Ölümünden bir süre önce Markopaşa’da yayımladığı kısa metinlerde Sabahattin Ali, yazarlığını şekillendiren etik programı ana hatlarıyla ortaya koymuştu. Nâzım Hikmet’in 1941’de başlayıp 1947’de Bursa Hapishanesi’nde tamamladığı Memleketimden İnsan Manzaraları’ndaki “memleket” zemini üzerinde inşa edilmiş patrimonyal “yurtseverlik” ahlakıyla örtüşen bu metinler, 1930’lu yıllarda Cumhuriyet radikalizminin kurguladığı “memleket edebiyatı”na ilişkin önemli ipuçlarına sahipti. Etik kökleri Kemalizmin tam bağımsızlıkçı ülke mitiyle sarılmış Markopaşa metinlerindeki egemen söylem, aynı zamanda doğru yoldan ayrılanlara yönelik mesihçi bir çağrıydı. Eski ve yeni dünya arasındaki eşik üzerinde âdeta havari kimliğine bürünen yazar, savaş sonrası oluşan tedirgin kalabalığa karşı sanki vasiyetini dile getiriyordu. Sesi yüksek, üslubu sarsıcıydı. Üzerinde titizlikle durduğu konular; a) siyasi ve ekonomik alanda verilen tavizlerle ülke bağımsızlığına gölge düşürülmesi, b) Köy Enstitüleri’nin yozlaştırılarak eleştirel bilince sahip insan yetiştirilmesinin engellenmesi, c) irtica odaklarının baskılarına boyun eğilmesi, d) sahte “hürriyet” ve “demokrasi” kavramları üzerinden Cumhuriyet’in yıpratılması, e) bütün bu sapmaları olağan karşılayan gevşek dokulu bir ahlak anlayışının topluma kabul ettirilmeye çalışılması.
Sabahattin Ali’nin 1947’de ulaştığı bu sınır, 1930’ların kurucu değerlerini kemirmeye başlamış etik çürümenin hız kazandığı siyasi tuzaklarla dolu tehlikeli bölgeden geçmekteydi. 1946-1950 yılları arasındaki çokpartili hayata uyum sürecinde hem Cumhuriyet’in devrimci ruhunu zedeleyen hem de bu ruhla yaratılmış yerli “memleket edebiyatı”nı karikatürleştiren yeni siyasi söylem, önce Sabahattin Ali’nin naif hümanizmini susturmaya çalışmış, başarılı olamayınca yazarı ortadan kaldırmıştı. Böylece ülke demokrasi çağına, “hür dünya”nın değerleri adına işlenmiş bir yazar cinayetiyle giriyordu. Bu trajik olayı, Nâzım Hikmet ve Sertel’lerin Türkiye’yi terk etmeleri izleyecekti.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ülkenin siyasi ve kültürel hamurunu yoğuran yegâne güç, taşraydı. Demokrasi, bir taşra ideali olarak kutsanmış, toplumsal hayatın ufku kasaba ve köy topografyasıyla sınırlandırılmıştı. Toprak ağaları, büyük çiftlik sahipleri, aşiret beyleri ve bunların nüfuzu altında kendi geleceklerini kurtarmaya çalışan Cumhuriyet bürokratları yeni hayatın zevkini çıkartırlarken, bir kuşak öncesinin taşra hayatını yansıtan “memleket edebiyatı” unutulmuştu bile.
Refik Halit’in idealizmi uyuşturan Osmanlı taşrası, Sabahattin Ali’ye miras kalmıştı. Onun taşrası ise mutlaka uyandırılması, inşa edilen ulusun geleceğine ortak edilmesi gereken bir yaşam alanıydı. Aslında Sabahattin Ali yarı taşralı sayılırdı.
Bir Taşra Ethos’u Olarak Memleket Edebiyatı
Aralarında Sabahattin Ali’nin de bulunduğu bir grup yazar, 1930’lu yıllarda taşra dünyasını edebiyatın merkezine yerleştirmişti. İlhan Tarus, Memduh Şevket Esendal, Aka Gündüz, Sadri Ertem ve Bekir Sıtkı Kunt gibi yazarlar, Mütareke döneminde (1918-1922) Refik Halit ile Reşat Nuri’nin sistemleştirdikleri taşra ethos’unu “memleket edebiyatı”nın kurucu ilkesi olarak benimseme anlayışını izlemişler, bu ilke etrafında kurdukları metinlerde Cumhuriyet’in dönüştürmeye çalıştığı toplumsal durağanlığın trajik boyutlarını yansıtmaya çalışmışlardı.
19. yüzyıl reformlar çağında İmparatorluk haritası siyasi erozyona uğradıkça taşra ethos’unun imge değeri kamusal zihindeki somut karşılığını “memleket” gerçekliğinde henüz bulamamıştı. Taşra ethos’u “memleket edebiyatı”nın kurucu ilkesi olarak Osmanlı entelijansiyasının zihninde geç sayılabilecek bir dönemde, Mütareke yıllarında canlanabildi. Oysa belli bir kültür coğrafyasına bağlı bu toplumsal duygu yoğunlaşması gayrimüslim yazarlar arasında Tanzimat öncesine uzanan köklü bir geçmişe sahipti. Bunun anlamı açıktır: Birinci Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı yazarlarının metinlerini soyo-kültürel bir zemin olarak ayakta tutacak “memleket” kavramı henüz olgunlaşmamıştı. Dinsel öğretinin “Darü’l-İslâm” ve “Darü’l-Harb” olarak ikiye ayırdığı yeryüzü haritasında Müslüman kalabalıkların sığındıkları “hanedan mülkleri”, Namık Kemal’in soyut “vatan”ı ve Ziya Gökalp’in ütopik “Turan”ı gibi modernleşmeci ideoloji içinde bir an belirip sonra kaybolan hayal adalarından ibaretti. “Memleket” gerçekliğinden yoksunluk, modern dönem Osmanlı yazarının geniş ölçekte toplumsal hayata nüfuz edebilmesini engelliyordu. Bu engel ancak Mütareke döneminde aşılabildi; ama bunun Osmanlı edebiyatına artık bir katkısı yoktu; çünkü “memleket” bir kavram olarak değil, somut bir varlık olarak kaybedilmişti.
Taşra ethos’unu ilk fark eden Refik Halit’ti. 1913-1918 yılları arasında sürgün cezasını çektiği Sinop, Çorum, Ankara ve Bilecik’teki yerli hayata ilişkin gözlemleri, edebiyatımıza Memleket Hikâyeleri’ni kazandırdı. Bu epiküryen yazar, Osmanlı taşrasına dağılmış insan kalıntıları arasında gezinirken haz duygusuna yenik düşmüş idealisti keşfetmişti. Onun dengesi bozulmuş değerler sisteminde, çöken imparatorluğu son insanlık trajedisi olarak saptadı ve bu görüntüyü “memleket edebiyatı”nın tema kataloğuna kaydetti. Hayatının büyük bir bölümünü taşrada geçiren Sabahattin Ali, yanında daima bu kataloğu taşıyacaktı.
1930’ların başında Cumhuriyet hızla keskin bir dönemece girmişti. Bu beklenmedik savruluş sırasında etrafa saçılan geçmiş zaman malzemeleri arasındaki Osmanlı revivalizmi aceleyle toplanıp düşünce hurdalığına kaldırıldı. Artık direksiyonda Avrupa’dan dönen gençler vardı. Yeni hayat için yeni insan yaratılacak, modern olanla ulusal olan kaynaştırılacaktı. Kuşkusuz, bütün bu entelektüel girişimler temelde basit bir eyleme dayanıyordu: inşa etmek.
“Memleket edebiyatı”, üstlendiği ana işlevler açısından bir “şantiye edebiyatı” idi. Çıraktan ustaya kadar her şantiye işçisi, ana yapıya taş taşıyordu. Üst üste koymak, yan yana getirmek, iç içe geçirmek teknik bir projeyi gerçekleştirme aşamalarının ötesinde, bir edebiyat metnini kurgulamak anlamına da geliyordu. Edebiyatçı ile mühendis şantiyede buluşmuştu.
Sabahattin Ali, taşra şantiyelerinde “memleket edebiyatı”nı inşa eden ilk kuşak Cumhuriyet yazarlarındandı. Kullandığı malzeme, Osmanlı enkazı altında kalmış taşra insanı ve hasara uğramış yaşamöyküsüydü. Yazarın sanat anlayışı bu enkaz altındaki insanı kurtarmak, ona yeni hayatın bilincini taşımaktı.
Bir enkaz alanı olarak taşra, Sabahattin Ali’nin metinlerinde kendi içine kapalı bir mekândır. “Arap Hayri” (1936) başlıklı öyküsünde taşra fizyonomisini, içinde yer aldığı toplumsal hayat dokusuyla birlikte çizer: “Yirmi beş yolcu taşıyan bir Şevrole kamyonla buralara gelip üç dört gece kıraathanenin üstündeki otel kılıklı yerde, yahut avlusu çamur ve benzin kokan handa kalanlar, eğer gözleri kör değilse, hayatın akışına sessizce uyup giden, başlıbaşına bir dünya görürler.” (Kağnı, 1936, s. 35) Bu dünya “donmuş sanılan hayat”ı kuşatır ve şehirlerdekine oranla daha amatörce dışavurulmuş ihtiraslara, icra edilmiş sarsıcı serüvenlere sahne olur. Böylece taşradaki insan serüveni hayatın olağan akışı içinde seyredilen bir kader oyununa dönüşür. Bu oyunu bozmaya, kurallarını değiştirmeye kalkanlar hayatın dışına itilirler. İnsanın trajik serüveninden geriye, seyrek de olsa bir taşra muhabirinin yerel gazetelerde çıkan haberi kalır ve o da çok geçmeden unutulur.
Taşranın insan öğüten iç düzeni, bunu rasyonalize eden etik yapısı, Sabahattin Ali’nin metinlerinde kurguyu oluşturan ana eksendi. Karakterler bu eksen etrafında kümelenir ve oyunu yöneten otoriteye mutlak boyun eğerlerdi.
Taşrada dışardakilerin (yabancıların) içerdekilere (yerliler) doğru yaptıkları uygarlık yolculukları, Sabahattin Ali metinlerinde mutlu sonla noktalanmaz. Çarpışma kesindir.
İnsan öğüten taşra motifi ilk defa Refik Halit’in “Şeftali Bahçeleri” (1919) başlıklı öyküsünde işlenmişti. Yazar son dönem idealist Osmanlı bürokratlarının taşrada yozlaşarak amaçsızca ömür tüketmelerini ironik bir üslupla yansıtıyordu: “Burası Anadolunun Saadâbadı idi. Tıpkı Saadâbad gibi burada da mütemadiyen sazlar çalınıp çengiler oynar; gazeller okunup şiirler yazılırdı. İçki düşkünü mutasarrıflar, müdürler içinde çoğu şairdi; Nedimâne gazeller yaparlar; aruzdan, tasavvuftan bahisler ederler; mevlevîlikten, melâmîlikten dem vururlardı. Ömürleri sazla, sözle tatlı tatlı geçerdi. Bu keyif düşkünü memurlar suya sabuna dokunan işlere karışmadıklarından senelerce yerlerinde kalırlar, âdeta kasabayı benimseyip evler yaptırırlar, havuzlar açtırıp kameriyeler kurdururlardı. Zaten ekserisi eski devrin hoş görmediği, mağduren gönderdiği kimselerdi. Terfi ümidinde olmadıklarından resmi işlere ehemmiyet vermezler, zevklerine bakarlardı.” (Memleket Hikâyeleri, t.y., s. 33)
Refik Halit’in idealizmi uyuşturan Osmanlı taşrası, Sabahattin Ali’ye miras kalmıştı. Onun taşrası ise mutlaka uyandırılması, inşa edilen ulusun geleceğine ortak edilmesi gereken bir yaşam alanıydı. Aslında Sabahattin Ali yarı taşralı sayılırdı. Çocukluğu ve ilkgençliği Edremit’te geçmiş, daha sonra görev nedeniyle Yozgat, Konya ve Ankara’da bulunmuş, Aydın ve Sinop’ta hapis yatmıştı. Ömrünün son birkaç yılı hariç tutulursa taşra onun bütün dünyasını kuşatıyordu. Diğer taraftan o, taşranın hem yerlisi, hem de yabancısı olarak melez bir kimlikti. Bu özellik Sabahattin Ali’ye bir taşra gözlemcisi olma özelliğini kazandırırken, yaşananlara içerden ve dışardan bakabilme ayrıcalığını da tanımıştı. Dışardan gözlemle taşranın iç gerçekliğini şekillendiren yerli hayatı; içerden yaptığı gözlemle de dışarıda kalanı, köy ve kasaba gerçekliğine nüfuz edemeyen yabancının trajedisini mercek altına alabiliyordu.
Dışardakiler kimlerdi? En başta öğretmen, tercüman ve mahpus kimliğiyle kendisi; daha sonra belli aralıklarla ortak bir hayat zemini üzerinde buluştuğu kaymakamlar, mal müdürleri, istasyon şefleri, dava vekilleri, jandarma kumandanları, hekimler, müfettişler ve başöğretmenlerden meydana gelen Cumhuriyetçi vilayet erkânı. Gençlik arkadaşı Ayşe Sıtkı’ya Sinop Cezaevi’nden yazdığı 6 Temmuz 1933 tarihli mektupta, üzerindeki bu taşra sıkıntısını bütün çıplaklığıyla anlatmaktadır. Bu ruh karartıcı sıkıntı zamanla katılaşıp idealist bürokratların bilinçlerini köreltecekti. Refik Halit’in “Şeftali Bahçeleri”ndeki Tahrirat Müdürü Agâh Bey’i gibi Kuyucaklı Yusuf’un Kaymakam Salâhattin Bey’i de aynı kader çizgisini izleyerek taşra anaforunda kaybolurlar. Sabahattin Ali, idealizmi yok eden bu anaforun iki temel belirleyicisini, Kuyucaklı Yusuf’ta ana metinden ayrılarak, sosyolojik birer dipnot şeklinde kaydetmişti. Bunlardan ilki “rakı”, diğeri de “evlilik”le ilgiliydi. Rakı, taşra hayatını idare eden gizemli bir iksirdi yazara göre: “Bereket versin Anadolunun bu yalnız kendisine mahsus dertleri yanında bunların gene yalnız kendisine mahsus çareleri vardır. Bunlardan en birincisi ‘rakı’dır. Burada felâketzede memur içer; müflis tüccar içer; fena mahsul çıkaran eşraf içer; senelerdenberi aynı köşede bırakıldığı için içerliyen zabit içer ve nihayet karısı ile geçinemiyen kaymakam içer…” (Kuyucaklı Yusuf, 1937, s. 14) İkinci not ise “karısıyla geçinemeyen kaymakam” tiplemesinin toplumsal arka planı için düşülmüştü: “Bizim küçük Anadolu şehirlerimizde bu müzmin evlenme hastalığı daima hüküm sürmektedir. En kuvvetliler bile bir iki sene dayanabildikten sonra bu amansız mikroptan yakalarını kurtaramazlar ve kör gibi, önlerine ilk çıkanla evleniverirler. .… Bu izdivaç mikrobu, evlendikten sonra faaliyetine nihayet vermez. Bilâkis ondan sonra faaliyete başlar. Evvelve birtakım emelleri olan, yükselmek, kendini göstermek, eser vermek istiyen adamlara bir kalenderlik, bir lâkayıtlık gelir. Evde meram anlatmağa ve anlaşmağa aslâ imkân olmıyan seviyesi, ahlâk telâkkisi, dünyayı görüşü ve itiyatları büsbütün ayrı bir mahlûkla daimi bir beraberlik insanı dış hayatta da bedbin yapar ve bütün insanlardan şüpheye düşürür.” (a.g.e., ss. 11-12) Metnin arasına giren her iki notta da Sabahattin Ali’nin yerini sanki Ahmet Mithat Efendi almıştır. Bu Tanzimat mirası sosyolojik şerh yönteminin yol açtığı kimlik değişimi, roman boyunca birkaç defa daha karşımıza çıkacaktır.
1940’lı yılların Halkevi ideolojisinden çok farklı bir düzlemde gelişen “memleket edebiyatı” anlayışı, toplumsal sınıflar arasındaki çatışmayı göz ardı etmeksizin ulusun inşası sorununu temel almıştı.
Taşrada dışardakilerin (yabancıların) içerdekilere (yerliler) doğru yaptıkları uygarlık yolculukları, Sabahattin Ali metinlerinde mutlu sonla noktalanmaz. Çarpışma kesindir. Kasaba ve köy ortamında öğretmen yalnız bırakılır; basit ama etkili senaryolarla itibarı zedelenir. “Bir Skandal”da (1932) öğretmen Nurullah; “Asfalt Yol”daki (1936) isimsiz köy öğretmeni bu çatışmadan yenik çıkarlar ve geldikleri şehre dönerler.
İçerdekilere, yani yerlilere gelince. Sabahattin Ali’nin taşra dünyasında iz bırakmış en güçlü yerli karakter, düşkün hayat kadınıydı. Yerli hayatın temsilcisi olarak yazarın en önemli metinlerinde merkezi bir rol oynayan bu karakterin modern edebiyatımızdaki arketipi, yine Refik Halit’in kaleminden çıkma “Yatık Emine” (1919) ve “Sarı Bal” (1916) öykülerindeki çengi tiplemeleridir. Taşranın yozlaşmış hovarda kültürünü ve bu çerçevede “oturak âlemleri”ni konu edinen söz konusu öykülerde Yatık Emine ile Sarı Bal, dinsel tutuculuğun, bürokratik çürümüşlüğün, iltimasla ve rüşvetle kazanılmış sahte statülerin ortasında birer ahlak anıtı olarak yükselirler. Refik Halit’in bu yaklaşımı Sabahattin Ali’nin öykülerinde de aynı karşılığı bulmuştur. “Gramofon Avrat” (1935), “Hanende Melek” (1937) ve “Yeni Dünya” (1942) başlıklı öykülerin kahramanları taşralı hayat kadınlarıdır. Basık damlı, penceresiz, ahırdan bozma mekânlarda icra ettikleri sanatlarıyla dikkati çeken bu tipler, hayatlarını taşra ethos’unun yozlaşma ile soyluluk dengesi üzerinde kurmuşlardır. Denge son derece hassastır ve haz kültürünün her türlü etik sapmayı meşrulaştırıcı ağırlığıyla bozulabilir. Trajik sonla noktalanan tipik Sabahattin Ali metinleri için bu karakterlerin kırılgan hayatları da uygun bir malzeme dağarcığına sahiptir.
“Memleket edebiyatı”, taşra ethos’u olarak kavramsallaştırdığımız mahalli hayatın içinden çıkmıştı. Sabahattin Ali, bu türün başarılı örneklerini verdi. 1940’lı yılların Halkevi ideolojisinden çok farklı bir düzlemde gelişen “memleket edebiyatı” anlayışı, toplumsal sınıflar arasındaki çatışmayı göz ardı etmeksizin ulusun inşası sorununu temel almıştı. Taşra feodalizmini yitik bir cennete dönüştürmeyen, ama toprağa bağlı değerlerin oluşturduğu insani yapıya da bir ağıt yakmaktan geri durmayan bu edebiyat, gerçekçi bir Türkiye panoraması çizmiştir.
Epilog: Memleket Yollarında Bir Kamyoncu
Reşat Nuri, Anadolu Notları’nda bozuk taşra yollarının vazgeçilmez ulaşım aracı kamyon için, “Bu araba mihneti kendine zevk etmiş peygamber ahlâklı Anadolu fakirinin arabasıdır” der. (1936, s. 27) Sabahattin Ali’nin “Kamyon” (1935) öyküsü de bu bilgece söylenmiş sözün etik bir anlatısıdır.
Konya köylerinden bir delikanlı İzmir’de iş bulup çalışmak için yola çıkar. Bindiği kamyonun ücretini veremeyecek kadar fakirdir. Kamyon İzmir’e yaklaştığında muavin ücretleri toplamak için aracı yavaşlatacak, delikanlı da bunu fırsat bilip arkadan atlayıp kaçacaktır. Kamyon sol tarafı uçurum olan dar bir yolda güçlükle ilerlemektedir. Bir ara şoför arkaya dönüp, “Haydi Beyler!” diye seslenir. Delikanlı, ücret istendiğini sanarak hiç duraksamadan yola atlar. Ne var ki bu ters atlayış ona dengesini kaybettirir ve olduğu yerde birkaç defa döndükten sonra başı sivri kayalara çarpa çarpa uçuruma yuvarlanır.
Sabahattin Ali’nin son işi kamyonculuktur. 31 Mart 1948’de Edirne’den peynir getirmek için yola çıkar. Hava yağmurludur. Yanında karanlık yüzlü Ali Ertekin vardır. Yol boyunca pek az konuşurlar. Kırklareli’ne vardıklarında kamyondan inip Bulgar sınırına doğru yürürler. Kamyon geri döner, kamyoncu memlekette kalır.
ekrem ışın
kaynak: oggito.com
kaynak: oggito.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder