31 Ağustos 2023 Perşembe
29 Ağustos 2023 Salı
28 Ağustos 2023 Pazartesi
26 Ağustos 2023 Cumartesi
esma-ül esma
Ak terler içinde yattın bütün sabah
Kuzular
somunlar süt dişleri arasında
Su
bile henüz uykusunda akarken
Rüya
sanırken uçmayı kuşlar
İçimde
bir soğukluk bu sabah dışıma karşı
Yarim
uyu en iyisi bu
Güneşin
merasimine yetişmeyeceğiz nasıl olsa
Tamtamlar
arasında şimdi kıstırıyorlardır okullarda
Hastanelerde
sair şirket ve devlet katlarında
Saçlarını
bu dünyaya açmayan kızları
Göğüsleri
çatlatırcasına pompalanmış kadınlar
Bulanık
terler içinde caddeleri sürüyordur
Valery
söylemiştir ilk mısra Tanrıdan
Salâlar Tanrıdan dığdığı otomobillerin egzoz naraları Tanrıdan
Tanrıdan insanların suratlarının sıyrılması bir otoyol rüzgarıyla
İnsanların bazı korkunç hikayelerinin suret nüsha ek vs. damgalanıp da
Zarf
zarf içinde kapalı tutulduğu Tanrıdan
Küflü
buruk birtakım gürültüler aktığı
Evin
bu odanın yatağımızın etrafından
Yas
yeis Tanrıdan sevinç şarkı Tanrıdan
Ben
ama yavrum sokaklardaki şöhretime dayanamıyorum
Ne
ağladım ne güldüm geçtim de her gün o salaş bulvardan
Ankarada dört noterde imzam var sekiz firmada telefon numaram
Şurda sigaralarım durur ortada üç takım sözlük sağ yanda metinlerim kağıtlarım kağıtlarım kağıtlarım
Oğlum Hakan Arslanbenzer ne oruçluyken adı çağrılmanın sarhoşluğunu
Ne babasını kendi adıyla hatırlamak buluncunu tatmadı daha oysa
Uğradığımız
bu kiralık ev kumpasları bana fazla
Bana
zor inmek bu sağır göstermelik parklara
Neyleyim hurdası çıkacak her ikindi üstü bu şehirde arkadaşlıkların
İhanete
bile uğranılmayacak hiç kimse tarafından
Takvim yapraklarını koçan koçan yırtıp atacağımız zamana kadar
Uyu
yarim yavrum inancın olsun uykuya
Ara
ara bombardıman duyarsın uykunda ara ara alkışlar
Uyu
uyumak bu kargolar kentine zorla sokulan çarşılar
Uyu kimse sözünü etmeyecek bugün de çalkalanmış bir ağızın
Uyu
Konya böyle gelmiş böyle gitmiş Samsun
Ekmek yeniden 35 bin liraya düşmüş gazeteler hep ne acayip şeyler yazıyor
Bizden
birileri mi şunca hor görülenler
Biz
onlardan birileri miyiz
Bir
vicdanın bu kadar kaba olduğu nerde görülmüştür
Bu
binlerce içi geçmiş balkon gayrı utanca açılsın
Gökten
biz niçin utanalım
Niye
sevmeyelim kütür kütür yürümeyi yer üstünde
Borç
bizi utandırsın satın alalım tek seferde
Alıp
da yerine oturtalım bir evi
Değil
ama kapu içinde
Göğsüme
kazılmış bu deli ama korkak siperle peki ben
Benzetebilir miyim kadınla kocasını yatakta dans pabuçlarına
-Kıvrılmış
yumuşamış iyice sırlı ve muallak-
Hem
dans pabucuyla neyi aşındırabilir insan
Mutlaka
geçici bunun için de daha delirtici
Daha
korkak bir can sıkıntısı zeminini mi
Uyan
haydi buraya bir şeyler at işte
Uyan haydi buraya
kıskançlığımın o yumuşak kamçılarını getir
Sabah kahvaltısının sebeplerini
getir
Kuşluk namazının sularını
getir
Tanrının göz nuru kazanın
o sağlam okçularını getir
Kaderler içinde kahırlar
ortasında
Bir buçuk milyar Müslümana
dair fikirlerime
Bana bugünkü cilveni getir
Aşk mı dedim ben bunu niye
söyledim şimdi
Demek
Haydi uyan haydi geç su
parıltısı
On bin yüzüm içinde Mustafaya
sadık olan o yüzümün üstünden
Kamaşayım ıssı olan her
varlık gibi
Baharsa bu gelen geçmiş
sabahtan
Bu dere yıllarca akar
artık
Hakan Arslanbenzer
21 Ağustos 2023 Pazartesi
dünyadan dışarılarda
ilkyaz: klorofil kokusu sızıyor yeni budanmış
ağaçlardan gece/parkta: ganbatısı yeli
nitrogliserine bulanmış ben rüzgarda kanatları savrulan sen
dünyadan dışarılarda sen&ben sevgilim
sen&ben: korunaksız madde
nasıl anlatsam sana
zayıf bir ırmakla yeryüzünden döndüğümüz
bu kumsalda/parkta
olup biteni
yüzme dönüşü
tenimde tuzlu bir ıslaklıkla: dünya
bisiklet
sandaletler
ve uçuk mavi
bir fular boynumda
sen
dünyaya bağlanmaktan korkma
ben
genç öleyim
genç öleyim sevgilim
geriye baktığımda
jelatine sarılarak derin dondurucuda saklanan
bir hayat
yıllar sonra
''ben''
dokunsan ağlayacak
sevgilim
dokunsan ağlayacak
sen
dünyaya bağlanmaktan korkma
ben
genç öleyim
genç öleyim sevgilim
nasıl görünüyorum
''artık ölüyorum''
kılığında
tenhalarda olmak
istiyorum ve
gözlerimin altı morardı bakmaktan
ağlama
artık ağlama
diyorum sana
sen
dünyaya bağlanmaktan korkma
ben
genç öleyim
genç öleyim sevgilim
20 Ağustos 2023 Pazar
sıkıntı
ne de öpücüğümü akıtan onmaz sıkıntı altında
ve iğrenç saçlarında hazin bir fırtınayı eşelemek;
Azabın bilinmeyen perdeleri altında uçan
hiçliği başkalarından daha iyi tanıyan senin
ancak kara yalanlardan sonra tadabildiğin
düşsüz ağır uykuyu istiyorum yatağından;
Çünkü, katıksız soyluluğumu kemiren çirkef
senin gibi beni de kısırlığıyla damgaladı.
Ama, senin, bağrında hiçbir suç dişinin yaralamadığı
Taş bir yürek çarparken, ben, bozguna uğramış,
solgun, kefenimi kuşanmış, kaçıyorum
yalnız yattığım zaman ölmekten korkarak.
Stéphane Mallarmé
16 Ağustos 2023 Çarşamba
13 Ağustos 2023 Pazar
iyi günler ilerde anneanne
iyi günler ilerde
bense yirmidört saatlik
günlerdeyim anneanne
rüyalarında senin ne kıyamet kopuyor
ne de bir gül düşüyor dalından
sen böyle istersin bilirim
gülümseyerek anneanne
oysa ne sarışın kızlar
göz kırpıyor esmer delikanlılara
ne de ortadoğu
bir gül bahçesi oluyor
yine de iyi günler
ilerde anneanne
esmerliğimiz
kıyamet herkese
halime bakıp üzülme anneanne
bir bakarsın dayımla beraber
ortak bir iş kurar
belki bir süpermarket açarız
ne dersin, kasada da
muzaffer durur, gülümseyerek
yok yok olur, dandy, pop-corn
ve kalve çorba satarız.
kahrolsun amerika deriz sonra
kahrolsun fransa için ve mançurya
kahrolur biz böyle deyince
devr-i daim düzeniyle dönen dünya
mançurya da kahrolur
niye kahrolacaksa
anneanne, müzmin
başağrılarım artıyor
işte yaşamak bu deyip dostlar
müttefiklere gülümsediğinde
anneanne, ah anneanne
çıkış yok ve bu tereke
rahmetli dedemin yüreğinden
daha eski bir mesele
yüreğimiz bölüştürülemez
iyi günler ilerde
sade ekmeği bildiğimiz
günler geçmişte
ve güzeldi anneanne
şimdi ekmek dile gelse
boğazımızdan geçişine
utandığını söylerdi
iyi günler yok!
iyi günler yok anneanne
kıyamet bize
kıyamet bize
kıyamet bize
kıyam/et bize
Hüseyin Atlansoy
aşkla sana
dağ ateşiyle ısıtan
yüzünü
kanla yıkayan dostum
senin
uyurken dudağında gülümseyen bordo gül
benim kalbimi harmanlayan isyan olsun
şimdi dingin gövdende
uğultuyla büyüyen sessizlik
birgün benim elimde
patlamaya sabırsız mavzer olsun
başını omzuma yasla
göğsümde taşıyayım seni
gövdem gövdene can olsun
söyle bana ey
ölümün açıklayıcı pervanesi
hangi yavru tek başına yiğittir
hangi yangın bir başına söndürülür
ah herkes susuyor
hiçkimse bilmiyor içimin yangınını
ah herkes mi susuyor
kalbimi kalbine bağladığım dostum
ah herkes mi susuyor
kalbi kalbimize benzeyen dostlar
bir çarmıh gibi bırakıyorken kendini dünyaya
hayatın ateş renkli kelebekleri
bir bir tutuluyorken korkunç koleksiyonlar için
ah herkes mi susuyor
bağırsam içimdeki dehşeti
hırsım deler mi toprağı
beni
acısıyla onduran
dostumu
aşkla vurduran hayat
sana
yaşananla harlanan bağrımın sevdasını akıttım
dünyanın yeni baharına
çatlarken kadim güneş
bağrım delinirken fidanların kanıyla
anamın doğurgan karnıdır diye
sevgilimin sütlenecek göğsüdür diye
dostumun üretken gülüdür diye
sana bağlandım
sana sarıldım
beni umutsuz koma
tarihle avutma beni
çünki aşkla sınanmışım sana
sana yangınla, suyla, ateşle
ölümle, yaprakla, şiirle sınanmışım
ey yaşarken kanayan acı
şimşekli gök, tufan, kan fırtınası
uçurum kıyısında hızla büyüyen ot
yapraksız bir ölümün anısı için
körpecik kuzuların derisi için
beni tarihle avutma
umutsuz koma beni
akıtsam deliren sevdamı
köpürür mü hayatı besleyen su
ey benim
yedi başlı kartalım
her başını
bir dağ başlangıcında koyanım
senin
böyle diri bir akarsu gibi kıvrılan gövdendir
bizim aşkımızı solduranların korkusu
çünki elbette bir su
kendi akacağı toprağın sertliğini bilir
ve suyun gövdesiyle yırtılınca toprak
artık ırmak mı ne denir
işte devrim
ona benzer bir akışın hızına denir
yarın ne olur bilirim ben
bahar gelir, otlar büyür
ölüm de yapraklanır
bir dağ bulur uzun uzun bakarım
bir çam ağacı gölgesi
güzel kokular veren
bir damla güneş görünce
sana da gülümseyeceğim yarın
şimdi senin uzanıp yattığın otlarda
yarın yeni bir yeşillik büyüyecek
Arkadaş Zekai Özger
sakalsız bir oğlanın tragedyası
charles chaplin bir savaşta yitirdim sakalımı
çıkmazlığın grev sesi umutlarımı vururken
yendirdim bıyıklarımı papağan kuşkulara
biraz elma şekeriyle kazıdım sakalımı
lohusa şerbetiyle kazıdım sakalımı
yanaklarım paprika lahmacun ister misiniz
al işte sana böyle yüze böyle güz
demeyin deseniz de sakal yok ya ucunda
bu güz vermedi tarla seneye bıyık kerim
ben ettim siz etmeyin sakal veririm size
iğne iplik elimde bıyık dikerim size
yanaklarım taşlıtarla kurabiye yer misiniz
Sayın bayan dursanıza gözünüze kuş kaçmış
bu bıyık hiç gitmemiş sesinizin rengine
sakalınız uzamış inmiş ta belinize
at kuyruğu yapınız ya da örgüleyiniz
kedinizin bıyığını usturayla kesiniz
yanaklarım bileytaşı ispirto sever misiniz
yoksul ve utangaç bir müşteriyim ben
sizde güneş bulunur mu biraz/kaktüs alıcam
saksılarım yeşersin üç beş bulut verin de
çok üşüdü güneşten şizofreni olucak
çabuk olun lütfen dikenleri solucak
yanaklarım gobi çölü soğuk su içer misiniz
yüzüm eski bir artist yaşlandıkça shirley temple
elimde bir baş soğan bir baş sarımsak
ah ne kadar şakacısınız hiç hamlet oynamadınız mı
olmak ya da olmamak bütün sorun bu
yanaklarım yul bryner şimşir tarak ister misiniz
Arkadaş Z. Özger
12 Ağustos 2023 Cumartesi
evlerde
odalarda bunca eşya
tanrım nasıl da yoruyorlar evleri
yer kalmadı oturup göz göze gelmeye
hatta yalnızlığı bile
sözgelimi sandalyenin arkasında yorgun bir ova
tozdan yapılmış biblolar
yüz yıldır bakıyorlar oraya
sırtımı deliyor bir alçı kedinin köşeli gözleri
oradan süzüle küçüle bir fil kafilesi
iniyor konsolun üzerindeki tahta dağlara
beni bir kireç kuyusundan baş aşağı sarkıtarak
iniyor uzun geçmişime terli bir mızrak
evlerde bunca eşya
tanrım
kalbime saldığın çıkrık
orda bir şey bulmasın senden başka
7 Ağustos 2023 Pazartesi
diyet / ömer seyfettin
Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında tek başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir Arslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir pehlivandı! On yıldır bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç ve namluları bütün Anadolu'da, bütün Rumeli'de sınır boylarında büyük bir ün kazanmıştı. Hatta İstanbul'da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların üstünde “Amel-i Ali Usta” damgasını arıyorlardı. O çeliğe çifte su vermesini biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, yine kırılmazdı, “Çifte su vermek”, sanatının yalnız ona mahsus bir sırrıydı. Yanına çırak almaz, kimseyle çok konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz... ha bire uğraşırdı. Bekârdı. Hısımı, akrabası yoktu. Memleketin yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka laf bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız muharebe zamanları ocağını söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, muharebeden sonra ortaya çıkardı. Şehirde ona dair birçok hikâyeler söylenirdi. Kimi “cellat elinden kaçmış bir çelebi”, kimi “sevgilisi öldüğü için vakitsiz dünyayı terk etmiş bir garip” derdi. Siyah şahane gözlerinin yüksek bakışından, kibar tavrından, mağrur sükutundan, düzgün sözlerinden onun öyle âdi bir adam olmadığı belliydi… Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu. Halk onu seviyordu. Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir iftihardı.
"Bizim Ali"
"Bizim koca usta"
"Dünyada eşi yoktur"
"Zülfikâr'ın sırrı ondadır!" derlerdi. Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu. Daha on iki yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi. Debdebeli bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki devlet katında yetiştirecek, büyük mevkilere çıkaracaktı. Ama Ali'nin mizacında “başkasına minnettar kalmak” ihtimali derin bir elem sızlatıyordu. “Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim,” dedi. Bir gece amcasının konağından kaçtı. Serseri bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı. Adını bilmediği memleketler dolaştı. Nihayet Erzurum'da yaşlı bir demircinin yanına girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu'da uğramadığı şehir kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Minnettar kalmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazandı. Çok çalıştı. Emsalsiz işler meydana getirdi. İçinde “mukaddes ateş”ten bir şule bulunan her mucit gibi, para için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu. “Çeliğe çifte su vermek” onun aşkıydı. Gönüllü olarak muharebelere gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların arasında, Ali Usta, işinin övgüsünü duydukça tadı dille anlatılmaz bir manevi zevk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik yatağanlar, zırhlar, keskin ağır saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir hamleyle örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcımlar tutuştururdu.
"Tak!"
"Tak, tak!…"
"Tak, tak..."
İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte dokunaklı dokunaklı akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler sonu gelmez bir takırtı koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun alandan mescide doğru yürüdü… Şehrin kenarındaki bu mütevazı mabede hep yoksular getirdi. Minaresi sokağa bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu.
Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla kalabalık gördü. Hep üç kandil yakılırken bu akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya'dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.
Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı.
Koca Ali yerinden oynamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. “Mesnevi dinler, açılırım!” dedi. Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten nameleriyle gaşyoldu. Her âşık gibi onun kalbinde de nihayetsiz bir vecit, bir heyecan, bir galeyan istidadı vardı. En küçük bir vesileyle coşardı. Manasını anlamadığı bir lisanın uhrevi ahengi, durgun kanını sular altında saklı derin bir girdap gibi kaynattı. Her yanı sebepsiz bir sarsıntıyla titriyor, sökülmez bir hıçkırık boğazına düğümlenir gibi oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca, doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanyolu, sarı altın tozundan göz alabildiğine bir bulut gibi göğün bir yanından öbür yanına uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü. Kentten mandıralara giden yolun geçtiği tahta köprüde durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine akseden yıldızlar, ışıktan çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. Daldı, gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği nağmelerin ruhunda kalan ahenklerini işitiyor, tıpkı mescitteki gibi kendinden geçiyordu. Ansızın arkasından bir ses:
– Kimdir o?… diye bağırdı.
Daldığı tatlı alemden uyandı. Döndü. Köprünün öbür yanında iki üç karaltı ilerliyordu. Gayr-i ihtiyarî cevap verdi:
– Yabancı yok!
– Kimsin?
– Ali…
- Hangi Ali?
-......
Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onu kıyafetinden tanıdılar:
– Koca Ali… Koca Ali, be!
– Sen misin, Ali Usta?
– Benim!
– Ne arıyorsun bu saatte buralarda?
– Hiç…
– Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!…
Bunlar kent subaşısının adamları, dizdarlardı. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, ehl-i ırzlar nazarında hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona fena muameleler etmediler. Dizdarbaşı "Ali Usta, sen deli mi oldun?" dedi.
– Yok.
– Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, hele böyle şehir kenarında kimsenin dolaşmasına ağamızın razı olmadığını bilmiyor musun?"
– Biliyorum.
– Ee, ne arıyorsun buralarda?
– Hiç…
– Nasıl hiç…
Koca Ali yine ses etmedi. Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:
– Haydi yerine git, dolaşma… dediler.
Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği ahengi tekrar buluyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rast gelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir hayal gibi ayakta duruyordu. Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:
– Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!… dedi. Dükkanından örsü ile çekicinden başka kıymetli şeysi yoktu. Bunlar da çalınmaya değmezdi. Kimsenin işine yaramazdı ki, hırsız aşırmak zahmetine girsin…
İçeriden kapıyı sürmeledi. Dizdarların müdahalesi canını sıkmıştı. İşte şehirde yaşamak da bir türlü esirlikti. Halbuki dağ başında, köyde sanatı geçmezdi. Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden ibaret olan yatakçığına uzandı.
Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:
– Kim o? diye haykırdı.
– Aç, çabuk..."
Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu. O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı. Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu dizdarbaşı'yı gördü. Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. “Ne var?” der gibi yüzlerine baktı. Dizdarbaşı:
– Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali şaşkınlıkla sordu:
– Niçin?…
– Bu gece Budak Bey'in mandırasında hırsızlık olmuş.
– Ee, bana ne?…
– Onun için işte dükkânı arayacağız.
– O hırsızlıktan bana ne?
– Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler. Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.
– Bana ne?…
– O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk… Sonra… Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!
Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine baktı. Gerçekten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı bekçi:
– Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun? dedi.
Koca Ali yine verecek bir karşılık bulamadı. Önüne baktı:
– Arayın… diyerek geri çekildi. Bekçiyle yamakları dükkâna
girdiler. Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı:
– Ay! İşte, işte…
Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne bakıyorlardı. Dizdarbaşı hiddetlenerek sordu:
– Çaldığın paraları nereye sakladın?
– Ben para çalmadım.
– İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.
- Bu deriyi ben buraya koymadım.
– Ya kim koydu?
– Bilmiyorum.
Koca Ali öyle uzun boylu konuşmazdı. Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da, gece geç saatte köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Bekçilerin bulduğu bütün kanıtlar aleyhine çıkıyordu. Budak Bey'in yeni sattığı beş yüz koyunun parası da mandıradan çalınmıştı. İki güçlü hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı. Sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı. Ertesi gün hakimin önünde bu çoban, hırsızın birini Koca Ali'ye benzettiğini söyledi. Gece geç saate kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali'nin suçlanmasına yetti. Ne kadar inkâr etse hırsızlık suçunu silemiyordu. Üstelik nereden geldiği, nereli olduğu da belli değildi.
Sol kolunun kesilmesine karar verildi.
Koca Ali bu kararı duyunca, ömründe ilk kez sarardı. Dudaklarını ısırdı. Karara boyun eğmekten başka yolu yoktu… Sendeleyerek ayağa kalktı. Hakime dik bir sesle:
– Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu.
Bu, ömründe onun ilk dileğiydi. Ama yaşlı yargıç hak yemez biriydi.
– Hayır oğlum, dedi. Sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin, o zaman kafan giderdi. Ceza suça göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kesilecek. Hak böyle istiyor. Şeriatın kestiği yer acımaz…
"..."
......
Koca Ali'nin kolu kafasından çok değerliydi. Çeliğe “çifte su”yu bu iki koluyla veriyor, bu iki eliyle serhatlerde dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları kıran, ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu.
Onu, Ağa kapısında dizdarların odası altına kapattılar. Kısas gününü burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç vuramayacağını düşünerek, mabudu ölen bir mümin matemini duyuyordu. Kolunun diyetini verecek on parası yoktu… Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.
Bütün kent halkı, Koca Ali gibi mahir bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu kadar yakışıklı, mert, çalışkan, güçlü, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz gönüller bile dayanamıyordu.
İşte herkes onu seviyordu.
Sipahiler onlara çok ucuza kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler. Kentin en büyük zengini Hacı Mehmet'e başvurdular; bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu halde son derece cimriydi. Hâlâ şehrin pazar yerinde küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu. Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratını ekşitti. Başını salladı: Ama sipahilerle hoş geçinmek lazımdı.
– Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu için diyet veririm. Ama bir şartla...
– Ne gibi? diye sordular.
– Varın kendine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana, hiç para almadan hizmetçilik, çıraklık etmeye razı olursa…
– Pekâlâ, pekâlâ…
Sipahiler, Ağa kapısına koştular. Hacı Kasap'ın önerisini Koca Ali'ye söylediler. O, önce “kasaplık bilmediğini” ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyordu. Sipahiler:
– Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar savaş gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu yere yatırıp kesemez misin? diye üstelediler. “Kula kul olmak”, fani dünyada “birisine minnettar kalmak” azapların en ağırıydı.
O daha çok gençken, vezir amcasının lütfunu bile çekememiş, gönül borcu altında kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi kör talihi, onu bak kime köle edecekti? Sipahiler:
– Hacı'nın yaşı yetmişi aşmış… Zaten daha ne kadar yaşar ki… O ölünce yine sen hür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme! diyorlardı.
***
Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini hakime saydığı gün Koca Ali'yi arkasına taktı. Dükkânına getirdi. Bu adam pek titiz, pek huysuz, gayet berbat bir ihtiyardı. Hiç durmadan dır dır söylenirdi. Cimriliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Koca Ali'yi eline geçirince hemen dükkânının köşesinde bir set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama her şeyi… Sabah namazından beş saat önce kentten iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona sattırıyor… ta akşam namazına kadar durmadan emirler veriyordu. Zavallıya yedirdiği, içirdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatmadan ertesi sabah için koyun getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona temizletti.
Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar sıkıntıya yıllarca göğüs gerebilecekti. Ama Hacı Kasap'ın ikide bir:
– Ulan Ali!… Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!… diye yaptığı iyiliği tekrarlamasına dayanamıyordu. Bir gün, iki, üç gün dişini sıktı. Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında elpençe divan durdu. Yine:
– Kolunun diyetini ben verdim.
– …
– Şimdi çolak kalacaktın, ha…
– …
– Benim sayemde kolun var.
– …
Hacı Kasap bu sözleri âdeta “aferin” dercesine diline pelesenk etmişti. Her buyruğunun yerine getirilmesinden sonra kır sakallı, çirkin, sıska yüzünü ekşiterek, mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer, “Aklında tut, benim esirimsin!” der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, yüreğinin parçalandığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et keserken, “Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünüyor, hiçbir şeye karar veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek azla yetinip, gururun mutluluğu için yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?
Kaçmayı namusuna yediremiyordu.
İşte o vakit gerçekten hırsızlık etmiş olacaktı.
Fakat bu herifin ikide bir de yaptığını başa kakmasına tahammül ölümden pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı…
***
Hacı Kasap'a köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine “Ne yapacağım, ne: yapacağım?” diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı.
“Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünmeye öyle dalmıştı ki, kasabın geldiğini duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:
– Ne yapıyorsun be?…
Döndü. Efendi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu:
– Bıçakları biliyorum, dedi.
– Hay tembel miskin hay!… Sabahtan beri ne yaptın?
Ses çıkarmadı. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere kırpmadan baktı, baktı. İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:
– Ne yapıyorsun?
– …
Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş yıllık hizmetini durup dinlenmeden gördüğü halde onu yine “tembel, miskin” diye kötülemekten sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine yüreği parçalanır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çeneleri kilitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl dayanmıştı? Şaşırdı. Hacı Kasap çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı:
– Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! dedi. Ben olmasaydım şimdi çolak kalacaktın…
Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi ki… o anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı Kasap'ın önüne "Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi!" diye hızla fırlattı. Sonra esvabının kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.
Onun vaktiyle geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de şehirde kimse öğrenemedi.
1918