Yemekten sonra sıcak, parlak ışıklarla aydınlatılmış yemek salonundan çıkıp geminin güvertesine geldiler; tırabzanların yanında durdular. Kadın gözlerini kapadı, avucunu yanağına bastırdı ve güldü. Bu çekici kadının gülüşü sade ve güzeldi; diğer başka her şeyi gibi.
“Sanırım sarhoş oldum,” dedi. “Siz nereden çıkıp geldiniz? Üç saat öncesine kadar sizin varlığınızdan haberim bile yoktu. Bu gemiye nereden bindiğinizi bile bilmiyorum. Samara’dan mı? Neyse, sanırım bir önemi yok… Benim başım mı dönüyor, yoksa gemi mi dönen?”
Karanlık ve uzak ışıklar önleri sıra uzanıyordu. Derken ışıklar iyice kayboldu ve karanlığın içinden yoğun, tatlı bir meltem gelip yüzlerine çarptı. Gemi yön değiştirmiş – sanki gururla Volga’nın ne kadar geniş olduğunu gösterircesine büyük bir kavis çizerek- ve küçük bir limana yanaşıyordu.
Teğmen kadının ellerini tutup dudaklarına götürdü; küçük, bronzlaşmış eller güneş kokuyordu. Alaca renkli elbisenin altındaki teni hayalledi teğmen: Her bir yeri eşit derecede bronzlaşmış olmalıydı. Çünkü kadın ona Anapa’dan geldiğini, orada kumsalda, sıcak güney güneşinin altında tam bir ay geçirdiğini söylemişti. Hayalledikçe teğmenin kalbi korku ve zevkle atar hale geldi.
“Hadi gelin. Burada inelim,” dedi.
“Nereye?” diye sordu kadın. Şaşırmıştı.
“Bu limanda inelim.”
“Neden ki?”
Yanıt vermedi teğmen. Kadın sıcak yanağını tekrar eline dayadı.
“Delilik…”
“Hadi inelim,” diye yineledi teğmen. “Yalvarıyorum size.”
“İyi, pekala, “ dedi kadın dönerek, “Sizin dediğiniz olsun…”
Gemi loş bir şekilde ışıklandırılmış limana hafifçe çarpıp sendelediğinde az kalsın birbirlerinin üzerine düşeceklerdi. Palamar başlarının üzerinden geçti; motorlar gürültüyle çalışıp gemiyi iskeleye doğru ittikçe deniz sanki kaynıyormuş gibi görünüyordu. İskele tahtaları gürültüyle açılıp karaya düştüğünde teğmen çantaları almak için acele etti.
Kısacık bir sürede limandaki ‘uyuklayan’ küçük ofisten çıkmışlar, bileğe kadar batan kumlu yoldan karşıya geçip tozlu bir at arabasına binmişlerdi bile. Tek kelime bile konuşulmamıştı. Dağın eteğindeki tozlu, birkaç –o da yamuk direkli- lambanın aydınlattığı yokuşu çıktıkça yol sanki hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu. Nihayet tepeye ulaştıktan sonra taş döşeli anayoldan devlet dairelerinin, saat kulesinin, meydanın yanından devam ettiler. Hava sıcak ve bir vilayetin yaz gecesinin kokularıyla doluydu. Sürücü arabayı bir otelin ışıklandırılmış girişinde durdurdu. Açık kapıların arasından eskimiş, dik, tahta basamaklar görünüyordu. Yaşlı, sakalları uzamış, kocaman ayaklı, pembe bir gömlek ve frak giyinmiş asık suratlı bir otel çalışanı valizleri alıp basamakları çıkmaya başladı. Oldukça havasız ve hala gündüzden kalma sıcağı barındıran büyük bir odaya girdiler. Pencereler beyaz perdelerle kapatılmıştı. Şöminenin üstünde kullanılmamış iki büyük mum duruyordu. Adam valizleri bırakıp kapıdan çıkar çıkmaz teğmen ateşli bir şekilde kadına doğru fırladı ve ikisi de yıllar sonra bile hatırlayacakları bir esriklik içinde öpüşmeye başladılar. Böyle bir şeyi daha önce ikisi de yaşamamıştı.
Kilise çanları ile, otelin bitişiğindeki çarşıda alışveriş edenlerle, saman, katran ve Rus kentinin başka kekremsi kokularıyla dolu bir hava ile gelen sabah; güneşli, keyifli ve saat daha on olmasına rağmen sıcak bir sabahtı ve o zarif, adı sorulduğunda şakayla karışık söylemeyi reddeden ve kendisine “güzel yabancı” diyen o kadın da gitmişti artık. Çok az uyumuşlardı. Ama beş dakikalık bir banyodan ve giyindikten sonra yatağın yanındaki paravanın arkasından geldiğinde hala on yedi yaşındaki bir genç kız gibi dinç ve taze görünüyordu. Sıkıntılı ya da utanmış mıydı? Hayır, hiç de değil. Tersine önceki gün kadar mutlu ve kafası rahattı.
“Hayır, hayır tatlım,” diye yanıt verdi teğmen seyahati beraber yapmalarını önerdiğinde. “Sen burada kalmalı ve bir sonraki gemiyi beklemelisin. Eğer beraber gidersek her şeyi mahvetmiş oluruz. Benim için hoş olmaz. Dürüstçe söylemeliyim ki ben asla senin hayal ettiğin insana benzemiyorum. Böyle bir şey bana nasıl oldu anlamıyorum, oysa düşüncesi aklımdan bile geçemezdi. Aklımı kaybetmiş olmalıyım. Ya da ikimizi de güneş çarpmış olmalı.”
Nedense teğmen kolayca boyun eğdi bu söze ve onunla birlikte biraz da kaygısız bir şekilde limana kadar gitti. Pembe renkli buharlı gemi Samolyot* tam ayrılmak üzereydi ki yetiştiler. Kalabalığa aldırmadan güvertenin ortasında kadını öptü teğmen ve tam iskele tahtası çekilirken gemiden geri, karaya atladı.
Otele dönerken tasasız, mutlu bir ruh hali içindeydi. Fakat geldiğinde bir şeyler değişmişti. Oda biraz önce kadının içinde olduğu odadan daha farklı görünmüştü gözüne. Hala onunla doluydu ama aynı zamanda da bomboştu. Ne tuhaf! İçerisi hala onun o İngiliz parfümü kokuyor, yarısına kadar çayını içtiği fincan tepsinin ortasında duruyordu. -Gelgelelim gitmişti işte! Aniden gelip saran bir özlem ve incinmişlik içinde aceleyle bir sigara yaktı ve odanın içinde yürümeye başladı.
“Ne garip bir macera!” dedi yüksek sesle, bir yandan gülüyor bir yandan da gözlerinin dolduğunu hissediyordu. Dürüstçe söylemeliyim ki ben asla senin hayal ettiğin insana benzemiyorum. Ve ardından da çekip gitti.
Paravan yana doğru çekilmişti; daha biraz önce içinde yattıkları o yastıklara, çarşaflara bakmaya cesaret edemeyeceğini bildiği için paravanı bozulmuş yatağın önüne doğru çekti. Sokaktan geçen arabaların gıcırtılarını, pazardan yükselen insan seslerini duymamak için pencereleri kapattı. Beyaz tül perdeleri çekip kanepeye oturdu. Evet, hepsi bu: Bir gezginin macerasının sonu. Artık çok uzaklardaydı; geminin her yeri pencereli, beyaza boyanmış salonunda veya güvertede oturmuş, güneşin altında parlayan devasa nehir dalgalarına, sarı kumlardan oluşmuş sahil kıyılarına, nehirde dolaşan sallara, Volga’nın bitimsiz, parıldayan suların ufukla birleştiği uca bakıyor olmalıydı.
Hoşça kal! Bir hoşça kal dersin ve hepsi bu kadardır, her zaman ve sonsuza kadar… Tanrı bilir bir daha nerede karşılaşacaklardı? “Asla bir kocası, üç yaşındaki kızı ile normal bir yaşam sürdürdüğü bir kentte karşısına çıkmayacağım,” diye geçirdi aklından. Yasak bir kent olarak canlandı orası gözünde birden. Ve onun o yasak kentte, o yalnızlık dolu yaşamını, sık sık o kısacık birlikteliklerini, teğmenin onu bir daha görmeyecek olmamasına rağmen yine de karşılaşma ihtimalini hatırlayarak yaşadığını düşünmek… Bu düşünce teğmeni adeta sarstı. Hayır, böyle olamaz! Bu çok zalimce, imkansız ve delice bir şeydi. Hayatının manzarası –acılı, onsuz geçirdiği onca anlamsız yıl- bir anda adamı korku ve umutsuzluğun içine çekti. “Tanrı aşkına!” diye söylendi ve gözlerini paravanın arkasındaki yataktan kaçırmaya çalışarak tekrar odanın içinde volta atmaya başladı. “Ne oluyor bana böyle? Onda bu kadar ne buldum ki? Dün olanlar gerçekte neydi? Evet, bir çeşit güneş çarpması olmalı bu! Ve şimdi bu artakalmışlık içinde onsuz tek başımayım. Bugünü nasıl atlatacağım?”
