NİLÜFER
Ben oraya koymuştum, almışlar,
Arasına sıkışık saatlerin.
Çıkarır bakardım kimseler yokken;
Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar.
Kışken ilkyaz sularımda açardı;
Buzlu dağlar gerisine kaçıracak ne
vardı?
Eski defterlerden sararmış yaprak.
Beni bana gösterecek anlamdı, almışlar.
Bir ışıktı yanardı yalnız gecelerde;
Akşam, çiçekler uykuya yattı,
Sardı karşı kıyıları karanlık-
Beni bana gösterecek lambamdı, almışlar.
(Yaz Dönemi,
İstanbul 1968, s.29)
Necatigil’in bu şiiri 1962’de İkinci Yeni’nin “yeni
dergisi”yle egemenliği iyice pekiştirmiş olduğu bir dönemde , İkinci Yeni’den
uzak bir yapıda, anlayışta yazılmış olmasıyla dikkati çeker. Necatigil’in ilk
şiirleri, kendini okura hemen veren şiirlerdir. Yaz Dönemi’yle başlayan dönemeçten Necatigil şiirinin gittikçe
kapalılaştığı görülür. Bu olgunun İkinci Yeni’yle hiçbir ilişkisi yoktur. Kareler ve Aklar’ın özellikle
“Kareler" bölümünde doruğuna çıkan bu “ kapalılık”, onun şiiri
yoğunlaştırma çabasından başka bir şey değildir. Necatigil, şiirini
yoğunlaştırırken, araya boşluklar bırakıp, okurun şiire etkin katılımını
amaçlar. Böylece, okur, boşlukları
kendince doldurarak şiiri yeniden üretir, zenginleştirir.
İkinci Yeni, imgelerin çağrışımına dayanan bir şiir anlayışıyla,
okurdan okura farklı yorumlanabilecek bir şiir üretiyordu. Onlar,
gerçeküstücülerin ruhsal otomatizminden çok, simgecilerin “farklı okunan” şiir
anlayışının aşırıya vardırılmış bir biçimini aktarıyorlardı. Gerçi simgecilerin
şiirlerinin iskeleti vardı ve her okuyucu şiir okurken, portresini bu iskeletin
üzerine kuruyordu, ona kendi renklerini katıyordu. II. Yenicilerin bir bölümü
şiirin iskeletini de kaldırdılar. İşte Necatigil’in İkinci Yenicilerden
ayrıldığı en önemli noktalardan biri budur. Ayrıca şair, okurun şiirin içine
girmesi için, ondan bir birikim, bir çaba istiyordu. Oysa İkinci Yeniciler,
okurun sadece imgelemini harekete geçirmesini bekliyorlardı.
Simgeciler, “duygularını kapalı, bilmecemsi bir dille”
anlatılırken, sezgiye dayanarak yazıyorlardı şiirlerini. Kullandıkları özgün
imgeler okurun yaşına, kültürüne bilgi birikimine... göre çeşitli biçimlerde
yorumlanabiliyordu. Baudeleaire’in “göğün balkonları” imgesini çok değişik
yorumlayabilirsiniz; ama “İçe Kapanış” şiirinin izleği konusunda tüm okurlar
birleşir.
Necatigil’in tutumu, simgecilerden ve İkinci Yenicilerden
çok farklıdır. Gerek simgeciler, gerekse İkinci Yeniciler geçmişle bağlarını
koparırken, Necatigil şiiri düne baka baka yazıyordu. Bu nedenle onun
kapalılığını aşmak için bir çaba gerekir. Bu çabanın başında Türkçe’nin şiir
serüveni çok iyi bilinmelidir. Hatta bu çabayı daha da ileri götürmek gerekir:
Dünya şiirinin doruklarını da bilmek! Çünkü Necatigil bir sonuç, Türk ve dünya
şiirinin bir sonucu. Yaptığı göndermeleri anlamadan, onun şiirini çözmek
zordur. Bu da yetmez, dilin çeşitli anlatım olanaklarını da bilmeniz gerekir.
Necatigil şiirini çözmek için, metne bir matematik
problemine eğilircesine yaklaşmak gerekiyor. Bu yolu deneyen her okur, onun
gönderisini aynı biçimde çözecektir. Başka bir biçimde söylersek, Necatigil’in
şiiri kişiden kişiye değişen bir yoruma açık değildir. Sadece bırakılan
boşlukları, okur kendi rengiyle boyar. Necatigil bu yönüyle daha çok Kapıkulu
şairlerine benzer. Nasıl ki Yunus’un,
Beni
bende demen bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeri
dizelerini, bütün sözcükleri
tanıdığımız halde, eğer tasavvufu bilmiyorsak, bize bilmece gibi gelirse,
anlamlandıramazsak; Necati’nin,
Şam-ı zülfünle gönül Mısrı harap oldu deyu
Sana iletti kebuter haberi döne döne
beytini sözlüğe bakarak da
anlamlandıramayız. Çünkü bu dizeleri anlamak için, onların üzerine oturduğu
“felsefe”yi bilmemiz gerekmektedir. Necati’nin beytini anlamlandırmamız için,
Şam kentinin adının “akşam”, Mısır’ın “ülke” anlamına geldiğini de, Kapıkulu
şiirinin söz oyunlarına dayandığını da, ayrıca şairin sevgilisinin saçlarının
mutlaka siyah (zülfün gecesi) olacağını da, güvercinin “haberci” olduğunu ve
döne döne (takla atarak) uçtuğunu da... bilmemiz gerekiyor. İşte Necatigil
şiire bu anlayışla yaklaştığı için onun şiirinin içine girmek “zor”laşıyor. Ama
içine girilebilirse Necatigil’in şiirlerinin büyük bir bölümünün lirik olduğu
da görülecektir. Bu yoğunlaştırma işi kimi şiirlerde lirizmi köstekliyorsa da,
“Nilüfer” bunlardan değildir.
Necatigil’in şiirleri için “içine girmek” sözlerini
kullanmam bir rastlantı değil. Onun şiirinde “anahtar sözcükler” vardır. Bu
anahtar sözcüklerle şiirin kapısını açabiliriz. Bu sözlerimizi şimdi “Nilüfer”
şiirinde somutlayalım:
Şiirin cümle kapısının anahtarı dört kez yinelen “almışlar”
sözcüğüdür. Bu eylemin kişisi çoğuldur ve belirsizdir. “Almışlar”ın öznesi
belli değildir. Ama bu “gizli” özne, şairin “oraya” koyduğu, kendine ait olan
“bir şey”i almıştır; bu da şairin yakınmasına, “almışlar”ın dört kez
yinelenmesine neden olmaktadır.
Şiirin cümle kapısından girdikten sonra, onun mahrem odasını
açacak olan sözcüğü arayabiliriz artık: Almışlar eyleminden yakındığına göre,
alınan “şey”i, yani nesneyi bulmamız gerekiyor. Bu alınan “şey”, “sıkışık
saatlerin” arasına konmuştur, “ayna” dır, “anlam”dır, “lamba”dır,“kışken ilk
yaz sularında açar”. Bu özellikler şiirin adı olan sözcükte vardır. Nilüfer
“sularda açan” bir çiçektir; ama “ilkyaz sularında” açmaktadır. “İlkyaz” mecaz
olarak “gençlik, yeni yetme dönemi”ni anlatır. Nilüferin aynı zamanda bir kız
adı olduğunu düşünürsek şiirin içine girmiş oluruz. Şairin gençlik anısı
Nilüfer alınmıştır ve şair bundan yakınmaktadır.
Bundan sonra şairin ayrıntılarına girebiliriz:
Şiir çok yoğun üç dörtlükten oluşuyor. İlk dörtlükte
“sıkışık saatler” imgesi çıkıyor karşımıza. Şair, derslere girip çıkan, yazılı
kâğıtları okuyan, otobüs bekleyen, evin alış verişini yapan, kitaplar
hazırlayan, eşine, çocuklarına, dostlarına vakit ayıran büyük kent insan olarak
sürekli koşuşturma içinde, hep bir yerlere yetişme telaşında bir kişidir. İşte
bu sıkışık saatlerin, dar vakitlerin arasında “kimseler yokken” çıkarıp baktığı
bir “resim”dir Nilüfer. Bu resim, gençlik döneminin fotoğrafıdır. Kuşkusuz bu
resim somut değil, soyuttur. Çünkü Nilüfer bir anıdır. Bu anı, şaire “ben”i
yansıtan bir aynadır. "Beni bana
gösterecek aynamdı.” dizesinde, şairin şimdiki beninden memnun olmadığını,
“gençlik beni”ni “ben” saydığını rahatça çıkarabiliriz. Burada da şair, büyük
kentin ve koşuşturmacaların “benini” parçaladığından, kendi olmadığından
yakınmıştır. Böylece “almışlar”ın öznesini de çıkarmış oluruz: Büyük kent ve
taşıdığı sorumlulukların getirdiği koşuşturmalar.
Necatigil, aile reisi, öğretmen, dost olarak taşıdığı sorumlulukları
altında hep ezildiğini duyumsamıştır. Bu yüzden onun şiirlerinde bir kaçış
özlemi vardır. Çünkü o, kendini büyük kentin ve sorumlulukların içinde “mahpus”
olarak görür. Tarancı’nın ardından yazdığı “Tarancı’da Yaşamak” adlı yazısını
da, kendini yansıtan dizelerle bitirir:
Uzak bir iklimin havasında
Bütün sevdiklerim hülyamı paylaşır
Bense camlar, camlar arkasında.3
Necatigil bir çok
şair gibi kaçmak, uzaklara gitmek ister. Kuşkusuz her iki şairin kaçmak
istemesinin altında başka nedenler yatar. Fikret, “seninle” şiirinde:
Seninle
gel, bu muattar harim-i ilhamın
İlelebet kalalım zill-i ihtişamında
derken sevgili ile güzel
kokulu esin koyunun (muattar harim-i ilhamın) görkemli gölgesinde (zill-i
ihtişamında) sonsuza kadar kalmak, Saray’ın baskısı altındaki İstanbul’dan
kaçmak ister. Ahmet Haşim “O Belde”ye sığınıp “ince, saf, leyli” kadınlarla
birlikte olmak, Yahya Kemal “küçük” bir cumhuriyetten kaçıp “koca” bir
imparatorluğa sığınarak, üç yüz yıldır yenilmekte olan bir ulusun bireyi olarak
ruhsal bir huzura kavuşmak ister. Cahit Sıtkı da, adımını atarken ölçülü olmak
zorunda kalmayacağı bir ülkeye kaçmanın özlemi içindedir. Necatigil de “Çarmıh”
ta4 belirttiği gibi yıldızlara bile kaçmayı düşünebilmektedir:
Tirenler,
gemiler, yıldızlar...
Paramı yollara yatırmak isterdim,
Yaşamak uzak şehirlerde... Nerde?
Ev kirası, elektrik, su parası
Kasabı, bakkalı, terzisi...
Birini kaparım, biri açılır
Masraf kapıları masal kapısı
Şairi, aile bireylerinin beklentileri yanında yakın
akrabalarının beklentileri de yıldırmıştır. Bütün bu sorumlulukları yerine
getirmek için verdiği savaşımlar yüzümden artık Nilüfer’ini anımsamaya vakti
kalmamıştır. Bu küçük mutluluk ondan esirgenmiştir.
İkinci dörtlük, çok yaygın kullanılan iki mecazda başlıyor:
Kış ve ilkyaz.
Bu iki mecaz, Servet-i Fünun’dan bu yana şiirimizde çok
kullanılmıştır. İnsan ömrünü günün saatlerine ya da yılın mevsimlerine
benzetmek çok “klasik” bir istiare olmuştur. Özellikle Cahit Sıtkı’nın
şiirlerinde bu anlamda “bahar”, “sonbahar” çok kullanılmıştır. Necatigil,
yanılmıyorsam “bahar” yerine “ilkyaz”ı kullanan ilk şairdir. Kaldı ki “bahar”
daha çok çocukluk yıllarını çağrıştırırken, “yaz” gençlik yıllarını çağrıştırmaktadır.
Şair kitabına “Olgunluk Şiirleri” yerine “Yaz
Dönemi” adını koyarken de aynı mecazdan yararlanmıştır.
“Kışken ilkyaz,
sularımda açardı” dizesinde virgülün önemli bir işlevi var. Dizeyi iki
düzlemde okutmak! Onu, “Kışken ilkyazdı.” diye okursak, şair yaşlılığında
Nilüfer’i anımsadığında “ilkyaz”ı, gençliğini yeniden yaşadığını anlatmış olur:
Nilüfer’le geçen günlerimi anımsadığım zaman, sanki gençleşiyorum! Dizeyi
virgülsüz okuduğumuz zaman da “Şu anda yaşlıyım, Nilüfer gençlik yıllarımda
açan bir çiçekti” biçiminde okuyabiliriz. Ayrıca Nilüfer, ilkyaz, su, açmak
sözcükleriyle tenasüp sanatı yapma olanağı da doğuyor.
“Sularında” sözcüğü “su”yun çoğulu olarak okunabileceği
gibi, “zamanın da, sıraların da” olarak da okunabilir. Necatigil bu yönteme çok
sık başvurur. Şair, burada Kapıkulu şiirinin tevriyesinden yola çıkar. Ama o,
bunu bir söz oyunu olsun diye kullanmaz, şiiri yoğunlaştırıp az sözle çok şey
anlatmak için kullanır. Bunu o kadar ileri götürür ki, şiiri yalnız iki
düzlemde değil, bir çok düzlemde okutur bize:
Aşkın
bir yüzü vardır değişir dağlar
Ozanlar o yoldan yürümeli elleyin
Yukarıdaki dizelerde “aşkın” sözcüğü: a) alışılmıştan çok
fazla, b) felsefi terim olarak, deney yoluyla saptanmasına olanak olmayan,
duyular dünyasını aşan, deneyüstü, c) aşk sözcüğünün tamamlayan eki almışı
anlamlarında üç düzlemde kullanılmıştır. “Dağlar” sözcüğü de “dağ”ın çoğulu
olarak kullanılırken, “dağla-“ eyleminin geniş zamanı olarak da kullanılmıştır.
“Elleyin” sözcüğü hem “yabancılar gibi”, hem “el ile”, hem de “elle-“ fiilinin
emir kipi olarak kullanılmıştır. Bu durumda yukarıdaki dizeler, on sekiz ayrı
biçimde okunabilir. Her okunuşta da dizelere yeni anlam açılımları
sağlanabilir.
“Buzlu dağlar” burada “anımsayamama” anlamında kullanılmış
bir mecazdır. “Buz” soğukluğu, sevimsizliği çağrıştırmaktadır. Nilüfer,
sorumlulukların doğurduğu yükümlülükleri yerine getirme koşturmacası yüzünden
anımsanamaz olmuştur. Daha doğrusu onlar, şairin o günleri anımsamasına izin
vermemektedirler. Bu da “yaşar gibi” yaptığı dünyasının anlamsızlaşması
sonucunu doğurmuştur. Şairin gençliği sararmış bir defterdir. O, bu defterin
sayfalarını geriye doğru çevirdiğinde yaşantısına “anlam” katan Nilüfer’le
geçirdiği anları yeniden yaşamaktaydı. Oysa o defter artık sararmış, solmuş; o
günleri iyi seçememektedir şair. Burada ayrıca gençlik yıllarında defterler
arasına çiçek koyup kurutmaya bir anıştırma var. Çünkü Nilüfer, aynı zamanda
bir çiçektir. Şair, sözcüğün bu iki anlamından, yukarda da Nilüfer’in suda yetişen
bir çiçek olması dolayısıyla yararlanmıştı:
Üçüncü kıtada şair, Yunan mitolojisinin ünlü bir aşk
öyküsüne gönderme yapmaktadır:
Şimdi bu öyküyü Necatigil’in kaleminden okuyalım:
"Heles pantos (Çanakkale Boğazında) Abydoslu bir genç
olan Leandros, boğazın karşı yakasında Sestos şehrinde bir Aphrodite rahibesi
olan Hero’yu seviyor, her gece yüze yüze karşıya geçip sevgilisiyle
buluşuyordu. Hero’nun koyduğu bir ışık, Leandros’un karanlıkta yolunu bulmasını
sağlıyordu. Bir gece fırtına ışığı söndürdü. Leandros boğuldu, Hero kendini
kuleden aşağı attı."5
Üçüncü kıtayı bu öykünün ışığında okursak, Necatigil’in bize
anlatmak istedikleri daha iyi anlaşılır.
Nilüfer, Hero’nun, sevgilisine yolunu yitirmemesi için
tuttuğu ışık gibidir. Çünkü Nilüfer’in aydınlığıyla “karşı kıyılar”a,
gençliğine dönebiliyor, o günleri yeniden yaşayabiliyordu. Burada gece hem
gerçek anlamında, hem de simgesel olarak “mutsuzluk” olarak okunabilir. Bu
durumda da şairin Nilüfer’e, dolayısıyla gençliğine kaçışı, yalnız kaldığı gecelerde
olmaktadır. Çünkü bunu başkasının yanında yaşayamaz. Başkasına açamaz.
Toplamsal baskılar nedeniyle “evli, mazbut” bir kişinin “başkası”nı düşünmesi
hoş karşılanmaz. Bunun sonucunda şair o mutluluğu sadece yalnız başına kaldığı
gecelerde yaşayabilir. “Yalnız”ı bir edat olarak “sadece” anlamıyla okursak,
şairin Nilüferi yalnızca mutsuz olduğu zamanlarda anımsadığı, mutsuzluktan
kaçmak için ona sığındığı sonucunu çıkarabiliriz.
“Akşam” sözcüğü yaşlılığı anlatan çok kullanılmış bir
istiare. Şair yaşlanmıştır; güzelliğin, mutluluğun kaynağı olan “çiçekler”
uyumuşlardır artık. Gençlik, uzak, ulaşılması imkânsız bir kıyıdır. Karşı kıyı
artık bellekten silinmiş, karanlıktır, seçilememektedir. Şairin o yolu
seçebilmesine yardımcı olan “lamba”sı yoktur artık. O, büyük kentin hızlı
akışına teslim olmuş, Leanrdros gibi boğulup gitmiştir.
Şiirin son kıtasında şairin “y” ve “k” aliterasyonuyla yarattığı ses estetiğine
de dikkati çekeyim.
Bu çözümleme fazla didaktik oldu belki.
Öğretmenliğimden gelen bir alışkanlık olsa gerek.
Asıl istediğim, günümüz şiirindeki
“imge” kargaşasına dikkati çekmek, günümüz şiiri üzerinde düşünmeye çalışmak.
Günümüz şiirinde baskın olan eğilim
özgün “imge”ler yaratmak bir kez tutturduk ya “şiir imgeler yaratma sanatıdır”
diye, şairler imge avına çıkar oldular. Bir şiiri değerlendirirken “Aaa, şu
imge ne güzel!” demeye başladık. İmge güzel de şiir nerede? Güzel imgeleri üst
üste yığınca "güzel şiir" doğmuyor. Şiirin bütünlüğü için imgelerin
birbiri ile bağlantılı olması gerekli. Bu bağlantı sağlanamadığı için günümüz
şiirinde belkemiği yok. İmgeler
yığınında şiir çıkmaz!
Necatigil’in öğüdünü anımsamanın
sırası. Şiir geçmişimizi bilmeden güzel şiir yazmak olası değil. Bu bilmek,
“okuyup geçmek”değil. O şiiri çok iyi irdelemek gerekir. Konuştuğum tüm genç
şairlere Mehmet Fuat’ın Nazım’ın “Bugün Pazar” adlı şiirinin oluşumuyla ilgili
yazısını öneriyorum. Nazım en güzel şiirlerinden biri olan “Bugün Pazar”ı
oluştururken metinle nasıl kavga etmiş, ilk yazılışında da güzel olan bu şiiri nasıl
yetkinleştirmiş, bunlar okunup üzerinde düşünülmeden yazılan şiirin sadece bir
taslak olacağı açıktır.
Şiire hiçbir zaman sıfırdan başlanmaz.
Şiir bir dil olgusu olduğu için, mutlaka geçmişin üzerine kurulur. Bu sözlerim
hiçbir zaman “gelenekçilik” olarak yorumlanmamalıdır. Geleneği dönüştürmek için
bile geleneği bilmek gerekir. Garip şiirinin bir saman alevi gibi sönmesinin,
kurucuları tarafından bile hemen terk edilmesinin altında “inkârcılık” vardır.
Geçmişin birikiminin tümüne karşı savaş açtığımız zaman, sıfırdan başlamamız
gerekir ki, bu da şiirin dışına düşmemiz sonucunu doğurur. Genç şairin görevi,
şiirin bayrağını ustaların elinden alıp daha yükseklere çıkarmak olmalıdır.
Yoksa bir ustayı sürdürmek nasıl ki kişiliksiz bir şiir yazılması sonucunu
doğurursa, ustaları tanımadan yazılan şiir de gecekondu olur. İkinci Yeni,
BirinciYeni’ye tepki olarak doğdu. Tez değil, anti–tezdir İkinci Yeni. Şimdi
İkinci Yeni’den bugüne kalan şairlere bir bakalım. Hangi şiirleri okunuyor?
Turgut Uyar’ın eşi bile yakınıyor onun okunmayışından. Cemal Süreya ise
okunuyor. Ece Ayhan’ın “Bakışsız Bir Kedi
Kara”sı okunmuyor ama, “Devlet ve
Tabiat”ı okunuyor.
İmgeleri üst üste yığmayı “kent şiiri”
yazmak sananlar, kentin çok katmanlı, çok karışık, değişken dinamikleri olan
oluşum olduğunu farkında değiller. Sen kenti tek renk olarak mı görüyorsun?
Kente çokgen bakmadığında da, kentin damarlarından kan almayan, kentten,
dolayısıyla hayattan kopuk, insansız bir şiir yazarsın. Adını da, şiirini de,
hatta bir dizeni bile hatırlayan çıkmaz. İnternette birkaç arkadaşına okutursun
şiiri, o kadar.
Ölümünün yıl dönümünde Necatigil’i
yeniden okumak, onun şiirinde Kapıkulu şairlerinden gelen sözcükleri istif etme
ustalığı yanında, dili çok boyutlu kullanma dikkatini bir kez daha değerlendirmek
genç şairlerimiz için çok yararlı olacaktır.
Varlık, Aralık 1997, S.1083
sabit kemal bayıldıran
(1) Bir
gün ders çıkışında Necatigil’in yanına sokulup “Hocam, İkinci Yeni’yi okuyorum,
anlamıyorum.” demiştim. Elini omzuma koyup “Servet-i Fünun’u, Ferc-i Âti’yi,
Birinci Yeni’yi... biliyor musun? Bunları bilmeden İkinci Yeni’yi bilemezsin.”
demişti.
(2) Bak.
Orhan Veli, Fransız Şiiri Antolojisi,
Varlık Yayınları, İstanbul 1963, s.46, çev. Sabahattin Eyüboğlu. Kötülük Çiçekleri, çev. Sait Maden,
Çekirdek Yayınlar, İstanbul 1996, s .
283,
(3) Cahit
Sıtkı Tarancı, Sonrası, İstanbul
1962, s.131
(4) Eski Toprak,
İstanbul 1965, s.23
(5) Behçet
Necatigil, 100 Soruda Mitologya,
Gerçek Yayınevi, İstanbul 1969, s.57.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder