29 Eylül 2014 Pazartesi
25 Eylül 2014 Perşembe
PAYLAŞMAKTAN BIKTIM! paylaşmaya "inanmak"tan bıktım! bütün bunları niye yaptığımı kendime sormaktan bıktım! şu pcyi duvara çarpamamaktan bıktım! bunları bile buraya yazmaktan bıktım! bu tür müziklerin mütemadiyen içimden yükselmesinden bıktım! içimdeki ses sen kimsin? demekten bıktım! noktalama işaretlerinden bıktım!
Katil
olup rahatlamak varken her gün insanlarla ve hayatla uyuşmaya çalışmaktan;
delirip
kurtulmak varken her gün aklın köleliğinde yaşamaktan;
düşünmeden takılmak bu
dünyada varken aklının senden bağımsız ve de sana rağmen sana saldırmasına
maruz kalmaktan;
kontrol dışı “düşünceler”e çeki düzen veremeyip senden habersiz
kurulmuş cümleleri imha etmeye çalışmaktan bıktım!
üzerimi yazılarla örtmekten ve yazdıklarımdan bıktım!
güzellikten bıktım!
hala yaşıyor olmam ahlaksızlıktır ve ahlaksızlığımdan bıktım!
hiç bir yere ait olmamaktan bıktım!
okuduklarımdan bıktım!
gülümsemekten bıktım ama asık suratımdan da bıktım!
bulunduğum yerde olmayışımdan bıktım!
anlamaktan bıktım!
şiir avlamak için yaşadığımı sanmaktan bıktım!
çaydan, çayın yanına yaktığım sigaradan, çocukları sevmekten, telefondan, gazetelerden bıktım!
okuyacağım kitapları sıralamaktan bıktım!
kendimi teşhir etmekten bıkarken kendimi teşhir etmekten bıktım!
şu yazdıklarım da dahil bu tür şeylerin aklıma geliyor olmasından ve hep aklıma geleceklerini bilmekten bıktım!
herhangi bir şeyi sevmekten
bir şeylere kızmaktan
market poşetlerinden
ve ölememekten ölememekten ölememekten bıktım.
yazma eyleminin beni kurtarmasından bıktım!
İçinde küfür olmayan hiçbir cümleye itibar etmiyorum!
hep öyleydi.
hep öyle değil miydi ey pars!
ey anlamlarla doldurulmuş nafile döl fazlalığı!
ey varlıkla hiçlik arasında baş döndüren salıncak!
boyası dökülmüş evler gibiyim
ey kanatsızlık!
24 Eylül 2014 Çarşamba
mustafa ırgat, s. dönüşü
Sen
o geçmiş günlerin çekmece şairisin:
Tabut dibeğinde düzgün çarpan kara el, yürek
içinde kefen yazmaları alacalı bulacalı.
Tabut dibeğinde düzgün çarpan kara el, yürek
içinde kefen yazmaları alacalı bulacalı.
Ölümü
yaşarken yakalar gibi kol gövde soğumasında yazdığın,
Yazıp
da çarşaflayıp damgaladığın, mührü
“cumhuriyet
ailem”
Adı
çim sandukanın yanında güzün bitirip noktaladığın.
Yokluk!
Aralanmış yeşil kapısından görüyorum.
Lale
duman Osmanlı paşalar bahçesi ve
küçük
boy burjuva leş kargalarının tıkandığı ayak-
yolları
mezarlıklara göçüyor.
Hepsi
kendiliğinden çepeçevre bir öbürdünyalık artık.
Çıngıraklardan
yapılma umutsuz yılan derisi
ay
lağımların
üstünü örtüyor.
Ayna
diplerinde küpkül olmuş gözyaşları içindesin.
Kolsun
gömleğine kan! Kan bulanmış
dinamitlere
sarılı çokça damarın patlayışıyım ben!
Ansızın
anısız
alınyazısına
denk yükselsin kalıtımım
İnsin,
insin, insin, insin ve insin,
yükseğe
alçalsın, mumyalanmış devlet’li kalın bağırsak benzeri
terlemekten
kemikleri erimiş
iskeletimle
toprağa…
Derler
a, soluk al boşluğuna.
Duyuyoruz.
Nicedir konuşuyorsun.
Bir
döl fazlalığının şiiri bu, hani şu
halkları
eğlendirmek için sokaklarda satılan kör kaval,
hem
üfleme hem gerçek
doğumumu
unuttum gitti bile. Uykumun manzarası
okunmamış
beyazlıkların derininde kalsın.
23 Eylül 2014 Salı
22 Eylül 2014 Pazartesi
geceye şarkı
1
Bir nefesin gölgesinden doğma bizler
Dolanıp durmaktayız terk
edilmişliklerde
Bizler, yani sonrasızlıkta
yitirilenler,
Kurbanlarız, adandıklarımızı
bilmezcesine.
Dilenciyiz sanki, yok benim
diyebileceğimiz,
Kapalı kapılar önünde birikmiş
delileriz.
Körler gibi kulak kabartmışız, içinde
Fısıltılarımızın yitip gittiği
sessizliğe.
Hedefi olmayan yolcularız bizler,
Bulutlarız, rüzgârlarda dağılan,
Ya da ölümün soluğunda üşüyen
çiçekler,
Yerimizden kopartılmayı beklemekteyiz.
2
Varsın, son acılar da somutlaşsın
bende,
Savunmuyorum kendimi, ey karanlık
güçler.
En büyük sessizliğin yolu sizlerden
geçer,
O yoldan yürürüz en serin gecelere.
Soluğunuzla daha sesli alevlere
boğmaktasınız beni,
Sabır! Yıldızlar kora dönüşürken,
düşler kaymakta
Bize adlarını söylemekten kaçınan
diyarlara,
Oralara ancak feda edersek
girebiliriz düşlerimizi.
3
Sen ey kapkara yürek, ey karanlık
gece,
Kimdir yansıtan, en kutsal
zeminlerinizi,
Ve kötücülüğünüzün son vadilerini?
Acılarımız karşısında donup kalmış
maske -
Acılarımız ve hazlarımız karşısında
Taştan bir gülümseme boş maskenin
dudaklarında
Bir kaya, bütün ölümlülerin çarpınca
kırıldığı,
Üstelik varlığı bize bile kapalı.
Ve sonra dikildiğinde karşımıza bir
yabancı düşman,
Alaylarıyla aşağılayarak ölesiye
didinmemizi,
O zaman daha bir hüzünlü olur
şarkılarımız ezgileri
İçimizde ağlayan ise kalır
anlaşılamadan.
4
Sensin, sarhoşluğu geçiren Şarap,
Ben, şimdi güzel danslarla
kanamaktayım
Ve taçlandırmak zorundayım acımı
çiçeklerle!
Bağrındaki en derin anlamın istediği
buysa, ey gece!
Kucağındaki bir arpın telleriyim
sanki,
Ve son acılarım uğruna şimdi
Senin karanlık şarkın boğuşmakta
yüreğimde,
Beni ölümsüz kılıp, bir şişe
çevirmekte.
5
Bu huzur – ey derin huzur!
Yok artık dini bütün çan sesleri,
Sen, ey acıların tatlı anası, sen -
Barışın, sanki ölümün enginliği.
Sar o serin ve sevecen ellerinle,
Sar bütün yaraları -
Böylece içten kanasınlar yalnızca -
Sen, ey acıların tatlı anası!
6
Bırak, suskunluğum senin şarkın
olsun!
Ne ifade edebilir ki fısıldayışları
sana,
Hayatın bahçesinden ayrılmış bir
yoksulun?
Bırak, hiç adın olmasın iç dünyamda -
Ruhumda oluşmuş, ama düşlerden
yoksun,
Artık sesi kalmamış bir çan gibi,
Tatlı gelini acılarımın,
Ve uykularımın sarhoş gelinciği.
7
Toprakta ölüşlerini duydum
çiçeklerin,
Ve havuzların sarhoş yakınmalarını,
Bir de çanların söylediği bir
şarkıyı,
Gece, ve fısıldayan bir soru;
Ve bir yürek – yaralanmış ölesiye,
Yoksul günlerinin ötesinde.
8
Suskundu karanlık, beni
söndürdüğünde,
Gün ortasında ölü bir gölgeydim -
O zaman çıkıp mutlulukların evinden
Yürüdüm gecenin derinliklerine.
Şimdi bir gölge oturmakta yüreğimde,
Bir gölge, hissetmeyen günün
çoraklığını -
Ve dikenler gibi sana doğrulup
gülümseyen,
Senden, yalnız senden yana, ey gece!
9
Ey gece, acılarımın önündeki dilsiz
kapı,
Gör artık bu karanlık yara izinin
kanadığını
Ve kabından taşmak üzere olduğunu
çektiklerimin!
Ey gece, ben hazırım artık!
Ey gece, unutmuşluğun bahçesi,
darmaduman,
Yoksulluğumun dünyaya kapalı
ihtişamında,
Salkımlarla, dikenli çelenkler de
solmakta,
Gel, ey en yüce zaman!
10
Bir zamanlar gülmüştü içimdeki
şeytan.
Ben, bir ışıktım parıltılı
bahçelerde,
Oyunlarla dansların eşliğinde,
Bir de aşkın şarabı, başımı uyuşturan.
Bir zamanlar ağlamıştı içimdeki
şeytan.
Ben, bir ışıktım sancılı bahçelerde,
Kadere boyun eğişin eşliğinde,
Parıltısıyla, yoksulluğun evini nura
boğan.
Şimdi ağlamadığına ve gülmediğine
göre o şeytan,
Yitip gitmiş bir gölgeyim bahçelerde
Ve ölüm karası eşliğinde,
Boş gece yarısının sessizliğiyle
dolaşan.
11
Zavallı gülümsemem sana ulaşma
çabasında,
Hıçkıran şarkım ise yitip gitmekte
karanlıkta.
Artık yolumun sonuna varmak, tek
istediğim.
Bırak gireyim senin tapınağına.
Bir zamanlar ki gibi, çılgınca ve
dindarca
Ve sessiz bir duayla önünde eğileyim.
12
Gece yarısının derinliğinde, sen
Ölü bir sahilin suskun denizin
yanında,
Ölü bir sahil: Bir daha asla!
Gece yarısının derinliğinde, sen
Gece yarısının derinliğinde, sen
Gök kubbesin, bir zamanlar yıldızının
parladığı,
Bir gök kubbe, artık hiç bir
Tanrı’nın çiçek açmadığı.
Gece yarısının derinliğinde, sen
Gece yarısının derinliğinde, sen
Döllenmeden kalansın sıcak bir
rahimde,
Ve hiç can bulamamış, öylece!
Gece yarısının derinliğinde, sen
georg trakl
(1887 - 1914)
21 Eylül 2014 Pazar
balkon çıkmazında efendilik tarihi
I
bir
örnek giysili efendileri beklemekten yorgun
fincan gibi turtularının gülümsemesi yani afrikalı
fincan gibi turtularının gülümsemesi yani afrikalı
artık
kimseler gelmiyor; cezayir yabancı dil kursu
parmaklarını taklatınca kuşları havalanmıyor bella’nın
parmaklarını taklatınca kuşları havalanmıyor bella’nın
gece uçuşuna
çıkamıyor azizler gece kuşları suskun
sigarasını tüttürüyor mısırlı üstüne ortadoğu’nun
sigarasını tüttürüyor mısırlı üstüne ortadoğu’nun
efendi
efendi hani kul köle korkutan seni
ki bir balkon çıkmazında güneşi seyrediyor
özgür atılımlarıyla sersefil gece ve zenne
hintyağı akışında boyuneğişini ölümlerin
ki bir balkon çıkmazında güneşi seyrediyor
özgür atılımlarıyla sersefil gece ve zenne
hintyağı akışında boyuneğişini ölümlerin
kızların
sevgiliye ortak dudaklarında duman
enişteler toplamı temerküz kampı gözlerinde
bir kraliçe özür dilemeye dili dönmüyor
bütün tarih kulağında küpe
enişteler toplamı temerküz kampı gözlerinde
bir kraliçe özür dilemeye dili dönmüyor
bütün tarih kulağında küpe
bir
hatırlatma tek kulağı küpeli şirpençe
kölemenlerin üstüne arasıra birkaç beyit
kölemenlerin üstüne arasıra birkaç beyit
II
/anlamıyoruz
sizi; sizin futbol sahası danslarınız
karşılamaya yetmiyor bir genç kızı
karşılamaya yetmiyor bir genç kızı
ve o
genç kızın kulakmemelerinden
akan saf süt tazeliğinde pıhtılaşmış küpelerini
akan saf süt tazeliğinde pıhtılaşmış küpelerini
ana
karnında cennetini yaşamış bir delinin
göğsüne bir zafer madalyası gibi iliştirilmesine yetmiyor/
göğsüne bir zafer madalyası gibi iliştirilmesine yetmiyor/
yollar
bomboş sürekli uykular mutluluğu
efendi utancından pembeleşmiş kekre gülüşlerde
efendi utancından pembeleşmiş kekre gülüşlerde
aslı
bilinmeyen fransızca şarkıları dinlemekten yorgun
kekeme gülümsemelerin mahmur yüzü ortadoğu
kesik öksürüklerini saçlarımıza düzensiz
zincirleme darbeleriyle savuruyor
kekeme gülümsemelerin mahmur yüzü ortadoğu
kesik öksürüklerini saçlarımıza düzensiz
zincirleme darbeleriyle savuruyor
atların
terkisine uzanan eyerlerin saltanatında
efendi balkon çıkmazında canalıcı tavrıyla
arapkırması gözlerini kırpıyor ilgilerinin
efendi balkon çıkmazında canalıcı tavrıyla
arapkırması gözlerini kırpıyor ilgilerinin
III
yağmursuz
çöllerin oruca niyetli kum taneleri
efendinin kulağına kaçıyor
sonu gelmiş haberi olmayan uykularda
bu sevgiyi orucuna bozmaya mahkûm bir derviş gibi
efendinin kulağına kaçıyor
sonu gelmiş haberi olmayan uykularda
bu sevgiyi orucuna bozmaya mahkûm bir derviş gibi
bitiriyorum
işte boynumuz vurun efendiler, yaşıyoruz
ölü toprağı dökülüyor üstümüzden
bir kumarbaz şansı ile çay içmeye geliyoruz
işte boynumuz vurun efendiler, yaşıyoruz
ölü toprağı dökülüyor üstümüzden
bir kumarbaz şansı ile çay içmeye geliyoruz
Hüseyin Atlansoy
20 Eylül 2014 Cumartesi
eski bir aşk öyküsü
boynumda yağmurdan bir kolye...
ıslak taşlara oturuyorum bugünlerde...
bir siyam kedisi ve ben... pek çok şeyi geriye doğru unutuyoruz...
eski rus bir sevgilim vardı...
başka birisini göze alamam bugünlerde...
öykü safir aynalı bir salonda geçiyordu...
herşey önce çok güzel başlıyordu...
sen, gözünde siyah bir bant, beni dansa kaldırıyordun...
ben seni portekizli bir korsan sanıyordum...
sonra ortaya çıkıyordu eski bir rus soylusu olduğun...
yelkenbezi fularını çıkarıp... bir reverans yapıyordun...
odadan yavaş yavaş herkes, soylu soysuz herkes çıkıyordu...
ikimiz bir de kediler kalıyordu... hava alamıyorduk...
kapıları mühürlüyorlardı... eskil bir aşk öyküsünün içinde
kalıyorduk... biz seni portekizli bir korsan sanıyorduk...
bir siyam kedisi ve ben...
bir siyam kedisi ve ben... pek çok şeyi geriye doğru unutuyoruz...
eski rus bir sevgilim vardı...
başka birisini göze alamam bugünlerde...
öykü safir aynalı bir salonda geçiyordu...
herşey önce çok güzel başlıyordu...
sen, gözünde siyah bir bant, beni dansa kaldırıyordun...
ben seni portekizli bir korsan sanıyordum...
sonra ortaya çıkıyordu eski bir rus soylusu olduğun...
yelkenbezi fularını çıkarıp... bir reverans yapıyordun...
odadan yavaş yavaş herkes, soylu soysuz herkes çıkıyordu...
ikimiz bir de kediler kalıyordu... hava alamıyorduk...
kapıları mühürlüyorlardı... eskil bir aşk öyküsünün içinde
kalıyorduk... biz seni portekizli bir korsan sanıyorduk...
bir siyam kedisi ve ben...
Lale MÜLDÜR
ills sont eux
Ağır ceza reisi duruşmaya girerken
safir bir göz yapışıyor kırmızı yakasına
kırmızı yakaları var yargıç cübbelerinin
Fransız ihtilalinden kalma.
Burslu okuduğu yıllardan kalma ceza reisinin
garip bir tarafı var
kaşlarını çatınca bir çocukluk
dolduruyor yüzünü
ürkünç bir uğursuzluk
gülümsediği sıra.
Garip bir tarafı var valinin
makam arabasına binerken her seferinde
bakır bir dudak karışıyor kırmızı saçlarına
saçlarını parmaklarıyla taradığı zamanlar
bu dudak
öpüyor onu hain bir yumuşaklıkla.
Safir göz görünmüyor yargıca
kendini valiye vermiyor bakır dudak
görmüyor alay komutanı tekmil alırken
gömleğine bir damla civanın sızdığını
bir gözyaşı, bir ukde anlamı kazanarak.
Kimse görmüyor buruşuk pardesüsüyle bir babanın
kırılgan bir yelpaze olduğunu akşam eve girince
karısı
katlanmış kilimlerle uyum içinde
kolunu büküyor, dayıyor elini yanağına
büyük kız kanepede bu ara
bir göl gezintisine çıkmıştır
kelebek ölülerinden bir ırmakta
sürüklenmektedir lisebirdeki oğlan.
Kız için
sırlara karışmaktır
bir gölün ortasında olmak
erkek kardeşi bir türlü
varamaz herhangi bir sırra…
İki yanında neden akar binlerce bu kelebek?
Binlerce kanatlı çekirge neden uçar
beyninin yukarsında?
Evde soba yanıyor
önce çalılar geçiyor çocukların boğazından
sonra ağaç kökleri yırtıyor damarlarını
bütün ailenin.
Dışarda soğuk
safirden, bakırdan, cıvadan bir gece uçuyor
gece uçarken kulaklarına dokunuyor bekçinin
bekçi
mavi zehir şiddetinde düdük çalarak
bir soru soruyor karanlığa
bütün cevaplar sendedir, saklama
diyor karanlık ona
bekçi en saklı yerinden bir banka broşürü
bir piyango bileti çıkarıp gösteriyor
copunu gösteriyor lisebirdeki oğlana
sonra acılı olduğu açıkça anlaşılan
bir kadına bıyık buruyor
buruk bir sabah
başlıyor acılı olduğu
açıkça anlaşılmayan
dünyada.
Ağır ceza reisi
santa luçia söylüyor traş olurken
maiyet memurluğundan beri aksatmadan
yaptığı gibi vali sabah sabah
parlatıyor
zaten pırıl pırıl olan siyah
kunduralarını.
Kışlada alay komutanı
barakaların kar altında öksüz
duruşlarına bakarak
susuyor, söylemiyor bildiği tek şiiri
'güzel olan hiçbir şey hülasa edilemez'
demiş çünkü Valéry.
Çünkü serbest düşünme zamanı geçti artık
şimdi mesai saati
disiplin kurulunun toplantısı var
arşivde sicil belgeleri damgalanacak
tayinler imzaya girecek
teftişe gidecek generaller
rüya, okşayış, Tevrat
gibi kelimeler
gündemin dışında.
Yurttaşlar uygunadım çalışmalarıyla
söktüler kariha yarımküresini yerinden
bir pusula koydular açtıkları boşluğa
titreyen, korkak ibresiyle bu pusula
kuzeyi gösteriyor serbest
düşünme zamanlarında;
safir bir göz görünce karıştırıyor yönü
tırnaklarını yiyor bakır bir
dudak ona yaklaşınca;
cıvadan bir gözyaşı
bari olsun istiyor
bütün mesai boyunca.
Buruşuk pardesülü adam dalgın
gittikçe daha dalgın, elinde cetvel
masada hesap makinesi, pusula
yetmiyor dibe dalmasına
bağlıyor kalın bir urganla beline
ağır bir sandık
salıyor kendini
yeşil yosunların
kırmızı balıkların
uçan kabarcıkların
derinliklerine
orada
bir sandık buluyor
yakutlar, altınlar, pırlantalar
adam dibe inmek için beline bağladığı
sandığını keşfediyor dibe ulaştığında.
Öyleyse adamın eyvah ışıdı yüreği
eve dönmesine gerekçe
bulamıyacak bir daha.
Eyvah çattı kaşlarını, ayağa kalktı yargıç
elindeki kalemi
gülümsüyor, kıracak!
Atıldı öne, denize doğru lisebirdeki oğlan
denize, yakuta, entegral hesaplarına.
Kardeşim!
diye haykırdı ablası arkasından
fırladı kanepeden
kopardı kafasını bekçinin
safirden bir baltayla.
Anneleri
mutfakta kalan son bakır sahanı
alüminyum olanıyla değiştirdi.
Mesainin bitimine on kala
istifa etti vali
çamurlu bir yoldan
yayan yürüdü sınıf arkadaşı
olan nalbantın dükkanına.
Alay komutanı oğlu için
otomobil satın aldı
Mercury marka.
Kış geçti, öksürük haplarıyla
geçti cumartesi
hiçbirşey söylemeyen sözlere varmak için
herşeyin sonuna kadar söylenmesi gerekti
incir… yarpuz… karamela…
la havle ve la kuvvete illa billah.
(1981)
İsmet
safir bir göz yapışıyor kırmızı yakasına
kırmızı yakaları var yargıç cübbelerinin
Fransız ihtilalinden kalma.
Burslu okuduğu yıllardan kalma ceza reisinin
garip bir tarafı var
kaşlarını çatınca bir çocukluk
dolduruyor yüzünü
ürkünç bir uğursuzluk
gülümsediği sıra.
Garip bir tarafı var valinin
makam arabasına binerken her seferinde
bakır bir dudak karışıyor kırmızı saçlarına
saçlarını parmaklarıyla taradığı zamanlar
bu dudak
öpüyor onu hain bir yumuşaklıkla.
Safir göz görünmüyor yargıca
kendini valiye vermiyor bakır dudak
görmüyor alay komutanı tekmil alırken
gömleğine bir damla civanın sızdığını
bir gözyaşı, bir ukde anlamı kazanarak.
Kimse görmüyor buruşuk pardesüsüyle bir babanın
kırılgan bir yelpaze olduğunu akşam eve girince
karısı
katlanmış kilimlerle uyum içinde
kolunu büküyor, dayıyor elini yanağına
büyük kız kanepede bu ara
bir göl gezintisine çıkmıştır
kelebek ölülerinden bir ırmakta
sürüklenmektedir lisebirdeki oğlan.
Kız için
sırlara karışmaktır
bir gölün ortasında olmak
erkek kardeşi bir türlü
varamaz herhangi bir sırra…
İki yanında neden akar binlerce bu kelebek?
Binlerce kanatlı çekirge neden uçar
beyninin yukarsında?
Evde soba yanıyor
önce çalılar geçiyor çocukların boğazından
sonra ağaç kökleri yırtıyor damarlarını
bütün ailenin.
Dışarda soğuk
safirden, bakırdan, cıvadan bir gece uçuyor
gece uçarken kulaklarına dokunuyor bekçinin
bekçi
mavi zehir şiddetinde düdük çalarak
bir soru soruyor karanlığa
bütün cevaplar sendedir, saklama
diyor karanlık ona
bekçi en saklı yerinden bir banka broşürü
bir piyango bileti çıkarıp gösteriyor
copunu gösteriyor lisebirdeki oğlana
sonra acılı olduğu açıkça anlaşılan
bir kadına bıyık buruyor
buruk bir sabah
başlıyor acılı olduğu
açıkça anlaşılmayan
dünyada.
Ağır ceza reisi
santa luçia söylüyor traş olurken
maiyet memurluğundan beri aksatmadan
yaptığı gibi vali sabah sabah
parlatıyor
zaten pırıl pırıl olan siyah
kunduralarını.
Kışlada alay komutanı
barakaların kar altında öksüz
duruşlarına bakarak
susuyor, söylemiyor bildiği tek şiiri
'güzel olan hiçbir şey hülasa edilemez'
demiş çünkü Valéry.
Çünkü serbest düşünme zamanı geçti artık
şimdi mesai saati
disiplin kurulunun toplantısı var
arşivde sicil belgeleri damgalanacak
tayinler imzaya girecek
teftişe gidecek generaller
rüya, okşayış, Tevrat
gibi kelimeler
gündemin dışında.
Yurttaşlar uygunadım çalışmalarıyla
söktüler kariha yarımküresini yerinden
bir pusula koydular açtıkları boşluğa
titreyen, korkak ibresiyle bu pusula
kuzeyi gösteriyor serbest
düşünme zamanlarında;
safir bir göz görünce karıştırıyor yönü
tırnaklarını yiyor bakır bir
dudak ona yaklaşınca;
cıvadan bir gözyaşı
bari olsun istiyor
bütün mesai boyunca.
Buruşuk pardesülü adam dalgın
gittikçe daha dalgın, elinde cetvel
masada hesap makinesi, pusula
yetmiyor dibe dalmasına
bağlıyor kalın bir urganla beline
ağır bir sandık
salıyor kendini
yeşil yosunların
kırmızı balıkların
uçan kabarcıkların
derinliklerine
orada
bir sandık buluyor
yakutlar, altınlar, pırlantalar
adam dibe inmek için beline bağladığı
sandığını keşfediyor dibe ulaştığında.
Öyleyse adamın eyvah ışıdı yüreği
eve dönmesine gerekçe
bulamıyacak bir daha.
Eyvah çattı kaşlarını, ayağa kalktı yargıç
elindeki kalemi
gülümsüyor, kıracak!
Atıldı öne, denize doğru lisebirdeki oğlan
denize, yakuta, entegral hesaplarına.
Kardeşim!
diye haykırdı ablası arkasından
fırladı kanepeden
kopardı kafasını bekçinin
safirden bir baltayla.
Anneleri
mutfakta kalan son bakır sahanı
alüminyum olanıyla değiştirdi.
Mesainin bitimine on kala
istifa etti vali
çamurlu bir yoldan
yayan yürüdü sınıf arkadaşı
olan nalbantın dükkanına.
Alay komutanı oğlu için
otomobil satın aldı
Mercury marka.
Kış geçti, öksürük haplarıyla
geçti cumartesi
hiçbirşey söylemeyen sözlere varmak için
herşeyin sonuna kadar söylenmesi gerekti
incir… yarpuz… karamela…
la havle ve la kuvvete illa billah.
(1981)
İsmet
18 Eylül 2014 Perşembe
kimlik belgemi kaybettim
Kimlik belgemi kaybettim.
Yeniden yazmalıyım hayat hikâyemi en baştan
Birçok makama, bir nüsha Tanrı’ya
Bir de şeytana.
Negev’de rüzgârla alazlanmış bir kavşakta
Otuz üç yıl önce çekilmiş fotoğrafı hatırlıyorum.
Gözlerim peygamberdi o zamanlar, ancak fikri yoktu
bedenimin
Ne yaşadığına, nereye ait olduğuna dair.
Çok defa, “İşte burası” dersin
“Her şey burada yaşandı” ama orası değildir,
Sadece öyle düşünür ve yanılgı içinde yaşarsın,
Bir yanılgı ki sonsuzluğu
Daha büyüktür gerçeğin sonsuzluğundan.
Yıllar geçtikçe, hayatım isimlerle doluyor
Metruk mezarlıklar gibi
Ya da anlamsız bir tarih dersi
Ya da yabancı bir kentteki bir telefon rehberi gibi.
Ve ölüm, birinin ardın sıra seslenip
Durmasıdır
Ve sen artık dönüp bakmazsın bile
Seslenen kim diye.
Yehuda Amihay
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)