Onunla ilgili her şeyi hala anımsıyordu; en küçük şeyleri, en önemsiz detayları bile-yanık teninin kokusu, elbisesini, dik vücudunu, coşkunluk dolu sesini… Tüm kadınlık cazibesi ile verdiği o enfes zevklerin izleri hala yoğun bir biçimde duruyordu teğmenin ruhunda ama o duygular da şimdiden anlam veremediği yabancı bir duygu tarafından gölgelenmekteydi. Dün kadınının peşindeyken böyle bir duygunun gelip yakasına yapışacağını asla tahmin edemezdi. Sıradan bir karşılaşma diye düşünürken, beraberken böyle bir duygunun geleceğinin tek bir işareti bile yoktu -ve şimdi ona ne hissettiğini söylemenin imkansızlığı. “Öyle bir imkanım asla olmayacak,” diye düşündü. “En kötüsü de bu. Bir daha asla onunla konuşamayacağım bile. Peki şimdi ne olacak? Atıp kurtulamayacağım hatıralar…Dindiremediğim acı…Tanrı’nın unuttuğu bu kente saplanıp kalmış, bitmek bilmeyen gün. Ve içinde onun olduğu pembe gemi uzaklaşırken suları güneşte parlayan Volga!”
Bir şekilde kendini toparlamalıydı. Zihnini bir şeyle meşgul etmeli, bir yerlere gitmeli, ilgisini çekecek bir şeyler bulmalıydı. Karalı bir tavırla şapkasını giydi, at binerken kullandığı kırbacını aldı, mahmuzları çın çın öterek hızla boş koridorlardan geçti. “İyi de nereye gidiyorum ki?” diye sordu kendine o dik ahşap merdivenleri inerken. Temiz, kolsuz bir palto giymiş genç bir sürücü sakin sakin sigarasını tüttürerek otelin kapısında bekliyordu. Teğmen ona şöyle bir baktı: “Nasıl oluyor da bu adam böyle arabasında oturup sigara içebiliyor, böylesine sakin, umarsız ve tevekkül içinde bekleyebiliyor?” Bu kentte kendini sefil, berbat durumda hisseden tek kişi ben olsam gerek,” diye geçiriyordu aklından pazar yerine doğru yürürken.
Pazar dağılmak üzereydi ve çoğu satıcı çoktan gitmişti bile. Yine de giden atların bıraktığı dışkıların arasında, salatalık yüklü araba ve kağnıların, sergilenen yeni yapılmış çanak çömleklerin arasında yürümeye devam etti. Ve her şey – salatalığın en kralı beyler! diye bağırarak kafa şişiren adamlar, yerde oturmuş ellerindeki çanak çömleği kaldırıp çatlak olmadığını göstermek amacıyla parmaklarıyla vurarak dikkatini çekmeye çalışarak yanlarına gelmesi için birbiriyle yarışan kadınlar- her şey, hepsi çok aptalca ve anlamsız göründü ve hızla bir kiliseye doğru kaçtı, içeri girdi. Koro büyük bir neşe, inanç ve görevlerini istekle yerine getiriyor olmanın farkındalığı içinde ilahi okuyordu. Buradan sonra dağın öte yamacında kalmış, bakımsızlığa terk edilmiş küçük bir bahçeye geçip daireler çizerek dolaştı. Aşağında nehrin bitimsiz uzantısı çelik gibi parıldıyordu…
Omzundaki kayışlar, düğmeler o kadar ısınmıştı ki dokunmak imkansızdı. Şapkasının içi terden sırılsıklam olmuştu. Otele dönüp aşağı kattaki serin, geniş ve boş olan yemek salonuna girince derin bir hoşnutlukla doldu içi. Aynı hoşnutluğu şapkasını çıkarıp açık pencerenin yanındaki küçük bir masaya oturduğunda da duyumsadı. Sıcağa rağmen az da olsa temiz hava giriyordu pencereden. Soğuk bir botvinya**sipariş etti. Her şey iyiydi. Her şeyde büyük bir mutluluk vardı. Sıcak bile; pazar yerinden gelen koku, bu küçük ve yabancı kent, hatta bu eski şehir oteli bile mutlukla doluydu. Ve bunların ortasında kalbi parçalara ayrılıyordu. Dört kadeh votka yuvarlayıp dereotlu turşulardan yedi biraz. Eğer bir mucize onu yarın geri getirmesine yardım etseydi, onunla bir gün daha birlikte olup her şeyi anlatmasına izin verseydi, sonrasında ölüme bile razı olacağını düşündü. Çünkü tüm istediği nasıl da büyük bir aşkla ve sefaletle onu sevdiğini göstermek, onu buna inandırmaktı… Ama ne için? Neden onu inandırsın ki? Neden her şeyi göstersin ki? Bilmiyordu ama bu kendi yaşamından bile daha değerliydi işte.
“Yaşamım tamamen alt üst oluyor,” dedi yüksek sesle ve bir içki daha koydu.
Çorba kasesini eliyle itti ve sütsüz bir kahve söyleyip, bu beklenmedik, aniden kapıldığı sevdadan kendini nasıl kurtaracağını çaresizlik içinde düşünmeye başladı. Türlü kaçış yollarını düşünebilse yine de kaçış diye bir şeyin imkansız olduğunu çok açık bir şekilde görebiliyordu. Yine birden ayağa kalkıp şapkasını, kırbacını eline aldı ve postanenin yerini sorduktan sonra aceleyle çıktı: Kafasında telgrafı yazmıştı bile: “Tüm ömrüm bugünden itibaren sizindir. Tamamen sizin. Sonsuza dek. Ben ölene kadar.”
Fakat eski, bodur bir binanın içinde olan posta merkezine yaklaştığında dehşet içinde durakaldı: Hangi kentte yaşadığını, bir kocası ve üç yaşında bir kızı olduğunu biliyordu ama ismini bilmiyordu. Akşam yemeğinde olsun otelde olsun birkaç kez sormuştu fakat yanıt vermek yerine o hep gülmüştü. Adımı veya kim olduğumu neden bilmen gerekiyor ki?
Postanenin yanı başındaki dükkanın camı fotoğraflarla doluydu. Uzun süre göz alıcı uzun favorileri, şişkin gözleri olan bir askerin resmine baktı. Kalın apoletleri vardı ve geniş göğsü tamamen madalyalarla kaplanmıştı. Mahvedilmiş bir kalbin karşısında nasıl da bu dünyadaki her şey berbat, kötücül ve bayağı bir biçime dönüşüyordu! –Evet, bunu işte şimdi anlıyordu- Güneş çarpmasının mahvettiği, fazla mutluluğun ve aşkın mahvettiği bir kalp… Yeni evlenmiş bir çiftin resmine baktı –Uzun bir frak ve beyaz kravatı ile esas duruşta bekler gibi duran asker tıraşlı genç bir adam ve kolunda ince tüllü gelinliğiyle karısı.- Bu tanımadığı, acı çekmeyen insanlara imreniyordu ve bunu onu ezdikçe ezdi; tekrar umutsuzca bir şeyler ararmışçasına caddeye yöneldi.
Peki ama nereye? Şimdi ne olacak?
Cadde tamamen boşalmıştı, tüm binalar birbirinin aynı gözüküyordu: Beyaz, iki katlı, büyük bahçeleri ama ruhu olmayan hepsi ticari ürün olan evler. Kalın, beyaz bir toz tabakası sokak kaldırımlarını kaplamıştı, hepsi de çıkmaz sokaktı ve hepsi de yakıcı, keyifli güneş ışıklarının altında sözlerle tarif edilemeyecek kadar anlamsızdı. Cadde uzunca bir süre gittikten sonra yükseliyor ve sonra birden alçalıyordu; sanki bulutsuz gökyüzüne boyun eğer gibi. Caddeden yansıyan parlaklık sayesinde ufuk gri bir renge bürünüyordu. Bu ona Sivastopol, Kerç, Anapa gibi güney illerini hatırlattı. Teğmen daha fazlasına dayanamıyordu; tökezleyerek, sendeleyerek, ışığın şaşılaştırdığı gözlerle bastığı yeri görmeye çalışarak geldiği yöne doğru sersem sepelek yürümeye başladı.
Otele geldiğinde Türkistan’da ya da Sahara’da yüzlerce kilometre yürümüş biri gibi bitip tükenmişti. Gücünün son damlasını da kullanarak büyük ve boş odasına tekrar girdi. Oda temizlenmişti. Komodinin üstünde unutulmuş saç tokasından başka ona ait olan ne varsa silinmişti. Ceketini çıkarıp aynada kendine baktı. Bıyıkları beyazlamış ve yüzü güneşten yanmıştı, hafifçe maviye bulanmış göz akları kararmış teninde dikkat çekiyordu. Sıradan bir subayın yüzüydü ama şimdi bezgin ve dağılmış gözüküyordu. İnce beyaz gömleğinden, gömleğin küçük kolalarından hem gençlik hem de derin bir hüzün akıyordu. Yatağa sırt üstü uzandı, tozlu botlarını yatağın ucundaki demire dayadı. Açık pencerelerdeki perdeler arada bir odaya giren, kavrulan metal bina çatılardan taşıdığı sıcakla daha da sıcaklaşan– etrafını saran tüm sessiz, parlak ve cansız dünyadan da gelen sıcaklık- hafif meltemlerle hışırdıyordu. Ellerini başının altına yerleştirdi ve gözlerini karşıya dikti. Dişlerini sıkıp gözlerini yumdu; ılık yaşların yanaklarından süzüldüğünü hissediyordu. Sonunda uykuya daldı.
Uyandığında akşam olmuştu, kızıl-sarı güneş perdelerin arkasında duruyordu, meltem kesilmişti, oda bir fırın kadar sıcak ve kuruydu. Bu sabah ve dün belleğinde yeniden canlandığında sanki her şey on yıl önce yaşanmış gibi göründü birden.
Acele etmeksizin kalktı ve yıkandı, perdeleri açtı, bir semaver çay ile hesabının getirilmesini istedi. Bir fincan limonlu çay içti. Ardından da bir araba istedi, valizlerini kapının önüne koydu, arabanın paslı, güneşte kavrulan koltuğuna oturduğunda valizlerini taşıyan adama beş ruble uzattı.
Sürücü neşeli bir şekilde “Sanırım dün gece sizi buraya getiren de bendim,” dedi dizginleri eline alırken.
Limana geldiklerinde Volga’nın üzerindeki yaz akşamı göğü çoktan koyu mavi karanlığa gömülmüştü. Nehir kenarı boyunca bolca asılmış farklı renkte lambalar yanıyordu, daha büyük lambalar ise yaklaşan buharlı geminin direklerinde asılıydı. Övünürcesine “Tam zamanında geldik,” dedi sürücü.
Teğmen ona da beş ruble bahşiş verdi, biletini aldı ve iskele tahtasına yürüdü. Her şey önceki gün gibiydi: Rıhtıma hafifçe çarpışı geminin ve küçük bir sersemleme, havada savrulan halatın birkaç saniyelik görüntüsü, geri vitese takılan motor, pervanelerden ileri doğru hareket eden nehir, gemi rıhtıma doğru hareket ettikçe kaynar gibi fokurdayan sular…Gemi bu sefer umulmadık şekilde hoş göründü: Güçlü ışıklarla aydınlatılmış güvertesi insanlarla doluydu, mutfaktan gelen yemek kokuları etrafı sarmıştı.
Kısa bir zaman sonra nehirle birlikte hepsi götürülüyordu işte, tıpkı onun da götürüldüğü gibi.
Yaz akşamı uzaklarda iyice kararmıştı: Yorgun bir kızıllık büyüdü, sudaki renkle soldu, titreyen dalgalar birbirinin ardından tek tük de olsa göründü ve arkalarında batan güneşin izlerini sildi – ve etrafı dolduran lambaların ışıkları çökmekte olan karanlığın içinde uzadıkça uzadı…
Teğmen güvertede tentenin altına oturdu; on yıl yaşlanmış hissediyordu.
*Samolyot: Buharlı geminin adı. Rusça’da Uçak anlamına gelir.
**Botvinya: Daha çok yazın yapılan ve soğuk servis edilen bir çeşit Rus çorbası.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder