Yumurtalı ekmek kokusuna bulanmış bir odada Zarifoğlu’yla eskimeyen bir hüznü paylaşmak ve edebiyatı savaş alanına çevirenlere masum küfürler etmek, arada bir cama bakışları dayayıp ego parlatma seanslarına bizi zorla tanık edenlere de acımak, karşılık beklemeden yazılar yazmanın ölümü sessizleştiren taraflarıyla konuşmak, karşılıksız aşklar mezarlığı gibi bir gökyüzünün bu kez kar indiren bulanıklığına sevgiyle bakmak, “Fayrap”çılarla “Yedi İklim”cilerin münakaşasına katılıp katılmamayı da düşünmek, “başka kavgalar dururken burada ne tür bir tatmin peşindesin Süleyman?” sorusuna bulaşmak, adını bir soytarının adının altında görüp buna öfkelenmek, Paul Auster’in son romanı “GÖRÜNMEYEN”i ne idüğü belirsiz bir sonla bitirmesine önce kızıp sonra onun bu kendinden emin ve kimseyi iplemeyen tavrına saygı duymak, hala Nurettin Durman’ın bir türlü yazamadığı “şiirler”ini yayımlayanlara kızıp bunu e-postayla muhataba iletmek gibi onca Allahsız meşguliyetin bir yerinde içimde hala temiz kalmış “oraya” seslenen o baba adamın şiirine kalbime huşu ekleyip kulak kabartmak:
Bakıyorsun kuşlar
Hazır
Sokak lambaları yanık unutulmuş
Bir kadıköy vapuru hınca hınç insan
Çok geçmeyecek
Martılar beyhude turlar atacak
Kıyılar lağım konserve kutuları
Mısır koçanları
Sevgi aranabilir yine
Korkusuzca say koskoca kederlerini
Bir kuyu bulunabilir
Aklımdan çıkmıyorsun
Sen hala dizüstü
Bunca anıyı besleyerek
Sokaklarda avaz avaz konuşarak kendi kendinle
Mektupları öpebilirsin kırmızı dudaklarınla
Görür gibi olarak açıp baktığımı
Bense şöyle diyorum:
Buradan bir acı kanamış boyuna
Kuşlar hazır
Öncü havalanmak üzre
Şehri gelen bir mevsime bırakıyorlar
O vapur hala hınca hınç
Kim bilir her biri hangi dünyaya sağır
Çok geçmez aradan
Kadınlar kapı önlerinde
Ellerinde meşalelerle
Aydınlatırlar gelip geçen erkek suratları
Yorgun bir sarıyla ben de
Geçeceğim önlerinden
Aklımdan çıkmıyorsun dedim
Başka türlüsünü yorgunum anlatmaya
Telefonlar yan hücrede çalışıyor
Bense kurşunî bir dere
Ağaçlar hayvanlar bile kaygılı
Onu bir mersedesten indirdi kalçasına kadar açılarak
Yapayaşlı bir rum kadın
Herşeyde yanıp sönen bir kıyamet algısı
Haydi koşayım diyorum belki dağılır
Koşuyorum
Sancağımda kendi rüzgârımla ölgün kıpırtılar
Hayır daha sevgili daha sevimli değil
Ne başka bir gün ne başka bir zaman
Çok geçmeyecek aradan
Şöyle diyeceğim:
Bulutlar açmadı
Mavi gök orda mı?
MAVİ GÖK ORDA MI/ CAHİT ZARİFOĞLU
“Onu bir mersedesten indirdi”
Bu dizede öyle çok acı saklamış ki şair. Şiirin tamamına sinen yalnızlık ve hüznün burada uğradığı saldırıyı apaçık görebiliyorum. Sanki şiir boyunca sakladığı ya da söylemek istemediği bir sahneyi artık daha fazla tutamıyor içinde ve bize şikâyet ediyor hüznün tüm güzelliğini kirleten neyse onu.
Kar, tıpkı bir hatıra gibi, hatırası olmayan bir adama teselli gibi, sanki yerden göğe doğru telaşla yağarken, şiirin eskimez güzelliğini başımın tacı yapıyorum. Kâğıdın duyacağı kadar bağırıyorum ben de:
Sen ey sonrasız güzellik!
Ey eskimeyen damar!
Ey hiçliğin süsü!
Ey karanlık nefes!
26.1.2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder