ÖNSÖZ
Burada
çevirisini verdiğimiz Burun, Fayton ve Palto, Gogol'un "Petersburg
Öyküleri"nin en güzelleridir ve Gogol'un dehasının bütün özelliklerini en
iyi gösteren örneklerdir. Gogol, Burun'u 1833'te yazmaya başladı. 1835'te ilk
biçimini vererek bitirdikten sonra "Moskovski Nablüdatel" dergisine
gönderdiyse de derginin yönetmeni, öyküyü bayağı bulduğu için geri verdi. Ama
bu öykünün sanat güzelliğini, yergi değerini hemen anlayan Puşkin, 1836'da,
yönettiği "Savremennik" dergisinde Burun'u yayımladı. Ayrıca şöyle
bir not koydu: "N. V. Gogol uzun süre bu şakanın basılmasını istemedi; ama
biz, bu öyküde öyle şaşırtıcı, akla sığmaz, neşeli, özgün şeyler bulduk ki öykünün
elyazmasının bize verdiği zevki okuyucularımızla paylaşmaya razı olması için
kendisini güçlükle kandırabildik." 1835'te yazılmış olan Fayton'un ana
düşüncesi yaşamdan alınmıştır. Gogol'un Viergorski adlı, dalgınlığıyla ünlü bir
tanıdığı varmış. Bir gün Petersburg'daki bütün diplomatları şölene çağırmış,
ama o gün şöleni unutarak kulübe yemeğe gitmiş; geç vakit evine döndüğünde
şöleni anımsamış. Ertesi gün özür dilemek için bir gün önce resmi
üniformalarıyla evine gelmiş olan yüksek konumdaki konuklarını birer birer ziyaret
etmiş. Herkes bu adamı sevdiği, dalgınlığını bildiği için onu hoş görmüşler.
Yalnızca Bavyera Elçisi kendisiyle her türlü ilişkisini kesmiş. Puşkin,
Fayton'u okuduktan sonra Pletnev'e yazdığı bir mektupta, "Gogol'a öyküsü
için çok teşekkür ettiğimi bildirin." demiştir. Öykü 1836'da
"Savremennik" dergisinde basıldı. Bu öyküde Gogol'un içinde yaşadığı
topluluğun bütün özelliklerini, inceliklerini görme yeteneği olduğu gibi ortaya
çıkıyor. Bu gibi incelikleri her insan, her dakika çevresinde görür, ama bunları
ancak bir Gogol ortaya koyabilir." Palto konu, teknik, yergi bakımından
Gogol'un en önemli öyküsüydü. Öykücü burada Eski Rusya'nın bilgisizliğine,
adaletsizliğine karşı duyduğu tiksintiyi bütün gücüyle belirtmektedir. Akakiy
Akakiyeviç'in tragedyası, XIX. yüzyılda Rus insanının, bütün küçük insanların
tragedyasıdır. Belinski haklı olarak Gogol'a "gündelik yaşamın şairi"
demiştir. Ama Gogol, Palto'da yalnızca gündelik yaşamın şairi olarak değil,
küçük insanların, küçük yaşamların şairi olarak kendini gösterir. Gogol'un bir
çağdaşı olan P. V. Annenkov, bu öyküdeki ana düşüncenin nasıl doğduğunu
anlatır: "Bir gün Gogol'un yanında ava çok meraklı zavallı bir memurun
öyküsü anlatıldı. Bu memur, bin bir sıkıntıyla biriktirdiği 200 rubleyle güzel
bir av tüfeği almış. Yeni tüfeğiyle ilk ava çıktığı gün bir sandala binmiş. Ama
tüfek nasılsa suya düşüvermiş. Memur evine döndüğünde yatağa düşmüş. Büyük bir
üzüntü içinde günlerce yatmış. Ancak arkadaşları, aralarında para toplayarak
ona yeni bir tüfek aldıkları zaman iyileşip yataktan kalkmış. Bu öyküyü
dinleyenlerin hepsi kahkahalarla güldüler. Yalnızca Gogol gülmedi; uzun süre
düşünceli kaldı. Palto'nun ilk düşüncesi, işte o gün doğmuştu. Bu öykü 1834'te
anlatılmıştı. Gogol bunun üzerinde çok çalıştı, aradan sekiz yıl geçtikten
sonra Palto yayımlandı. 1842'de ilk yayımlandığında soylular öyküyü iyi
karşılamadılar. O zaman, büyük bir memur olan Kont Strogov şöyle demişti:
"Şu Gogol'un 'Palto'su ne korkunç bir öykü. Bu köprüdeki hayalet,
hepimizin paltolarımızı sırtımızdan çıkarır. Bu öyküyü okurken artık durumumu
siz düşünün." Buna karşılık öykü, yenilik isteyenler arasında büyük bir
ilgi ve coşku uyandırdı. Rus yazınının asıl özelliklerini oluşturan o küçük
insanlara beslenen sevgi, toplumun ürünü olan o boş, saçma adamlara karşı
duyulan acıma, ilk kez bu öyküde görülür. Palto'nun Dostoyevski, Tolstoy ve
Çehov üzerinde büyük etkileri olmuştur.
BURUN
I
25
Martta Petersburg'da pek tuhaf bir olay oldu. Vosneçenski Caddesi'nde oturan
berber İvan Yakovleviç (soyadı zamanla unutulmuştu; dükkânının tabelasında bile
yazılı değildi; yüzü sabunlanmış bir adamı gösteren bir resmin yanında yalnızca
şu yazı okunabiliyordu: "Hacamat (1) da yapılır.") o sabah, oldukça
erken uyandı. Uyanır uyanmaz da sıcak bir ekmek kokusu duydu. Yatağında hafifçe
doğruldu; bir de baktı ki, kahve tiryakisi olan sayın eşi ocaktan taze pişmiş
ekmekler çıkarıyor. - Praskovya Osipovna, dedi, ben bugün kahve içmeyeceğim.
Sen bana biraz soğanla biraz sıcak ekmek ver, yeter. Daha doğrusu, ikisinden de
vazgeçemiyordu. Ne kahveden, ne soğan ekmekten; ama bunun olanaksız olduğunu da
biliyordu. Praskovya Osipovna böyle bir şeye razı olur muydu hiç? Karısı kendi
kendine, "Ziftin pekini ye, musibet," diye düşündü,; "Pek iyi!
Kahve bana kalır..." Masanın üstüne bir ekmek attı. İvan Yakovleviç,
kibarlığı gereği, gömleğinin üstüne bir setre (2) geçirdi; sonra da kalktı,
masaya kuruldu. Biraz tuzla iki baş soğan hazırladı. Bıçağı aldı, kurumlu bir
tavırla ekmeği kesmeye koyuldu. Somunu orta yerinden ikiye böldü, ortasına bir
göz attı, içinde beyazımtırak bir şey vardı; şaşırdı birdenbire. Bıçağıyla
usulca beyaz şeyi kurcaladı, sonra, biraz, parmağıyla dokundu. Kendi kendisine,
"Katı bir şey! Ne olabilir acaba?" diye düşünüyordu. Parmağını soktu,
o şeyi çıkardı: - Aaa! Bir burun! İvan Yakovleviç'in kolları yanına düştü;
gözlerini oğuşturdu, parmağıyla bir daha dokundu. Burundu işte; bal gibi
burundu. Üstelik tanıdık bir buruna benziyordu. İvan Yakovleviç'in yüzü dehşet
içinde kaldı. Ama bu dehşet karısının öfkesi yanında bir şey değildi. Kadın,
avaz avaz bağırıyordu: - Nereden kestin bu burunu, canavar? Ahlaksız! Sarhoş
herif! Seni polise, kendim gidip haber vereceğim. Haydut herif! Şimdiye dek üç
kişi oldu, gelip bana söylediler; tıraş ederken burunlarını koparacak gibi
çekiyormuşsun. Ama İvan Yakovleviç bunları dinleyecek durumda değildi; şimdi o,
ölümle dirim arası bir durumdaydı. Anımsamıştı çünkü; bu burun şube müdür
yardımcısı Kovalev'in burnuydu; pazar ve çarşamba günleri tıraş ettiği
Kovalev'in. - Sus sus Praskovya Osipovna, dedi, ben şimdi onu bir beze sarar
bir köşeye saklarım. Hele birkaç gün kalsın orada, sonra götürürüm. - Yok, yok,
dünyada istemem. Odamda, kesilmiş bir burun saklanmasına izin vereceğim ha?
Hımbıl! Ustura bilemekten başka bir şey öğrenmemiş ki; hiçbir işe aklı ermiyor.
Serseri! Kopuk! Senin yüzünden polislik mi olacağım? Hay kabak hay, hay odun
hay! Şuna bakın hele! Al götür, nereye götüreceksen. Bir daha sözünü bile
duymayayım. İvan Yakovleviç tam anlamıyla serseme dönmüştü. Düşünüyor, düşünüyor,
bir türlü içinden çıkamıyordu. Ensesini kaşıyarak: - Bu nasıl oldu acaba, gel
de çık işin içinden, dedi. Acaba dün akşam eve sarhoş mu döndüm, ayık mı? Ama
ne olursa olsun, akla durgunluk verecek bir olay! Bir kez ekmek... Öyle bir şey
ki pişiyor. Halbuki burun... Bambaşka bir şey. Olanaksız! Deli olacağım. İvan
Yakovleviç sustu. Düşünmeye başladı: şimdi polisler gelip evinde bu burnu
bulacaklar, onu suçlu sayacaklardı. Bu düşünceyle kafası büsbütün karıştı.
Polislerin kırmızı yakalarını, giysilerindeki süslü işlemeleri, bellerindeki
kılıçları daha şimdiden görür gibi oluyordu. Eli ayağı titremeye başladı.
Pantalonuyla çizmelerini aldı, bütün yıpranmış giysilerini giydi. Praskovya
Osipovna'nın bitip tükenmek bilmeyen dırıltıları arasında burnu bir beze sardı;
sokağa çıktı. Bezi bir yere bırakmak istiyordu; artık neresi olursa; bir taşın
altı mı olur, yoksa bir kapının yanı mı? Ya da bir köşede dalgınlıklaymış gibi
düşürür de başka bir sokağa mı dönüverirdi? Ama tersliğe bakın ki, sokağa
çıkmasıyla ensesinde bir takım dostlarının bitivermesi bir oldu. Bunlar hemen
kendisini sorguya çekmeye başladılar: "Nereye gidiyorsun?" gibi bir
takım anlamsız sorular. Öyle ki, İvan Yakovleviç bu durumda hiçbir fırsat
bulamadı. Sonunda, elindeki bezi düşürmeyi başardı; ama görüldü. Uzaktan, bir
polis memuru, mızrağıyla işaret ederek sesleniyordu: "Hey! Bir şey
düşürdün, al onu!" İvan Yakovleviç ister istemez eğildi, burnu alıp cebine
koydu. Sokakta kalabalığın gittikçe arttığını, mağazaların, dükkânların birer
ikişer açıldığını gördükçe bu işten bütün bütün umudunu kesmeye başlamıştı.
Sonunda, İsakiyef köprüsüne gitmeye karar verdi. Belki orada bir pundunu bulur,
burnu Neva'ya atabilirdi. Ama ben yanlış yaptım. Birçok noktadan saygı değer
bir adam olan İvan Yakovleviç konusunda size daha birkaç söz söylemeliydim.
İvan Yakovleviç, bütün namuslu Rus esnafı gibi, gece gündüz içerdi. Her gün
yabancıları tıraş ederdi de kendi sakallarını kesmezdi. Frakı (çünkü İvan
Yakovleviç kaftan giymiyordu) alacalı bulacalıydı, daha doğrusu siyahtı da
üzerinde tarçın sarısı ve kurşuni benekler vardı; yakası pırıl pırıldı. Üç
düğmesi kopmuş, yerlerinde yalnızca iplikleri kalmıştı. Tam anlamıyla utanmaz
bir adamdı. Şube müdür yardımcısı Kovalev her tıraşta ona "Ellerin de hep
kötü kötü kokuyor, İvan Yakovleviç!" der, o da, "Neden kokuyor
acaba?" diye yanıtlardı, "Ne bileyim, birader, kokuyor işte."
Bunun üzerine İvan Yakovleviç, bir tutam enfiye çeker, Kovalev'in yüzünü
sabunlamaya başlardı. Yanaklarını, kulaklarının arkasını, dudağının üstünü,
çenesinin altını, kısacası neresi aklına eserse. Sayın yurttaş, sonunda,
İsakief köprüsüne geldi. İlkin sağa sola şöyle bir göz attı. Sonra köprünün
parmaklığına yanaştı. Orada, köprünün altından geçen balıklara bakıyormuş gibi
yapıp, beze sarılı burnu yavaşça ırmağa bıraktı. Sanki üstünden bin çeki yük
kaldırmışlardı; yüreği öyle hafifledi ki; güldü bile. Müşterilerini tıraş
etmeye gidecek yerde, kapısında, "Her Türlü Yiyecek ve İçecek" yazılı
bir dükkândan içeri girdi; bir bardak punç isteyecekti. O aralık, birdenbire,
mahallenin polis komiserinin köprü başında durduğunu gördü. Adamın, geniş
favorileri, üç köşeli şapkası, belindeki kılıcıyla, kibar bir durumu vardı.
Korkudan, berberin her yanından soğuk bir ter boşandı. Komiser, eliyle ona
işaret ederek: - Gel bakalım buraya, ahbap! dedi. Yol yordam nedir pek iyi
bilen İvan Yakovleviç, kasketini ta uzaktan çıkararak komiserin yanına koştu: -
Günaydın, efendimiz! - Hayır, hayır; efendimiz falan yok şimdi. Söyle bakayım,
biraz önce ne yaptın şurada? Köprünün üstünde? - Vallahi efendim, müşterilerimi
tıraş etmeye gidiyordum; yalnızca, biraz durdum da, sular hızlı mı akıyor yoksa
yavaş mı, ona baktım. - Yalan söylüyorsun, yalan! Bununla yakayı kurtaramazsın.
Söyle doğrusunu. İvan Yakovleviç: - Yüce kişiliğinizi haftada iki kez; ne
ikisi, üç kez, hiç kusursuz tıraş etmeye hazırım, diye yanıt verdi. - Hayır
dostum, saçma şeyler bunlar. Üç tane berberim var benim; beni tıraş etmeyi
kendileri için onur sayarlar; sen onu bırak da, ne yapıyordun biraz önce
şurada, onu söyle. İvan Yakovleviç sarardı... Ama öykü burada kalın bir bulut
tabakasıyla kapanır. Bundan sonra ne olduğu konusunda da hiçbir şey bilinmez.
II Şube müdür yardımcısı Kovalev, oldukça erken uyandı. Uyanır uyanmaz da
dudaklarıyla "Bırr... Bırr..." yapmaya başladı. Nedenini kendisi de
bilmezdi ama her uyanışında böyle yapardı. Gerindikten sonra masanın üstünde
duran küçük aynayı kendisine vermelerini buyurdu. Dünden beri burnunda oluşan
sivilceye bakacaktı. Aynayı eline alınca, şaşkınlıkla, burnunun yerinde bir
düzlükten başka bir şey olmadığını gördü. Aklı başından giden Kovalev, su
getirtti, bir peşkirle gözlerini ovaladı; gerçekten de burnu yoktu. Eliyle bir
daha dokundu; sonra, düş falan olmasın diye kolunu çimdikledi; ama, hayır!
Galiba gerçekti. Şube müdür yardımcısı Kovalev yatağından atladı, silkindi:
burun gene yerinde yoktu. Hemen giysilerini istedi; doğru, merkeze, polis
müdürünü görmeye koştu. Fakat bu arada Kovalev için birkaç söz söylemek gerek.
Birkaç söz söylemeli ki, okur ne biçim bir adamla karşılaştığını anlasın.
Diplomalı şube müdür yardımcılarıyla bu meslekte Kafkasya'dan yetişmiş olanlar,
kesinlikle birbirleriyle karşılaştırılamaz. Bunlar birbirinden tümüyle farklı
iki sınıftır. Mesleğe bilim yoluyla... Yok yok, susayım daha iyi. Çünkü bu
Rusya acayip bir ülke. Hangi şube müdür yardımcısından söz edersek edelim,
Riga'dan Kamçatka'ya dek, bütün şube müdür yardımcıları kendi üzerlerine
alınırlar kesinlikle. Hoş bu bütün meslekler, bütün konumlar için böyledir ya.
Kovalev, Kafkasya'dan yetişme bir şube müdür yardımcısıydı. Bu konumu hak edeli
daha iki yıl olmuştu; bundan dolayı, bunu hiçbir zaman unutmazdı. Kendisinden
söz ederken öyle yalnızca şube müdür yardımcısı demezdi. Yanına bir de
"Binbaşı" (3) katarak kendisini biraz daha ağır satmaya çalışırdı.
Örneğin, sokakta gömlek satan bir kadına raslar, ona şöyle derdi: "Dinle
güzelim, git evime dek; evim Sadovaya'dadır. 'Kovalev binbaşı burada mı
oturuyor?' diye sor. Kime sorarsan gösterir." Eli yüzü düzgün bir kadın
görünce, ona da alçak sesle bir şey söyledikten sonra, şöyle sürdürürdü
konuşmasını: "Şekerim, Kovalev binbaşının evi de, yeter." Onun için,
kendisinden söz ederken, bundan sonra hep "Binbaşı" diyeceğiz.
Kovalev binbaşının Nevski caddesinde her gün şöyle bir dolaşmak âdetiydi. Gömleğinin
yakası her zaman apak, her zaman kolalıydı. Favorileri, il ya da ilçe kadastro
memurlarının, mimarların ve askerî hekimlerin favorilerine benzerdi. Bu
adamların hepsi, ayrı ayrı işler görürler; ama hepsinin, ortak bir yanları
vardır. Hepsi tombalak al yanaklıdırlar. Hepsi, pek güzel boston oynarlar.
Favorileri yanaklarının orta yerinden başlar, ta burunlarına dek gider. Kovalev
binbaşı, üzerinde birçok mühür taşırdı. Bunların kimileri armalıydı.
Kimilerinde de çarşamba, perşembe, pazartesi gibi günler kazılıydı.
Petersburg'a iş için gelmişti. Onuruyla uyarlı bir konum bulmak için.
Becerebilirse bir vali yardımcılığı alacak, beceremezse, uygun bir bakanlıkta
bir şube müdürlüğü falan uyduracaktı. Kovalev binbaşı evliliğe karşı değildi;
ama bir koşulla: evleneceği kadın, hiç değilse iki yüz bin rublelik bir çeyiz
getirmeliydi. Şimdi okur, binbaşının o oldukça güzel burnunun yerinde bu
anlamsız boşluğu gördüğünde ne duruma geleceğini kendiliğinden kestirebilir.
Aksi gibi görünürde bir tek araba yoktu. İster istemez yaya gidecekti.
Paltosuna büründü; yüzünü de, burnu kanıyormuş gibi, mendiliyle kapadı. - Belki
de bana öyle geldi, diye düşünüyordu. Durup dururken adamın burnu düşer mi? Bir
daha aynaya bakmak niyetiyle bir şekerci dükkânına doğru yürüdü. Allahtan,
şekercide hiç kimse yoktu. Çıraklar ortalığı topluyor, iskemleleri
yerleştiriyorlardı. Kimi de, daha hâlâ gözlerinden uyku akarak, sepetlerin
içinde sıcak börekleri götürüyorlar, masaların üzerinde geceden kalmış üzerleri
kahve lekeleriyle dolu gazeteleri topluyorlardı. - Çok şükür, kimse yok, dedi;
şimdi iyice bir bakayım suratıma. Sıkılgan bir tavırla aynaya doğru yürüdü,
baktı; yere tükürerek: - Allah Allah! diye söylendi; bu ne ürkütücü şey böyle!
Burun yerine başka bir şey olsa yüreğim yanmayacak; ama hiçbir şey yok!
Öfkesinden dudaklarını ısırarak şekerciden çıktı. Bugüne dek yapmadığı bir
şeye, kimsenin yüzüne bakmamaya, kimseyle konuşmamaya karar verdi. Ansızın, bir
evin kapısında donmuş gibi durdu. Gözlerinin önünde anlatılmaz derecede tuhaf bir
olay olmuştu. Kaldırımın yanında bir araba durdu; kapısı açıldı, içinden
üniformalı bir efendi atladı; iki büklüm, hızla merdivenlerden yukarı çıktı.
Kovalev, bu adamın tastamam kendi burnu olduğunu görünce, korkudan,
şaşkınlıktan ne duruma geldi, siz düşünün artık. Bu ürkünç sahne karşısında,
çevresinde, bütün dünya fırıl fırıl döndü. Öyle ki, düşmemek için kendisini güç
tuttu. Bir bunalım içindeymiş gibi zangır zangır titreyerek, arabasına
dönünceye dek bu efendiyi beklemeye karar verdi. İki dakika sonra, burun
yeniden göründü. Efendinin sırtında sırma işlemeli, dik yakalı bir giysi;
ayağında güderi bir pantolon; belinde de bir kılıç vardı. Tüylü şapkasından
Danıştay üyesi olduğu anlaşılıyordu. Davranışları, her şeyi, ziyarete gittiğini
gösteriyordu. Sağına soluna baktıktan sonra, arabacıya, "Yanaş!" diye
buyurdu; arabaya bindi ve yola koyuldular. Zavallı Kovalev deli olacaktı.
Böylesi hiç başına gelmemişti. Daha dün gece yerinde duran bir burun, -yürümez,
etmez- nasıl oluyordu da bugün üniformalar içinde çıkıyordu karşısına?
Gerçekten, nasıl oluyordu bu? Yeniden arabanın peşinden koşmaya başladı.
Bereket versin araba pek uzağa gitmemiş, Gostini Dvor'un önünde durmuştu.
Koştu; bir sıra yaşlı dilenci kadının arasından geçti. Kadınların bezlerle
sarılı suratlarında tek gözlerinden başka bir şey görünmüyordu. Bir zamanlar
bununla alay ederdi. Sokak ıssızdı. Kovalev'in kafası öyle karmakarışıktı ki,
ne yapacağını, neye karar vereceğini bir türlü bilemiyordu. Gözleri fıldır
fıldır, köşe bucak, efendiyi arıyordu. Sonunda gördü. Bir dükkânın önünde
ayakta duruyordu. Burnun yüzü, yüksek dik yakasının içinde yitmiş gibiydi.
Dikkatli dikkatli eşyaları gözden geçiriyordu. Kovalev: - Şimdi nasıl
yanaşmalı? diye düşündü. Durumuna, tavrına, şapkasına, giysisine bakarsan bir
Danıştay üyesi. Ne yapsam bilmem ki!.. Hafif tertip öksürerek, Danıştay
üyesinin sağında, solunda dolaşmaya başladı. Fakat, burun hiç istifini
bozmuyordu. Sonunda, Kovalev, o da güçbelâ, bütün cesaretini toplayarak: -
Efendim!.. diyebildi, efendim!.. Burun, dönerek: - Ne istiyorsunuz? diye sordu.
- Şaşılacak bir şey, efendim... Öyle sanıyorum ki... Yerini siz bileceksiniz;
sizi de ansızın gördüm; nerede?.. açık söyleyin ki... - Af buyurun, ama neden
söz ettiğinizi anlayamıyorum. Açıklar mısınız? Kovalev "Nasıl
anlatsam?" diye düşündü, sonra kafasını toplamaya çalışarak: - Şu kesin
ki, diye başladı, şu kesin ki... Önce kendimi tanıtayım. Bendeniz Kovalev
binbaşı. Şu anda burunsuzum. Benim gibi bir adamın burunsuz gezmesinin hoş bir
şey olmayacağını kabul edersiniz. Voskresenski köprüsünde portakal satarak
geçinen bir kadın için burun önemli olmayabilir. Ama benim için öyle mi ya? Ben
ki, gelecekle ilgili büyük düşünceleri olan, ayrıca, birçok önemli ailenin
evine girip çıkan, birçok hanımefendiyle tanışıklığı olan, örneğin Bayan
Çehtareva ile, o bir Danıştay üyesinin karısıdır, onlarla, ayrıca birçok
hanımefendiyle düşüp kalkan bir insanım; siz düşünün artık... Ne yapacağımı
bilmiyorum, efendim. (Kovalev binbaşı bu sözü söylerken omuzlarını
kaldırmıştı)... Bağışlayın... Bağışlayın ama... Biraz da namus ve onur
kuralları düşünülerek davranılacak olursa... Anlıyorsunuz, değil mi? Burun: -
Kesinlikle hiçbir şey anlamıyorum, diye yanıt verdi. Daha açık söyleyin.
Kovalev bütün kurumunu takınarak: - Sözlerinizi nasıl karşılamak gerek,
bilmiyorum efendim, dedi. Sorun, sanırım, yeterince açık... Daha mı açık
söyleyeyim istiyorsunuz? Hay hay!.. Siz benim burnumsunuz. Burun, binbaşıyı
tepeden tırnağa süzdü; biraz kaşlarını çatarak: - Aldanıyorsunuz, beyefendi,
diye yanıt verdi; ben kendimim. Hem, sizinle benim aramda hiçbir sıkı ilişki
olamaz. Üniformamızın düğmelerine bakılacak olursa, siz Senato'da ya da Adalet
Bakanlığı'nda çalışıyorsunuz, bense Eğitim Dairesi'ndeyim. Bu sözleri
söyledikten sonra da arkasını döndü. Kovalev, ne yapacağını, ne edeceğini
tümüyle şaşırmıştı. O anda, bir kadın kumaşının hoş hışırtısı işitildi; her
yanı tenteneler içinde olan yaşlıca bir kadın kendisine doğru yaklaştı. Yanında
ince yüzlü bir genç kız vardı. Ak entarisi biçimli vücudunu bütün güzelliğiyle
ortaya çıkarıyordu. Başına, tüyü kadar hafif, açık sarı bir şapka giymişti.
Arkalarında uzun favorili, geniş ve yüksek yakalıklı, uzun boylu bir bey
belirdi, tütün tabakasını açtı. Kovalev biraz sokuldu, patiska gömleğinin
yakasını biraz gevşetti ve çıkardı; altın bir zincir üzerinde sıralı duran
mühürlerini düzeltti. Gülümseyerek, fidan boylu genç bayana, dikkatli dikkatli
bakmaya başladı. Biraz eğilerek yürüyen genç kız bir bahar çiçeğine benziyordu.
Alnına götürdüğü ufak beyaz elinin parmakları balmumundan gibiydi. Kovalev
kızın, şapkanın altındaki yuvarlak beyaz çenesiyle bir bahar goncasına benzeyen
yüzünü görünce, gülümsemesi bütün bütün arttı. Ama telaş içinde, bir yeri
yanmış gibi, ansızın geriye döndü. Burnunun yerinde hiçbir şey bulunmadığını
anımsamıştı. Gözlerinden yaşlar boşandı. Döndü, o üniformalı adamı aradı; bir
hayduttan, bir dolandırıcıdan başka bir şey olmadığını yüzüne karşı, hem de
bağıra bağıra söyleyecekti. Diyecekti ki, bu Danıştay Üyesi kılığındaki kişi
kendi burnundan başka bir şey değildir. Ama burun görünürde yoktu. Kaşla göz
arasında yitivermişti. Belki de ziyaretlerini sürdürüyordu. Bunu düşünen
Kovalev yeniden umutsuzluğa düştü. Sütunlu bir kapının önünde bir dakika durdu;
burnu yine göremez miyim diye sağa sola baktı. Şapkasında bir tüy, giysisinde
de sırma işlemeler olduğunu iyi anımsıyordu; ama paltosuna dikkat etmemişti. Ne
arabanın rengini biliyordu, ne de atların! Arkasında uşakları var mıydı, yok
muydu? Varsa ne biçim giysiler giymişlerdi; bunların da ayrımında değildi.
Atlarını koşturarak, iki yönden de bir sürü araba gelip geçiyordu, hepsine
birden bakmak çok güçtü. Hoş, bunun güç bir iş olmadığını, arabayı da gördüğünü
de kabul etsek bile, nasıl durduracaktı arabayı? Hava, çok güzeldi. Her yer
günlük güneşlikti. Nevski Alanı insanlarla doluydu. Kadınların kalabalığı,
Politseisk Köprüsü'nden Aniçkin Köprüsü'ne dek, bütün kaldırımı bir çiçek seli
gibi dolduruyordu. Kovalev'in, bu kalabalığın içinde dolaşan bir arkadaşı
vardı. Müdürdü. Barem cetvelinde 7. derecedeydi. Kovalev, yabancıların yanında,
ona genellikle "Kaymakam bey" diye seslenirdi. İşte bir başka
arkadaşı daha geçiyordu önünden: Yarijkin. Senato kaleminde şube müdürü olan bu
arkadaşı, arkadaşlarının en iyisiydi. Boston oynadığı zamanlar, boyuna para
yitirirdi. İşte bir başka müdür yardımcısı daha. Bu da konumunu Kafkasya'da
elde edenlerdendi. Eliyle işaret edip Kovalev'i yanına çağırdı. Kovalev,
içinden, "Patla!" dedi; sonra seslendi: - Hey! Arabacı! Beni doğru
Emniyet Müdürlüğü'ne götür. Arabaya kuruldu. "Son hızla!" diye de
ekledi. Daha kapıdan girerken sordu: - Emniyet Müdürü burada mı? Kapıcı: -
Hayır, diye yanıtladı, yeni çıktı. - Hay aksi şeytan hay! - Evet, çıkalı da çok
olmadı. Bir dakika önce gelseydiniz, sanırım bulurdunuz. Kovalev, mendili
burnundan ayırmadan, yeniden arabaya döndü, arabacının yanına oturarak umutsuz
bir sesle, "Çek!" diye bağırdı. Arabacı: - Nereye? diye sordu. -
Doğru. - Nasıl doğru? Köşe başındayız; sağa mı, sola mı? Bu soru Kovalev'in
keyfini kaçırdı. Yeniden, düşünmek zorunda kalıyordu. Onun durumunda bir insan,
her şeyden önce, polise gitmeliydi. İşi polislik bir iş olduğundan değil,
derdinin umarı orada daha çabuk bulunurdu da ondan. Burnun görev yaptığı yere
gitse de hakkını orada arasa nasıl olurdu acaba? Her durumda pek önlemli bir
davranış olmazdı bu. Çünkü, herifin biraz önce nasıl yanıtlar verdiğini
görmüştü. Adamın sağı solu yoktu. Bir kez daha yalan söyleyebilirdi; biraz önce
nasıl söylemişti! Kendisini tanımadığını, hiçbir zaman bir arada
bulunmadıklarını ileri sürecekti. Bu yalancı, bu dolandırıcı adamın, daha ilk
konuşmalarında, öyle kalleşçe bir tavır takındığını gördükten sonra, eline
fırsat geçer geçmez bu kenti terk edeceğinden kuşku duymamak, cahillik olurdu.
Bu nedenle başvuracağı en uygun yer polis olamazdı. Adam bir kaçıverirse,
nerede arar da bulurdu? Bulsa bile, iş, kimbilir ne kadar uzayacaktı. Tanrı
göstermesin, bir ay mı sürerdi artık. Sonunda aklına uygun bir düşünce geldi.
Belki de Tanrı da acıyor, biraz yardım ediyordu kendisine. Doğruca gidip bir
gazetede bir duyuru bastıracak, adamın bütün özelliklerini iyice
betimleyecekti. Böylece, ona raslayanlar herifi yakalayıp getirebilecekler; hiç
değilse, nerede oturduğunu haber vereceklerdi. Bu kararı verdikten sonra,
arabacıya, hemen bir gazete yönetim yerine çekmesini buyurdu; yol bitinceye dek
adamcağızın durmadan sırtını yumrukladı. Bir yandan da bağırıyordu: - Ulan
kerata, çabuk ol, biraz daha çabuk be sersem herif! Arabacı kafasını sallıyor,
aynı zamanda, fino köpeği gibi tüylenmiş olan beygirlerini kırbaçlayarak: -
Ancak bu kadar olur beyim, diyordu. Sonunda araba durdu. Kovalev, indikten
sonra, küçük bir kabul odasına girdi. İçeride gazetenin yaşlı bir memuru vardı.
Sırtında eski bir frak, gözünde gözlük, ağzında bir kalem, masa başına oturmuş para
sayıyordu. Kovalev, bağıra çağıra, "Burada duyuruları kim alır?" diye
içeriye daldı. Memuru görünce: - Ha! Merhaba! dedi. Kıranta memur, gözlerini
bir kaldırıp bir indirdikten sonra: - Saygılarımı sunarım, diye yanıt verdi.
Yeniden meteliklerini saymaya başlamıştı. - Gazetenize bir duyuru vermek...
Memur: - İzin veriniz, diyerek onun sözünü kesti; biraz beklemenizi
dileyeceğim. Sağ eliyle bir kâğıda bir rakam yazıyor, sol eliyle de abaküsten
iki yuvarlağı öbür yana geçiriyordu. Giysisi kordonlu, temiz pak, bu durumu
uzun süreden beri kibar bir ailede hizmet ettiğinin kanıtı olan bir uşak,
elinde bir pusula, masanın önünde duruyor, inceliğini göstermek için fırsat
kolluyordu. - Emin olun, efendim, dedi, bu ufacık köpek sekiz grivnik (4)
etmez. Ben sekiz kapik bile vermem. Ama, bizim kontes bayılır, günahı boynuna,
bu köpeğe bayılır! Baksanıza, söz verdi, kim bulup getirirse yüz ruble ödül
verecek. Aramızda kalsın, bu insanların zevkleri de hiç birbirine uymuyor.
Anlarım, insan meraklı olur da beş yüz ruble verir, bin ruble bile verir, bir
tazı ya da bir fino köpeği alır. Ama güzel bir köpektir; değer. Ağır başlı
memur bütün bunları ciddî bir yüzle dinliyordu. Bir yandan da gazeteye gelen
duyuruların harflerini saymakla uğraşıyordu. Yanda, ellerinde pusulalar, yaşlı
kadınlardan; işyerlerinin adamlarından, kapıcılarından oluşmuş bir kalabalık
bekliyordu. Pusulalarda duyurular vardı. Birinde tokgözlü bir arabacı kirayla
çalışmaya gönderiliyor; bir başkasında 1814'te Paris'ten gelmiş ve az
kullanılmış bir arabanın satılığa çıkarıldığından söz ediliyordu. On dokuz
yaşında, çamaşırcılıktan çok iyi anlar, aynı zamanda elinden her iş gelir bir
kız, köle olarak kiraya veriliyor. Bir tek yayı kırık, ama dayanıklı bir araba
satılıyor; 17 yaşında, boz benekli, genç bir ata alıcı aranıyor, Londra'dan
yeni gelmiş taze şalgam ve turp tohumu bulunduğu duyuruluyor; her türlü
eklentisiyle [müştemilatıyla] birlikte satışa çıkarılan bir yazlık evin övgüsü
yapılıyordu. Evin eklentileri iki ahırdan, bir de ileride, güzel bir çam ve
kayın ormanı durumuna getirilebilecek bir arsadan oluşuyordu. Bir başka
duyuruda, bir kimse, eski kundura pençeleri satmak istediğini bildiriyor,
isteklilerin akşamın sekizinden sabahın üçüne dek başvurmaları gerektiğini
söylüyordu. Kalabalığın beklediği oda küçüktü; havası da iyice bozulmuştu; ama
Kovalev hiçbir şey duymuyordu; çünkü yüzü bir mendille örtülüydü; burnu da,
Tanrı bilir neredeydi. Beklemekten sabrı tükenmişti, dayanamadı: - İzin
buyurursanız, efendim, isteğimi sunayım, dedi... İşim pek İvedi de... - Şimdi!
Şimdi!.. İki ruble, üç kopek!.. Bir dakika!.. Bir ruble, altmış dört kopek!
Kıranta memur, sonunda, kadınların, kapıcıların pusulalarından başını
kaldırabildi. Kovalev'e dönerek: "Buyurun!"' dedi. - Sizden ricam...
Bir dalavere oldu; nasıl söylesem? Bir dolandırıcılık! Nasıl olduğunu şu ana
dek anlayamadım. Sizden ricam, bunu gazetenize yazmanız. O haydudu bana kim
bulur getirirse iyi bir ödül vereceğim. - Lütfen adınızı söyler misiniz? -
Aman, aman, sakın ha! Adım da ne olacakmış? Hem adımı söyleyemem ki. Bir sürü
tanıdığım var; Bayan Çentareva bir Danıştay üyesinin karısıdır; sonra, Bayan
Pelagya Grigoriyevna Podtoçina, yüksek rütbeli bir subayın ailesidir. Ya
duyuverirlerse? Aman, Tanrı korusun! Siz yalnızca, "Bir şube müdür yardımcısı"
diye yazın, ya da, daha iyisi, "bir binbaşı" deyin. - Yani, uşağınız
mı kaçtı? - Hangi uşağım? Keşke uşağım olsa! Giden, burun!.. Burun!.. - Ya!
Amma da şaşırtıcı bir ad? Peki, bu Bay Burun sizi çok mu dolandırdı da gitti? -
Burun! Ne olduğunu gene anlamadınız ki! Benim burnum, kendi burnum. Yitti;
nerde, bilmiyorum. Şeytanın bana ettiği bir iş bu! - Ama nasıl yitti?
Söylediklerinizden pek bir şey anlamıyorum. - Nasıl yittiğini anlatamayacağım.
Yalnızca, önemli olan şu ki, burnum, Danıştay üyesi kılığında, şu anda kentte
dolaşıyor. Size duyuru vermek isteyişim de bu yüzden. Kim görürse yakalayıp, en
kısa zamanda bana getirmesini istiyorum. Bu kadar görünen bir organım eksik
olarak nasıl yaşayabilirim? Bir ayak parmağı gibi de değil ki!.. Öyle birşey
olsa kabul! Ayakkabının içinde ne olduğunu kimse görmez. Her perşembe kendisini
ziyarete gittiğim bir hanımefendi vardır; bir Danıştay üyesinin karısıdır;
Bayan Çehtareva. Yine, görüştüğüm bir bayan daha vardır: Bayan Pelagya
Grigoriyevna Podtoçina: yüksek rütbeli bir subayın ailesidir; çok güzel bir
kızı vardır. Ayrıca birçok kibar aileye daha girer çıkarım; siz söyleyin, ne
yaparım ben şimdi? Bu durumumla, ötede beride, nasıl görünürüm? Memur
dudaklarını büzdü: düşünüyordu. Uzun süre sustuktan sonra, sonunda: - Hayır,
dedi, böyle bir duyuruyu gazeteye koyamam. - Nasıl hayır?.. Niçin koyamazsınız?
- Çünkü böyle bir duyuru bir gazetenin ününü sarsabilir. Öyle her önüne gelen,
burnunun yittiğini yazdırmaya kalkacak olursa işin sonu nereye varır? Aslında
gazetelerde bir sürü saçma sapan yazılar çıktığından söz edip duruyorlar. -
Neden saçma sapan oluyormuş? Bu işte saçmaya benzer bir şey göremiyorum! - Siz
öyle düşünüyorsunuz; ama bakın, geçen hafta bir olay oldu. Bir yüksek kişi
geldi; tıpkı bugün sizin geldiğiniz gibi; elinde de, duyurulmak üzere, bir
kâğıt. Duyuru ücreti de, iki ruble yetmiş üç kopek tutmuştu. Yazı şöyleydi:
siyah tüylü bir fino köpeği yitti. Olur a, köpek bu! Yiter yiter... Ama, en
sonunda altından ne çıktı, biliyor musunuz? Meğer iş bir maskaralıktan başka
bir şey değilmiş; o fino köpeği dediği de, bilmem hangi kuruluşta vezne
memuruymuş. - Ama; benim size verdiğim duyuru bir fino köpeği hakkında değil
ki; öz be öz kendi burnum hakkında; yani, dolayısıyla, kendi hakkımda. - Hayır!
Böyle bir duyuruyu yayınlayamam. - Peki, ya benim burnum gerçekten yittiyse? -
Olabilir, ama o hekimin bileceği iş. Söylediklerine göre uzman insanlar varmış;
sanırım, size pek güzel bir burun yapacaklardır. Hem, ben öyle sanıyorum ki,
siz şakacı bir kimsesiniz; insanlara takılmaktan pek hoşlanıyorsunuz. - Değil,
vallahi değil! Neyin üstüne isterseniz ant içeyim. İzin buyurun, iş bu duruma
geldi; o zaman göstereyim size. Memur biraz enfiye çekti: - Zahmet etmeyin,
dedi. Sonra, meraklı bir davranışla ekledi: - Bununla birlikte, zahmet olmazsa,
ben çok hoşnut olurum görmekten. Müdür yardımcısı, yüzündeki mendili çekti.
Memur: - Vallahi, dedi, şaşılacak bir şey. Yeri, dümdüz; kaymak gibi, evet,
dümdüz; inanılmayacak derecede düz. - Ya! Gördünüz mü? Hâlâ direnecek misiniz?
Benim duyurumu yayımlamamanın olanaksız olduğunu siz de anladınız, değil mi?
Size bundan dolayı özellikle minnet duyacağım. Ayrıca, bu olayın, bana, sizinle
tanışmak onurunu bağışlamış olmasından da çok hoşnutum. Kovalev, bu kez
aşağıdan almaya karar vermişti. Bu niyeti sözlerinden de anlaşılıyor ya...
Memur: - Bu duyuruyu yayımlamak, işin doğrusu, önemsiz bir şey. Yalnızca, sizin
bundan büyük bir yararınız olacağını sanmıyorum. Siz bu işi kalemi güçlü bir
insana verseniz de o bunu doğal bir olaymış gibi yazsa: sonra örneğin, Kuzey
Arısı dergisinde (burada biraz enfiye daha çekti) bu makaleyi yayımlasa! Hem
gençlik yararlanır, (burada da hapşırdı) hem halk ilgiyle okur. Müdür
yardımcısı, umutsuz bir durumda, gözlerini, masanın üzerinde duran bir
gazetenin alt yanına eğdi. O kısımda tiyatro haberleri vardı. Yüzü gülmeye
başladı. Gazetede bir kadın sahne sanatçısının adını okumuştu. Güzel bir
kadındı. Elini cebine soktu, mavi bir kâğıt para araştırmaya başladı. O parayla
gidilince tiyatroya, kalburüstü kimselerin oturduğu koltuklarda oturulurdu.
Fakat burnunu anımsar anımsamaz bütün düşlemleri darmadağın oldu. Kovalev'in bu
acıklı durumuna memur da üzülüyor gibiydi. Bu ortaklığın onun derdini biraz
olsun hafifleteceğini düşünerek birkaç söz söylemek istedi: "Başınıza böyle
bir iş gelmiş olmasına cidden üzüldüm. Biraz enfiye çekmez misiniz? Hem
başınızın ağrısını giderir, hem de üzüntünüzü dağıtır; aynı zamanda, basur
memesine karşı da iyi bir ilaçtır". Bunları söyleyen memur, Kovalev'e bir
tabaka uzatmıştı. Üstelik tabakanın kapağında şapkalı bir kadın resmi vardı.
Memurun bu düşüncesiz davranışı karşısında sabrı tükenen Kovalev, öfkeyle: -
Anlamıyorum, dedi, nasıl hâlâ işin alayında olabiliyorsunuz? Görmüyor musunuz
ki, enfiye çekebilmek için gerekli olan şey yok bende? Yerin dibine geçsin
enfiyeniz! Değil sizin kötü enfiyeniz, enfiyelerin şâhı olsa gözümde yok.
Bunları söyledikten sonra, sinirleri bozulmuş olarak, gazete yönetim yerinden
çıktı; polis komiserliğine doğru yolu tuttu. Kovalev tam komiserin uykuya
yatmak üzere olduğu bir sırada vardı karakola. Uzanan komiser, esneyerek,
"Şöyle tadını çıkara çıkara, iki saatçik olsun bir uyku çekeyim,"
diyordu. Müdür yardımcısının zamansız geldiği besbelliydi. Polis komiseri
sanatlı şeylere olsun, el sanatı ürünlerine olsun, çok meraklıydı. Ama
hazinenin yapıtı olan papelleri hepsine yeğlerdi. "Öyle bir şey
ki..." derdi, "... daha iyisi can sağlığı. Ne ekmek ister, ne su. Yer
tutmaz, cebe girer; yere düşse kırılmaz.'' Kovalev'i çok yavan karşıladı. Ufak
yollu da dokundurdu. Yemek üstüne incelemeye başlamanın zamansız bir iş
olacağını, doğanın bile öyle buyurduğunu, tok karnına biraz dinlenmenin gerekli
bir şey olduğunu, (Kovalev, polis komiserinin, filozofların özdeyişlerine pek
yabancı olmadığını görebilmişti) namuslu bir insanın böyle zamanlarda burnunu
yitirmeyeceğini, açıktan açığa duyumsattı. Komiserin sözleri bizim kahramana
pek dokundu. Unutmamak gerek ki, Kovalev çok alıngan bir insandı. Kişiliğine
yapılan her türlü saygısızlığı hoş görebilirdi, ama toplumsal konuma ya da
rütbeye karşı saygısızlık edeni dünyada bağışlamazdı. Örneğin tiyatro
yapıtlarında küçük rütbeli subaylar hakkında ileri geri sözler söylenmesini
kendi kendine uygun bulabiliyordu da, büyük rütbeli subaylara dil uzatmalarına
asla dayanamıyordu. Komiserin onu böyle karşılaması öyle ağırına gitti ki,
kendisini tutamadı; kafasını salladı; elini uzatarak, kurumlu bir tavırla: - Bu
saldırgan sözlerinizden sonra, ekleyecek hiçbir şeyim kalmıyor, dedi; hemen
çıktı. Bütün ağırlığını bacaklarında duyarak, evine döndü. Gece oluyordu. Evi
bütün bu tatsız olaylardan sonra ona son derece pis, son derece iç kapayıcı
göründü. Kapıdan içeri girer girmez uşağı İvan'la karşılaştı. Uşak, eski zaman
derisinden yapılmış minderin üstüne sırtüstü uzanmış, boyuna tavana tükürüyor,
büyük bir ustalıkla da hep aynı yere nişan alıyordu. Bu terbiyesizce davranış
Kovalev'i büsbütün çileden çıkardı. Şapkasıyla uşağın alnına vurarak, "Sen
hep böyle aptalca işlerle uğraşadur," dedi. İvan bir hamlede yerinden
sıçradı; telâşla efendisinin paltosunu çıkarmaya koyuldu. Binbaşı, yorgun,
üzüntülü bir durumda odasına girdi; kendisini bir koltuğun üzerine attı; derin
derin birkaç soluk aldıktan sonra: - Ey tanrım! dedi; nedir bu talihsizlik?
Elim olmayabilirdi, ayağım olmayabilirdi; kulağım olmayabilirdi; ama bunların
hepsi, bugünkü durumumdan bin kez daha iyidir. Burunsuz bir adam! Ne demek bu?
Ne kuş, ne deve. Burnumu bir savaşta, bir düelloda falan yitirmiş olsam, ya da
kendim yitirsem yüreğim yanmayacak. Ama değil! Bir hiç uğruna! Hem de nasıl? Bedava!
Bir kopeklik bile çıkarım olmadan. - Düşündü - ama, hayır, olamaz! Bir burnun
böyle düşmesi olmayacak şey. Ne türlü düşünürsen düşün, olmayacak şey!
Kesinlikle düş görüyorum; ya da bir düşlem bu. Belki de, yanlışlıkla su
içiyorum diye tıraş olduktan sonra yüzüme sürdüğüm alkolü içtim. Bu İvan
sersemi kaldırmayı unutmuş olacak. Ben de olduğu gibi diktim sanırım. Binbaşı,
sarhoş olmadığına iyice inanmak için bir yerini çimdikledi; ama o denli canı
yanmıştı ki, kendisini tutamayıp bir çığlık attı. Çimdiğin acısı, düş
görmediğini, sarhoş olmadığını, ona gereğinden daha iyi kanıtlamıştı. Usulca
aynaya yaklaştı. Yavaş yavaş gözlerini kaydırmaya başladı. Belki de burnunu
yerinde görecekti. Ama birden bire hızla geri döndü, "Aman Tanrım, ne
maskara surat!" diye bağırmaktan da kendini alamadı. Akıl sır erecek şey
değildi. Bir düğme olsa yitirilen ya da bir gümüş kaşık ya da bir saat ya da
bunlara benzer başka bir şey, ne ise! Ama burun!.. Peki, kim aldı?.. Üstüne
üstelik, kendi evinde! Kovalev, teker teker bütün olasılıkları gözden geçirdi.
Akla en yakın geleni, bu işin, o yüksek rütbeli subay karısının, Bayan
Podtoçina'nın başının altından çıkmış olmasıydı. Kızını Kovalev'e yamamak
istiyordu. Kovalev de kızla cilveleşmekten hoşlanıyordu. Fakat işin son aşamaya
yaklaştığını görür görmez yan çizmeye başlıyordu. Hanımefendi niyetini biraz
daha açığa vurunca da bütün bütün kendisini geri çekiyor, tatlı tarafından
tutturarak henüz genç olduğunu söylüyor, görevinde yükselmek, seçkinleşebilmek
için daha beş yıl kadar beklemesi gerektiğini, o zaman da ancak kırk iki
yaşında olacağını ekliyordu. O yüksek rütbeli subayın karısı, belki de, bunun
acısını çıkarmak için Kovalev'e bir kötülük etmek istemiş, bu kötülüğü yapmak
üzere de parayla büyücü karılar tutmuştu. Çünkü burnun kesilmiş olabileceğini
düşünmek olanaksız bir şeydi. Odasına kimse girmemişti. Berber İvan Yakovleviç
de kendisini ta çarşamba günü traş etmişti. O gün akşama dek burnu yerindeydi;
ertesi perşembe günü de. Pek iyi anımsıyordu, bundan yana en küçük bir kuşkusu
yoktu; hem, bir yara kısa zamanda kapanmaz, böyle kaymak gibi dümdüz bir duruma
gelmezdi. Kafasında birtakım tasarılar geliştirdi: Bayan Podtoçina'yı mahkemeye
verecek, belki de kendisine gidip çok aşağılayıcı bir davranışta bulunacaktı. O
sırada kapının aralıklarından süzülen bir ışık bütün düşüncelerini yarım
bıraktı. Demek ki, İvan dışardaki mumu yakmıştı. Biraz sonra İvan, elinde
şamdan, içeriye girdi. Oda birdenbire aydınlanmıştı. Kovalev'in ilk devinimi,
mendilini alıp henüz düne kadar burnu bulunan yeri örtmek oldu. Tek bu alık
uşak, efendisini bu kadar şaşırtıcı bir durumda görüp şaşkınlıktan ağzını bir
karış açmasın. İvan daha odasına dönmemişti, dışarda yabancı bir ses işitildi.
Biri, "Müdür yardımcısı Kovalev burada mı oturuyor?" diye soruyordu.
Kovalev, kapıyı açmak üzere telaşla yerinden fırladı: - Buyurun, diye bağırdı,
Binbaşı Kovalev burada. İçeriye, favorileri ne fazla açık, ne fazla koyu,
yuvarlak yüzlü, alımlı bir polis memuru girdi; o hani, bu öykünün başında,
İsakiyev Köprüsü'nde gördüğümüz polis memuru. - Efendim, burnunuzu yitirdiniz
mi? - Evet, doğru! - Bulundu da. Kovalev: - Ne söylüyorsunuz? diye bağırdı.
Sevinçten dili tutulmuştu. Dudakları, yüzü, şamdanın titrek ışığında pırıl
pırıl, önünde duran polise baktı; sonunda: - Peki, nasıl? diyebildi. - Tuhaf
bir raslantıyla! O kaçarken yolda yakalandı. Posta arabasına yerleşmişti bile;
niyeti Riga'ya kaçmaktı. Pasaportu epey bir zaman önce, bir memurun adına
hazırlanmıştı. En tuhafı da onu bir beyefendi sandım. Bereket versin, gözümde
gözlüğüm vardı. Onun bir burun olduğunu hemen anladım. Bendeniz miyopumdur da.
Örneğin önümde duruyorsunuz, değil mi, yalnızca yüzünüzü görebilirim. O yüzün
üstünde ne var? Burun mu? Sakal mı? Hiçbirini ayrımsayamam. Kaynanam da, yani
karımın annesi, o da öyledir; hiçbir şey görmez. Kovalev'in aklı başında
değildi. - Nerede şimdi? dedi, nerede? Hemen koşup gideyim. - Telaş buyurmayın!
Size gerekli olacağını düşünerek yanımda getirdim. Gariptir, bütün iş
Vosnoçenski Sokağı'nda berberlik eden bir haydudun elinin altından çıkıyor,
kendisi de şu anda tutukevinde. Sarhoşluğundan ve hırsızlığından epeydir
kuşkulanıyordum. Üç gün önce de bir dükkândan bir düzine düğme aşırdı. Ama
merak etmeyin, burnunuz sağlamdır; hiçbir yerine bir şey olmadı. Polis memuru,
bu sözleri söyleyerek, elini cebine daldırdı; oradan, bir kâğıt parçasına
sarılmış olan burnu çıkardı. Kovalev: - Evet, o! diye haykırdı, ta kendisi!
Sizi bir çay içmeye çağırsam, kabul buyurmaz mısınız? - Bu büyük dostluğunuzdan
dolayı size son derece minnettarım. Ama şu anda olmaz. Buradan çıktıktan sonra
bir ıslahevine gitmek zorundayım... Şu son günlerde de yaşam nasıl pahalılaştı.
Yanımda da kaynanam var, yani karımın annesi; aynı zamanda çocuklarım da var.
Büyüdükleri zaman adam olacak gibi görünüyor; akıllı oğlan; gel gelelim okutup
büyütmek için param yok. Memur gittikten sonra, Binbaşı, tanımlanamaz bir ruh
durumu içinde, birkaç dakika kıpırdamadı. Neden sonra, o da güç belâ, görmeye,
duyumsamaya başladı. Birden bire gelen mutluluk onu işte bu duruma sokmuştu.
Sonunda, korka korka, bulup getirdikleri burnunu iki avucuna aldı; bir daha,
dikkatle baktı. - Evet, o! Tastamam kendi burnum! diyordu. İşte sol yanında da
dün gece ortaya çıkan sivilce... Kovalev, sevincinden nerdeyse gülecekti. Ama
bu dünyada hiçbir şey sürekli değil; bu nedenle de neşe, ikinci dakikada,
birincidekinden farklıdır; üçüncüde bir derece daha zayıflar, sonunda bütün
bütün yok olur, eski durumumuza döneriz; suda genişleyen halkaların, sonunda
suyun yüzeyiyle bir olup yitmesi gibi. Kovalev düşünmeye başladı. Sorun henüz
tümüyle bitmemişti. Gerçi burnu bulunmuştu, ama şimdi, bir de onu yerine
yapıştırmak vardı. - Ya tutmayıverirse? Bunu düşünür düşünmez, benzi kül gibi
oldu. Anlatılmaz bir korku içinde, masaya atıldı, aynayı aldı. Burnu çarpık
yapıştırmamalıydı. Elleri tir tir titriyordu. Özene bezene burnu eski yerine
yerleştirdi. Felaket! Tutmuyordu!.. Ağzına götürdü, Hohlayıp soluğuyla ısıttı,
ondan sonra, iki yanağının arasındaki düzlük yere yeniden yerleştirdi. Boşuna!
Hiçbir şey işe yaramıyordu. "Ee! Tutsana be baş belası!" dedi. Burun
tahtadan gibiydi; masanın üstüne düştü, mantar sesine benzer tok bir ses
çıkardı. Kovalev'in yüzü sinirli sinirli kırıştı. Canı sıkılarak, "Hiç mi
tutmayacak acaba!" dedi. Burnunu birkaç kez yerine götürdü, ama bütün
çabaları boşa çıktı. Kovalev, İvan'ı çağırdı, aynı yapının en güzel dairesi
olan birinci katta oturan doktora gitmesini söyledi. Doktor, zarif, yakışıklı
bir adamdı. Pomatlı favorileri, genç ve dinç bir karısı vardı. Her sabah elma
yer, ağzını da görülmemiş derecede temiz tutardı. Sabahları üç çeyrek saat
suyla çalkalar, beş çeşit fırçayla dişlerini ovardı. Doktor hemen biraz sonra
göründü. Bu yıkımın başına ne zaman geldiğini sorduktan sonra, Kovalev'in
çenesinden tuttu; başparmağıyla, burnu yerine bastı. Öyle ki, Kovalev'in başı
hızla geri gitti, kafasının arkası duvara çarptı. Doktor, "Zarar
yok!!" dedikten sonra kafasını duvardan ayırdı, önce biraz sağa
çevirmesini rica etti; sonra, burun yerine dokunarak; "Hımm!" dedi.
Başını bir de sola çevirmesini söyledi, bir daha dokundu, yine;
"Hımm"! dedi, sonra bir fiske vurdu. Kovalev kafasını, dişlerine
bakılacak bir beygir gibi, geri çekti. Doktor o incelemeyi de bitirdikten sonra
başını sallayarak, dedi ki: - Hayır! olanaksız! Bu durumda kalmanız en iyisi,
çünkü daha kötü olabilir. kuşkusuz, bu burun yerine takılabilir; isterseniz
şimdi, hemen takayım. Ama inanın, daha kötü olacak. - İyi! Ama böyle burunsuz
ne yaparım? Bundan daha kötüsü olamaz ki! Siz bunun ne demek olduğunu
bilmiyorsunuz. Bu maskara gibi suratla kimin karşısına çıkabilirim? Bir sürü
tanınmış dostum var; bugün bile, iki eve, akşam ziyaretine gitmem gerekiyor.
Birçok insan tanır beni. Örneğin, Danıştay üyesi Çehtarev'in karısı, sonra
Bayan Podtoçina, yüksek rütbeli bir subayın ailesi; gerçi bu olaydan sonra
kendisiyle daha çok polis aracılığıyla görüşeceğim, ama... Kovalev sanki
yalvarıyordu: - Tanrı aşkına! Nasıl olursa olsun, pek yakışmasa bile zararı
yok, yeter ki, tutsun. Ara sıra, düşecek gibi olduğu zamanlar, elimle hafifçe bastırmaya
da razıyım. Dans falan da etmem zâten. Bunun için düşmesinden korkum yok.
Vizite ücretine gelince elimden geldiği kadar sizi hoşnut etmeye çalışırım. -
Yoo! Kesinlikle! Ben para canlısı bir adam değilim. Bu benim yöntemime,
sanatıma aykırıdır. -Doktor ne hızlı konuşuyordu, ne yavaş; ama sözleri öyle
bir inandırıcıydı ki!- vizite ücreti olarak ufak bir şey alırım; o da
müşterilerimi kırmamak için. Burnunuzu da yapıştırabilirim; ama, vallahi,
inanmıyorsanız ant içeyim, daha çirkin olacak. Olduğu gibi bırakın, daha iyi.
Bol bol soğuk suyla yıkayın. Burunsuz olarak da, burunluymuş gibi rahat
edeceksiniz. Yalnızca, size başka bir şey salık verebilirim. Burnunuzu biraz
ispirtoyla birlikte bir kaba koyun; ya da daha iyisi, bir kavanoza iki çorba
kaşığı votkayla biraz sıcak sirke... Çok para kazanacaksınız. Çok para
istemezseniz, burnunuzu ben bile satın alabilirim. Kovalev, umutsuz bir
durumda: - Hayır! Hayır! Bu türlü para kazanmak istemiyorum. Satmayacağım.
Yitip gitsin daha iyi. - Bağışlayın, dedi doktor; size yararlı olmak
isterdim... Ama ne yapalım? Gördünüz, elimden geleni yaptım. Doktor, işte böyle
söyleyerek, soylu bir tavırla dışarı çıktı. Kovalev onun yüzüne bile bakmadı.
Bitkin ve perişan bir durumdaydı, doktorun siyah frakının kollarından sarkan,
gömleğinin kar gibi beyaz, tertemiz kollarından başka bir şeyin ayrımına
varamamıştı. Ertesi gün Bayan Podtoçina'ya bir mektup yazmaya karar verdi; dava
sorunu için değil de, önerisine gönül hoşluğuyla razı olacak mı, olmayacak mı,
bunu anlamak için. İşte mektup: "Sayın Bayan Aleksandra Grigorievna, Şu
şaşırtıcı davranışınıza bir anlam veremiyorum doğrusu. Böyle davranmakla
elinize bir şey geçeceğini ve beni kızınızla evlenmek zorunda bırakacağınızı
sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Baş dalavereci rolünü oynadığınız burun oyununun
şu anda bizce tümüyle aydınlanmış bulunduğundan emin olabilirsiniz. Hiç
beklenmedik bir zamanda yerinden ayrılışı, kaçışı, kılık değiştirip bir memur
kimliğine bürünmesi ve sonunda, gene kendi görünüşüyle ortaya çıkması, sizin ya
da paranızla tutulmuş bazı kimselerin, cidden çok namusluca yaptıkları
sihirbazlıklardan başka bir şey değildir. Söz konusu burun, bugün akşama dek
yerine yerleştirilmezse, yasal yollara başvurmak zorunda kalacağımı önceden
haber vermeyi kendime bir görev saydım. Yeri gelmişken, saygılarımı sunmakla
onur duyarım. Hizmetkârınız, Platon Kovalev" "Sayın Bay Platon
Kovalev, Mektubunuz beni pek şaşırttı. Doğrusu ya bu denli haksız
saldırılarınıza hedef olacağımı hiç sanmıyordum. Size önceden bildireyim ki,
sözünü ettiğiniz kimseyi, ne kendi kılığıyla, ne de kılık değiştirmiş olarak,
hiçbir nedenle evime kabul etmiş değilim. Evime yalnızca Filip İvanoviç
Potançikov geldi. Doğru; ama bundan ne çıkar? O kızımla evlenmek istedi;
davranışları kibar, ahlakı temiz, çok bilgili bir adamdır, ama gene de ben
kendisine bu konuda hiçbir umut vermedim. Bir de burnunuzdan söz ediyorsunuz.
Bununla burnunuza karşı gülmek niyetinde olduğumu söylüyorsanız, yani size
usulen bir ret yanıtı vereceğimi ileri sürmek istiyorsanız, bu sözünüze ayrıca
şaşarım. Çünkü ben tümüyle tersini düşünüyorum. Böyle olduğunu siz de
bilirsiniz. Kızımla yasal yolla evlenmek istiyorsanız sizi hemen sevindirmeye
hazırım. Bu her zaman için, benim de en büyük isteğimdir. Her zaman emrinize
hazır olduğumu bildirmekle onur duyarım. Aleksandra Podtoçina" Kovalev,
mektubu okuduktan sonra: - Hayır! Bu işte onun hiçbir suçu yok, dedi. Bu
mektubu yazan insan öyle bir suç işlemiş olamaz. Binbaşı bu türlü işlerin
ustasıydı; Kafkasya'dayken onu birçok kez araştırma yapmaya göndermişlerdi. -
Peki bu durumda, diyordu, böyle bir şey nasıl oluyor, niçin oluyor? Hey Tanrım!
Kolları yanına düştü. Bu arada, bütün kent, şaşırtıcı olayın dedikodusuyla
çalkalanıyordu. Öyküyü, en ufak ayrıntısına varıncaya dek, mal bulmuş mağribi gibi,
şişire şişire anlatıyorlardı. Aslında, o zamanın kafaları bu türlü olağanüstü
şeylere inanırlardı. Bir süre önce de halkı bir manyetizma merakıdır sarmıştı.
Konuşennaya Sokağı'nda dans eden sandalyelerin öyküsü üzerinden henüz çok zaman
geçmemişti. Bundan dolayı müdür yardımcısı Kovalev'in burnunun saat üç
sularında, Nevski Caddesi'nde dolaştığı konusunda anlatılan öykülere
şaşmamalıdır. Meraklılar, akın akın, burnu görmeye gidiyorlardı. Biri, burnun
Yunker mağazasında olduğuna antlar içti; onun üzerine halk mağazaya öyle bir
saldırdı, mağazanın önü öyle bir kalabalıkla doldu ki, polis, güvenliği
sağlamak için, işe karışmak zorunda kaldı. Geceleri, tiyatroların dağılma
zamanlarında, çeşitli şekerlemeler, çörekler satan ve işini çok iyi bilen kibar
kılıklı, favorili bir esnaf, mağazanın karşısına sağlam tahtadan, kat kat,
sıralar yaptı. Meraklılar seksener kopek vererek bunun üzerine çıkıp burnu
oradan seyredeceklerdi. Emekli bir albay sabahleyin erkenden evinden çıktı,
burnu görmek üzere buraya geldi. İtile kakıla kalabalığın içine sokuldu; ama,
mağazanın penceresinde, burun yerine yünden yapılmış sıradan bir gömlekle taş
basması bir resimden başka hiçbir şey göremeyince pek öfkelendi. Resimde
çorabını çeken bir genç kız vardı. Bir de, sırtında önü açık bir yelek, ufacık
sakallı gençten bir bey, bir ağacın tepesinden kıza bakıyordu. Resim oraya
asılalı on yıldan çok olmuştu. Albay, "Bu halkı da bu kadar zırva, bu
kadar budalaca martavallarla nasıl böyle coşturuyorlar?" diye söylene
söylene geri döndü. Derken bir gürültü koptu. Kovalev binbaşının burnu
görünmüştü. Ama Nevski Caddesi'nde değil de Tavride Bahçesi'nde. Zaten çoktan
beri orada olduğunu söylüyorlardı. Husrev Mirza bile, burada oturduğu zaman bu
şaşırtıcı doğa oyunu karşısında şaşkınlıktan şaşkınlığa düşüyordu. Tıp
Akademisi öğrencilerinden birkaçı, oraya inceleme yapmaya gitmişlerdi. Yüksek
tabakadan bir hanımefendi, bahçenin yöneticisine özel bir mektup yazmış,
kendisinden, çocuklarına bu az görülür olayı göstermesini, ahlaksal açıklamalar
yapmasını rica etmişti. Bu olaylar kibar takımını epey oyaladı. Öykü
dağarcıklarını tümüyle boşaltmış ve toplantıları hiç kaçırmayan kibar beyler,
bayanlarını hep bu konudan söz ederek güldürürlerdi. Öte yandan da, düşünen,
aklı başında insanlardan, küçük bir kalabalık pek hoşnut görünmüyordu. Bir
efendi, öfkeli öfkeli, bu uygarlık yüzyılında, bu türlü saçmaların, bu anlamsız
uydurmaların yayılmasına, hükümetin bu konudaki ilgisizliğine şaşıyordu. Bu
efendi, besbelli, hükümetin bütün işlere el koymasını isteyen kalabalıktan
olmalıydı. Hani karıyla koca arasındaki günlük kavgalara dek. Ondan sonra...
Ama öykü burada, yeniden, kalın bir bulut tabakasıyla kapanır. Bundan sonra ne
olduğu konusunda da hiçbir şey bilinmez. III Şu dünyada ne olmadık şeyler olur!
Olaylar da, çoğu zaman, inanılacak gibi değildir. O, Danıştay Üyesi kılığında
gezen, kentte bunca gürültüye yol açan burun, sonunda, nasıl oldu bilinmez,
eski yerine döndü. Yani Binbaşı Kovalev'in iki yanağının tam orta yerine. Bu, 7
Nisan'da oldu. Kovalev, sabahleyin uyanıp da aynaya şöylesine bir bakınca
burnunu yerinde gördü. Elini götürdü; işte, tastamam kendi burnuydu.
"Yaşasın!" diye bağırdı; nerdeyse, odanın içinde, sevinçten
yalınayak, oynayıp zıplamaya başlayacaktı; ama İvan'ın gelmesi buna engel oldu.
İvan'dan, yüzünü yıkamak için, su istedi. Yıkandıktan sonra gene aynaya baktı.
- Burun yerindeydi. Bir peşkirle kurulandı, yeniden aynaya baktı. - Burun gene
yerindeydi. - Bak bakalım İvan, dedi, burnumun üstünde sivilcemsi bir şey var
sanırım. Bir yandan da şöyle düşünüyordu: "Ya şimdi İvan bana, 'Hayır,
efendim, yalnızca sivilce değil, burnunuz da yok!' deyiverirse?" Ama İvan:
- Hayır, sivilce falan hiçbir şey yok. Burnunuz sapasağlam; diye yanıt verdi.
Binbaşı, "Güzeel!" dedi; ondan sonra parmağını şaklattı. O sırada,
kapıdan süt dökmüş kedi gibi, korka korka, berber İvan Yakovleviç göründü.
Kovalev, ta uzaktan: - Çabuk söyle, diye bağırdı, ellerin temiz mi? - Temiz. -
Atıyorsun! - Vallahi temiz, efendim! - Peki! Haydi bakalım. Kovalev oturdu.
İvan Yakovleviç onun boynuna bir peşkir iliştirdi; bir anda bütün sakalıyla
yüzünün bir kısmını tüccar düğünlerinde sunulan kremaya benzer sabun köpüğü
içinde bıraktı. Yakovleviç, burnu görünce kendi kendine, "Gördün mü?"
dedi; sonra eğildi, sağdan soldan, bir güzel inceledi: "Bak hele!"
dedi, "hiç belli değil!" Uzun uzadıya burnu seyretti. Sonunda,
dikkatle, kolayca düşünebileceğiniz bir özenle ve iki parmağıyla, ucundan
tutacak oldu. İvan Yakovleviç'in yöntemi böyleydi. Kovalev: - Yavaş ol! Yavaş!
Dikkat et! diye bağırdı. İvan Yakovleviç'in eli yanına düştü. Başı döndü; öyle
şaşırdı ki, bu derecesi hiç başına gelmemişti. Sonunda, usturayı özenle sakalın
üzerinde yürütmeye başladı. Ama elini dayayacak bir burun olmadı mı, bu iş ne
kadar güç oluyordu? Neyse; başparmağını kâh yüzüne, kâh alt çenesine
bastırarak, zar zor, işini bitirdi. Her şey hazır olduktan sonra, Kovalev,
çarçabuk giyindi, bir faytona atladı, doğru şekerlemeciye gitti. İçeriye
girerken daha kapıdan bağırdı: - Garson! Bana bir fincan çikolata! Aynı zamanda
da aynaya bakmayı unutmadı. Burnu yerindeydi. Döndü, göz ucuyla ve alaycı bir
tavırla, biraz ötede oturan iki subayı süzdü. Birinin burnu yelek düğmesi kadar
ya vardı, ya yoktu. Oradan çıkınca Bakanlık özel kalemi müdürlüğüne uğradı. Bir
işi kovalıyordu. Vali yardımcılığına istekli olmuştu; vermezlerse, müdür
yardımcılığına razıydı. Kabul salonuna girdiğinde, bir daha aynaya baktı; burnu
hep yerindeydi. Ondan sonra gene bir müdür yardımcısı, yani gene binbaşı olan
bir arkadaşını görmeye gitti. Bu adam çok alaycı bir arkadaştı. Onun şaka yollu
sözlerine karşılık, Kovalev, hep, "Sen yok musun sen? Ne kâfir,
şeysin!" derdi. Yolda yürürken düşünüyordu: "Şimdi binbaşı beni görür
görmez kahkahayı basmazsa, her şey yerli yerinde demektir." Ama arkadaşı
onu hiçbir şey yokmuş gibi karşıladı. Kovalev, "Çok iyi! Pek güzel! İşler
yolunda!" diye düşündü. Yolda, kızıyla birlikte, o yüksek rütbeli subayın
karısına, Bayan Podtoçina'ya rasladı. Önlerinde saygıyla eğildi. Onlar da ona
neşeli sözlerle karşılık verdiler; demek ki, hiçbir eksiği yoktu. Epey konuştu.
Sonra cebinden bir tabaka çıkardı - bu işi inadına yapıyordu-, burnunun iki
deliğine de enfiye çekti. Kendi kendine şöyle diyordu: "Ah, kadın milleti!
Namussuz millet! Haydi bakalım; almayacağım işte kızını. Öyle bedava yere par
amour olmaz.'' Bu olaylardan sonra binbaşı Kovalev, Nevski Caddesi'nde,
tiyatrolarda, her yerde sanki hiçbir şey olmamış gibi, dolaşıp duruyordu. Burnu
da bir şey olmamış gibi hep yüzünde duruyor, bir zamanlar ayrılmış olduğunu
belli etmiyordu. O günden sonra Kovalev'i hep neşeli gördüler. Yüzünde bir
gülümseme, durmadan, bütün güzel kadınların peşinde dolaşıyordu. Bir kez,
Gostine'deki dükkânlardan birinde nişan kordelesi alırken bile görüldü. Niçin
alıyordu, anlayamadık. Çünkü kendisine nişan falan verilmiş değildi. Geniş
imparatorluğumuzun kuzey başkentinde işte böyle bir öykü geçti. Ancak şimdi bu
öyküyü yeniden düşününce, içinde olmayacak şeyler bulunduğunu görüyorum. Burnun
yerinden ayrılması, böyle birçok yerde Danıştay Üyesi kılığında dolaşması, ne
denli anlaşılmaz bir olay olursa olsun, o konu ayrı; ama Kovalev gazeteye bir
burun için duyuru verilemeyeceğini nasıl anlamadı? Duyuru ücretlerinin
yüksekliğinden söz etmek istemiyorum; o denli elisıkı bir insan değilim çünkü.
Ama, bu işin yakışıksız, çirkin bir iş olduğunu nasıl anlayamadı. İyi ama,
nasıl oluyor da burun pişmiş bir ekmeğin içinden çıkıyor, sonra nasıl oluyor da
İvan Yakovleviç?.... Hayır, aklım ermez bu işe. Gerçekten, aklım ermez. Ama en
çok şaştığım, en çok akıl erdiremediğim başka bir nokta da, yazarların bu türlü
konuları alıp işlemeye kalkmaları. İnanın bana, bu açıklanamaz. Akıl
erdiremiyorum. Önce, ülkenin bundan hiçbir yararı yok; sonra... Yararı gene
yok. Ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum... Ama ne derseniz deyin, bazı noktalar...
Öyle ya, hangi işin bir şaşırtıcı yönü yok! Gene de insan, biraz düşününce bu
öyküde bir şeyler bulmuyor mu? Ne derlerse desinler, yeryüzünde bu türlü
olaylar oluyor; binde bir, ama oluyor!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder