölün ortasında olmak
erkek kardeşi bir türlü
varamaz herhangi bir sırra…
İki yanında neden akar binlerce bu kelebek?
Binlerce kanatlı çekirge neden uçar
beyninin yukarsında?
Evde soba yanıyor
önce çalılar geçiyor çocukların boğazından
sonra ağaç kökleri yırtıyor damarlarını
bütün ailenin.
Dışarda soğuk
safirden, bakırdan, cıvadan bir gece uçuyor
gece uçarken kulaklarına dokunuyor bekçinin
bekçi
mavi zehir şiddetinde düdük çalarak
bir soru soruyor karanlığa
bütün cevaplar sendedir, saklama
diyor karanlık ona
bekçi en saklı yerinden bir banka broşürü
bir piyango bileti çıkarıp gösteriyor
copunu gösteriyor lisebirdeki oğlana
sonra acılı olduğu açıkça anlaşılan
bir kadına bıyık buruyor
buruk bir sabah
başlıyor acılı olduğu
açıkça anlaşılmayan
dünyada.
Ağır ceza reisi
santa luçia söylüyor traş olurken
maiyet memurluğundan beri aksatmadan
yaptığı gibi vali sabah sabah
parlatıyor
zaten pırıl pırıl olan siyah
kunduralarını.
Kışlada alay komutanı
barakaların kar altında öksüz
duruşlarına bakarak
susuyor, söylemiyor bildiği tek şiiri
'güzel olan hiçbir şey hülasa edilemez'
demiş çünkü Valéry.
Çünkü serbest düşünme zamanı geçti artık
şimdi mesai saati
disiplin kurulunun toplantısı var
arşivde sicil belgeleri damgalanacak
tayinler imzaya girecek
teftişe gidecek generaller
rüya, okşayış, Tevrat
gibi kelimeler
gündemin dışında.
Yurttaşlar uygunadım çalışmalarıyla
söktüler kariha yarımküresini yerinden
bir pusula koydular açtıkları boşluğa
titreyen, korkak ibresiyle bu pusula
kuzeyi gösteriyor serbest
düşünme zamanlarında;
safir bir göz görünce karıştırıyor yönü
tırnaklarını yiyor bakır bir
dudak ona yaklaşınca;
cıvadan bir gözyaşı
bari olsun istiyor
bütün mesai boyunca.
Buruşuk pardesülü adam dalgın
gittikçe daha dalgın, elinde cetvel
masada hesap makinesi, pusula
yetmiyor dibe dalmasına
bağlıyor kalın bir urganla beline
ağır bir sandık
salıyor kendini
yeşil yosunların
kırmızı balıkların
uçan kabarcıkların
derinliklerine
orada
bir sandık buluyor
yakutlar, altınlar, pırlantalar
adam dibe inmek için beline bağladığı
sandığını keşfediyor dibe ulaştığında.
Öyleyse adamın eyvah ışıdı yüreği
eve dönmesine gerekçe
bulamıyacak bir daha.
Eyvah çattı kaşlarını, ayağa kalktı yargıç
elindeki kalemi
gülümsüyor, kıracak!
Atıldı öne, denize doğru lisebirdeki oğlan
denize, yakuta, entegral hesaplarına.
Kardeşim!
diye haykırdı ablası arkasından
fırladı kanepeden
kopardı kafasını bekçinin
safirden bir baltayla.
Anneleri
mutfakta kalan son bakır sahanı
alüminyum olanıyla değiştirdi.
Mesainin bitimine on kala
istifa etti vali
çamurlu bir yoldan
yayan yürüdü sınıf arkadaşı
olan nalbantın dükkanına.
Alay komutanı oğlu için
otomobil satın aldı
Mercury marka.
Kış geçti, öksürük haplarıyla
geçti cumartesi
hiçbirşey söylemeyen sözlere varmak için
herşeyin sonuna kadar söylenmesi gerekti
incir… yarpuz… karamela…
la havle ve la kuvvete illa billah.


(1981)


İsmet


18 Eylül 2014 Perşembe

kasıklarımızı




kimlik belgemi kaybettim


Kimlik belgemi kaybettim.
Yeniden yazmalıyım hayat hikâyemi en baştan
Birçok makama, bir nüsha Tanrı’ya
Bir de şeytana.
Negev’de rüzgârla alazlanmış bir kavşakta
Otuz üç yıl önce çekilmiş fotoğrafı hatırlıyorum.
Gözlerim peygamberdi o zamanlar, ancak fikri yoktu bedenimin
Ne yaşadığına, nereye ait olduğuna dair.

Çok defa, “İşte burası” dersin
“Her şey burada yaşandı” ama orası değildir,
Sadece öyle düşünür ve yanılgı içinde yaşarsın,
Bir yanılgı ki sonsuzluğu
Daha büyüktür gerçeğin sonsuzluğundan.

Yıllar geçtikçe, hayatım isimlerle doluyor
Metruk mezarlıklar gibi
Ya da anlamsız bir tarih dersi
Ya da yabancı bir kentteki bir telefon rehberi gibi.

Ve ölüm, birinin ardın sıra seslenip
Durmasıdır
Ve sen artık dönüp bakmazsın bile
Seslenen kim diye.


Yehuda Amihay