30 Mayıs 2017 Salı

EDİP CANSEVER’E BİRİNCİ MEKTUP


                                   

Uyuyamadım Edip
Uyuyamadım ve alnındaki kemiklerden biri olduğumu düşündüm
Ve düşündüm otelde unutulmuş bir uyku
Benzer mi ölümün içindeki uykuya?
Kurtuluş’ta hiç tramvaya binmedim
Hiç tramvay hiçlikte kar yağışlarının uzun kırmızı sıcak tramvayı
Manastır ‘a hiç gitmedim
Ama duydum binlerce yılın öncesinde soluk alıp veren bir taşın
Nabzını taa içimde
Sonra senin ölümün yıllar geçtikçe beni buldu
Yıllar geçti mi?
Sanki bir ovada kimseden habersiz ıslanan yaşlı ağaçlar oldum
Durmadan yaşlandım yaşlandım yaşlandım
Ölümünle uzun konuşmalar yaptım – ben gibiydim
Berlin’de bir pastanede dünya haritasına bakmak gibiydim
Yıllar nasıl donduysa senin yüzünde
Demir yığınlarının çürük kiremitlerin bacaların kanser dumanlarının içinde
Öyle kaldım

Kendime bir tabut yaptım senin begonyalarından
Bir mezar
Alfabede ismine rastlanmamış
Yeşil bir içki şişesine baktım - akşama benzerdi
İzmir’de bir otele asıldı yüzüm
Sesim tahta merdivenlere
Kirli temiz çarşaflarına bulandı ruhum
Ruhum ruhum ruhum
Seninle uzun bir intiharda karşılıklı sayfalar gibi kaldım

Güzel yazılar soldukça yapraklarda
Beyoğlu’nda kitapçılar alkoller gibi yayıldıkça caddeye
Sıraselviler’de bir kilise buldum bütün dinlerden
Mazgalların altından şiir sesleri geliyordu
Şiirlerine benzeyen kadınlara benzettim şehri
Ölmüş müydüm?
Ölüyor muydum?
Sesim arttıkça sigara seslerinden sigara sesli şiirler arttıkça
Kırılgan bir anıyı avucumda soldurmaktan yoruldum

Ellerimize sinmiş arduaz ağaçları gravürler müzelik ölümler
Ölümler gizlice utandığımız gizlice unuttuğumuz
Durmadan yanan gece lambasının verdiği huzura benzeyen yalnızlığımız
Yokuşta unutulan rüzgârlarla geyik resimleriyle
Gittikçe büyüyen çöllerin tanrısına mı adanıyorduk
Durdum eskiyen bir anının içinde trenlerle
Yazarken eskiyen bir şiir yazdım

Eski bir evin önünde senin fotoğrafın Edip
Senin ölümü karşılamış ona begonyalar armağan etmiş
Kuyular dolusu gözlerin olan fotoğrafın
Alnında bakımsız bir tarihle kamaşan fotoğrafın
Mandolin çalan çocuk sesleriyle dolu fotoğrafın
Bu fareler krallığı bu zincirden yapılmış gövden
Hepimiz kırk yaşındaymışız gibi bu bezgin ikindiler
Nasıl sığmışız hayatsız bir anıya nasıl siyah beyaz kalmışız
Zamana dağılan parmaklarına sordum

Sonsuzluk ne kadar kısaldı değil mi Edip Bey
Size böyle seslendim bunu duydum içimden
Yüksek kaldırımda birdenbire karşıma çıkan bir kasaba kahvesi gördüm
Belki onu siz de görüp geçtiniz
Belki tuşları kanamış bir piyano gibi hissettiniz kendinizi
Pera’dan Galata’ya doğru çırpınan bir üveyik hayal ettiniz
Bilmediğiniz bir dilde kar yağdı sayfalarınıza odanıza
Menekşelerin sessizce kurumasını seyrettiniz



kitap-lık 190, mart - nisan 2017

29 Mayıs 2017 Pazartesi

thomas bernhard • ağaç sınırında

Ayın onu, akşam geç vakitte bir kızla gençten bir adam buradaki misafirhanede bir oda tuttular, anlaşılan o ki Mürzzuschlag’dan geliyorlardı. Bu ikisi, geldikten hemen sonra, akşam yemeği için misafir odasında bitmişlerdi. Yemeklerini çabucak, zerre tereddüt etmeden söylediler, her biri kendi adına tamamen serbest hareket ediyordu; gördüğüm kadarıyla üşümüşlerdi, sobanın yakınında ısınıyorlardı. Dediklerine göre buraya hâkim olan ıssızlığa hayret etmişlerdi, Mühlbach’ın kaç rakım olduğunu sordular. Hancının kızı durduğumuz yerin bin rakımın üstünde olduğunu belirtti, bu doğru değil ama “dokuz yüz seksen” olduğunu da söylemedim, hiçbir şey demedim, çünkü o ikisini gözlemlerken rahatım kaçsın istemiyordum. Misafir odasına girerken beni başta fark etmemişlerdi, sonra da, anladığım kadarıyla, beni görünce ürktüler, bana başlarını sallayarak selam verdiler ama bir daha da dönüp bakmadılar. Biraz önce nişanlıma yazmaya başlamıştım, ben kendim Mühlbach’a alışana kadar, onun bir süre daha baba evinde sabretmesi daha akıllıca olur, diyordum; ancak, misafirhanenin dışında bir yerlerde ikimiz için, “Belki de Tenneck’te,” diye yazıyordum, ikimize iki oda bir yer bulunca gelmeliydi. Nişanlım bana son mektubunda, anlayışsız ebeveynini şikâyet etmekten başka, Mühlbach’tan korktuğunu yazmış, ben de ona, korkusunun yersiz olduğu şeklinde cevap vermiştim. Böyle olursa, durumu, artık her şeyden korkacağı marazi bir şekle bürünecekti. Fakat çocuk gelince, diyordum, her şeyin aslında yolunda gittiğini yine açık açık görebilecekti. Yılsonu gelmeden evlenmek yanlış olur, yazıyordum, diyordum ki: “Önümüzdeki bahar tam vakti. Çocuğun doğacağı gün,” yazıyordum, “öyle ya da böyle herkese ayıp olacak.” Yok, dedim kendime, bunu yazamazsın, mektuba şimdiye dek yazdıklarının hiçbirini yazamazsın, yazmaman lazım; sonra hemen, dikkatini talihsizliğimizden alacak hoş bir şeyden, ağustosta gelmesini beklediğim zamdan bahsettiğim bir cümleyle baştan başladım. Mühlbach görevi sapa bir yerde, yazıyordum ama Mühlbach bana, ikimize bir ceza, ölüm cezası, diye düşünüyordum, şöyle yazdım: “Jandarma içinde herkes bölge müfettişinin keyfine göre atanıyor. Başta Mühlbach’a atanmam benim için, hele de ikimiz için bir felakettir sandım, artık böyle düşünmüyorum. Bu görevin avantajları var. Müfettişle ben tamamen serbestiz,” yazdım ve şöyle düşündüm: ölüm cezası; günün birinde Mühlbach’tan çıkmak – vadiye, yani insanlar arasına, medeniyete inmek için ne yapmalıydı. “Buna rağmen Mühlbach’ta üç misafirhane var,” diye yazıyordum ama bunu yazmak akıllıca değil, diye düşündüm, sonra da cümleyi çizdim, okunmaz hale getirmeye çalıştım, nihayet bütün mektubu üçüncü kez yazmaya karar verdim. (Son zamanlarda her mektubu üç, dört, hatta beş kez yazıyorum, her defasında hem yazımla hem de düşüncelerimle ilgili olarak mektup yazarken duyduğum heyecana rağmen.) Jandarma ikimiz için de iyi bir başlangıçtı, tam zamdan ve kışa doğru Wels’te yapılacak silah taliminden bahsediyordum ki o ikisi, tuhaftır, önce kız, peşinden de delikanlı, misafir odasına girdiler, ayrıca müfettişin, ciğerlerinden hasta olan ve Slovenya’daki Celje şehrinden gelen alık karısından da bahsettim. Yazmaya devam ettim ama bu mektubu da gönderemeyeceğimi hissediyordum, o iki genç en başından beri dikkatimi çekiyordu, nişanlıma yazdığım mektup noktasında aniden dikkatimin büsbütün dağıldığını tespit ettim ama yazıyormuş gibi yaparak o iki yabancıyı daha iyi gözlemleyebilmek için saçma sapan şeyler yazmaya devam ettim. Yeni yüzler görmek hoşuma gitmişti; artık biliyordum ki yılın bu vakti Mühlbach’a hiçbir yabancı gelmezdi, bu yüzden de, sanıyorum erkek zanaatçı, kız üniversite öğrencisi ve her ikisi de Kärnten’liydi, bu ikisinin çıkagelmesi bir o kadar acayip görünüyordu. Fakat sonra fark ettim ki Steiermark şivesiyle konuşuyorlardı. Kapfenberg’de yaşayan Steier’li kuzenime yaptığım bir ziyareti hatırladım, bu ikisinin de Steiermark’lı olduğuna kanaat getirdim, çünkü Steiermark’ta böyle konuşuyorlar. Genç adam ne tür bir zanaat erbabıydı, çıkaramıyordum; önce dedim ki, duvarcı olsa gerek, konuşurken “bağlama taşı”, “ateş tuğlası” vs. laflar ediyordu; sonra elektrikçi olduğunu sandım, gerçekteyse ziraatçıydı. İkisinin konuştuklarından, halen genç adamın altmış beş yaşındaki babasının idare ettiği güzel bir çiftlik (“Yamaçta bir yer,” diye düşündüm) yavaş yavaş zihnimde canlanıyordu. Oğlun babanın görüşlerini, babanın oğlun görüşlerini abes bulması, babanın oğula karşı, oğlun babaya karşı mukavemet göstermesi. “Dik başlılık,” diye düşündüm. Oğlun haftada bir eğlenmek amacıyla gittiği, şu an sobanın başında babasının mülkü hakkındaki niyetlerini anlattığı kızla buluştuğu bir kasaba görüyordum. Babasını vazgeçmeye, ayrılmaya zorlayacaktı. Aniden kahkahayı bastılar, sonra da hayli zaman ses çıkarmadılar.
Hancı kız onlara durmadan yiyecek içecek getiriyordu. Yemek yerlerken davranışlarındaki birçok yön bana kendi davranışlarımızı hatırlattı. Kız ne zaman sussa, şu genç adam gibi hep benim konuşmam gerekir. Genç adam söylediği her şeyde tehdit savuruyordu. Tehdit, baştan aşağı tehdit. Duyduğuma göre kız yirmi bir yaşında (oğlan daha mı büyük, daha mı küçük?), yükseköğrenimini (hukuk!) bırakmış. Zaman zaman çaresizliğini görüp soluğu bilimsel (hukuki?) okumalarda alıyormuş. Oğlan “kötüleşiyormuş”, kız gitgide onda kendisinin uygulamalı vahşet dediği bir şeyler keşfediyormuş. Oğlan her geçen gün babasına daha çok benziyor, kızı korkutuyormuş. Kardeşlerinin ve kuzenlerinin yüzlerini yumruklamalarından, ağır yaralanmalardan, güven kayıplarından, oğlanın merhametsizliğinden bahsediyorlar. Sonra kız diyor ki: “Wartberg’in zirvesinde yapılan güzeldi.” Oğlanın takım elbisesi ve yeni gömleği hoşuna gidiyormuş. İkisinin okul yolu, korktukları karanlık bir ormandan geçiyordu, şunu hatırlıyorlardı: Mahkûm kıyafetiyle Göllersdorf’tan kaçan, ormanda bir ağaç kütüğüne takılıp düşen ve başına aldığı büyük bir yaradan ötürü kan kaybından ölen, tilkiler tarafından yenmiş bir halde buldukları bir mahkûm vardı. Erken doğumdan ve para havalesinden falan bahsediyorlardı… Birden anladım ki bunlar dört gündür Steiermark’ta değiller, önce Linz’e, sonra Steyr’e, sonra da Wels’e gitmişler. Nasıl bavulları var acaba, diye düşündüm. Anlaşılan çok bavulları var, çünkü hancı kız taşırken zorlandı, onu hâlâ duyuyorum, birinci kattaki odalara gittiği işitiliyor. Hancı kız iki kez yukarı çıktı. Bu arada, diye düşündüm, oda da ısınmıştır. Nasıl bir oda? Kır kesimindeki misafirhanelerde karşılaşılan zorluk kışın ısınabilmektir. Odun yakılır, diye düşündüm. Kışın kır kesiminde hemen her şey ısınmaya konsantre olur. Genç adamın ayağında kaba ve yüksek tabanlı, kızınsa şehre uygun, narin iskarpinleri olduğunu görüyordum. Aslında, dedim kendime, kız bu civar için ve yılın bu zamanı için hiç uygun giyinmemiş. Herhalde bu ikisinin, diye düşündüm, kırda kalmaya niyeti yoktu. Neden Mühlbach? Mecbur kalmadığı halde kim Mühlbach’a gider ki? Sonrasında bir yandan, ikisinin yemeği kesip artık sadece bira içerken ne konuştuklarını dinliyor, öte yandan yazıp durduğum şeyleri baştan aşağı okuyor ve, bu tamamıyla işe yaramaz, aldırışsız, adi, akılsızca, kusurlu bir mektup, diye düşünüyordum. Böyle yazamam, dedim, böyle olmaz, ve geceyi atlatıp ertesi gün yeni bir mektup yazmayı düşündüm. Mühlbach’taki gibi bir tenhalık, diye düşündüm, sinirleri harap eder. Hasta mıyım? Deli miyim? Yok, hasta değilim, deli de değilim. Yorgundum ama bir yandan da o iki genç yüzünden misafir odasından çıkıp birinci kata, kendi odama gitmekten âcizdim. Kendi kendime dedim ki, saat on bir olmuş, git yat, ama gitmedim. Kendime bir bardak daha bira söyledim, oturduğum yerde kaldım ve mektup kâğıdına süsler ve suratlar karaladım, daha çocukken sürekli can sıkıntısıyla veya gizli bir merakla yazılı kâğıtlara karaladığım o hep aynı süsleri ve suratları. Keşke şu iki genç âşık hakkında birden bir açıklığa kavuşabilsem, diye düşündüm.
O iki yabancıyı dinlerken hancı kızla sohbet ediyor, her şeyi duyuyordum; birden bu ikisinin kanun kaçağı olduğu fikrine kapıldım. Bunun, yani bu ikisinin yaptığı gibi akşam vakti posta otobüsüyle Mühlbach’a gelip bir oda tutmanın sıradan bir iş olmadığını biliyordum, ancak bildiklerim bundan ibaretti; gerçekten de dikkatimi çekti, hancı kız ikisinin karıkoca gibi tek bir odada gecelemesine müsaade ediyor ve ben bunu gayet tabii görüyor, pasif davranıyor, gözlemliyor, merak ediyor, sempati duyuyorum ve burada illa ki müdahale edilecek bir mesele olduğunu düşünmüyorum. Müdahale mi? Birden bu ikisinin suçlu olması düşüncesi kafamı kurcalıyor, o sırada genç adam yüksek sesle, emreder gibi hesabı istiyor; hancı kız da yanlarına gidip adisyonu hesaplıyor ve genç adam cüzdanını açınca cüzdanda bir yığın para olduğunu görüyorum. Çiftçi oğulları, ebeveynleri ne kadar kızsa da, diye düşünüyorum, ara sıra erişimleri olan bir hesaptan büyücek bir miktar para çekip bu parayı bir kızla yerler. Hancı kız ikisine sabah kaçta uyandırılmak istediklerini soruyor, genç adam da, “Sekizde,” deyip benden tarafa bakıyor ve hancının kızı için masaya bahşiş bırakıyor. İkisi misafir odasından çıkarken saat on bir buçuktur. Hancı kız bardakları topluyor, yıkıyor, sonra da yanıma oturuyor. O ikisi ona şüpheli görünmüyor mu, diye soruyorum. Şüpheli mi? “Elbette,” diye cevap veriyor. Yine çok adice bir şekilde bana yanaşmaya çalışıyor ama ben el fenerimi göğsüne bastırıp onu itiyorum, ayağa kalkıp odama geçiyorum.
Yukarıda her şey sessiz, bir şey duymuyorum. O ikisinin hangi odada olduğunu biliyorum ama bir şey duymuyorum. Çizmelerimi çıkarırken bir ses duydum sanıyorum, evet, bir ses. Uzun uzun kulak veriyorum ama bir şey duymuyorum.
Sabah altıda, yalnızca dört saat uyuduğumu sanıyorum ama sair zamanlardaki uykularıma göre daha zindeyim; aşağı inip misafir odasında yeri ovalayan hancı kıza o ikisine ne olduğunu soruyorum hemen. Bütün gece zihnimi meşgul etmişlerdi. Genç adam, dedi hancı kız, sabah dörtte tekrar kalkıp misafirhaneden çıkmıştı, nereye gittiğini hancı bilmiyordu, kızsa henüz odasındaydı. İkisinin hiç bavulu yok, diyordu hancı şimdi de. Hiç bavulu yok mu? Öyleyse hancı kızın dün akşam o ikisinin odasına güçbela taşıdığı şey neydi? “Odun.” Evet, odun. Genç adam da sabahın dördünde kaçıp gidince (“Uyanıp onu gözetledim,” diyor hancı kız, “o soğukta paltosuz çıktı…”) ikisinin durumu ona “tekinsiz” gelmeye başlamış. Pasaportlarını, kimliklerini istemiş mi, diye sordum. Yok, ne pasaport ne kimlik. Bu kanunsuz, dedim ama bunu hiçbir faydası olmayan bir ses tonuyla söyledim. Kahvaltı ediyor ama sürekli o iki yabancıyı düşünüyordum; gözlemleyebildiğime göre hancı kız da onları düşünüyordu ve müfettişle birlikte nöbette geçirdiğim bütün kuşluk vakti boyunca, bir defa olsun nöbeti terk etmek zorunda kalmadım, o iki yabancı zihnimi meşgul etti. Müfettişe o ikisinden niçin bahsetmedim, bilmem. Aslında çok (saatler?) geçmeden müdahale emri gelecek zannediyordum. Müdahale mi? Nasıl, hem neye dayanarak müdahale? Müfettişe durumu rapor etsem mi yoksa hiçbir şey söylemesem mi? Mühlbach’ta bir âşık çift! Güldüm. Sonra susup işime baktım. Yeni nüfus listeleri hazırlanacaktı. Müfettiş, karısını Grabenhof Sanatoryumu’ndan Grimmen’e götürmeye uğraşıyor. Bu da, diyordu müfettiş, bir hayli kişiye ricada bulunmaya, bir hayli paraya mal oluyormuş. Ama Grabenhof’ta karısının durumu kötüleşiyormuş; Grimmen’de daha iyi bir hekim varmış. Bütün gün izin alıp Grabenhof’a gidecek ve karısını Grimmen’e getirmek zorunda kalacakmış. Karısıyla beraber Mühlbach’ta geçirdiği yirmi yıl, Hallein şehrinden gelen karısını ölümcül hasta etmeye yetmiş. “Normal biri buradaki güzel havada, bu yükseklikte akciğer hastası olmaz,” dedi müfettiş. Müfettişin karısını hiç görmedim, çünkü Mühlbach’a geldim geleli karısı eve hiç uğramadı. Beş yıldır Grabenhof Sanatoryumu’nda yatıyor. Müfettiş nişanlımı sordu. Nişanlımı tanıyor, hatta nişanlım Mühlbach’a son geldiğinde bu yaşlı, şişko adam onunla dans etti, diye düşünüyorum müfettişe bakarak. Çok erken evlenmek de “çılgınlık”, çok geç evlenmek de “çılgınlık”, dedi müfettiş. Kuşluk vaktinin ikinci yarısı (“Yaz,” diye emretti) nişanlıma göndereceğim mektubu nihayet yazmama müsaade etti. Birden mektup için zihnim açılıverdi. İyi bir mektup, dedim kendime mektup bitince, hem içinde ufacık bir yalan bile yok. Çabucak postaya veriyorum, dedim ve posta otobüsünün olduğu tarafa gittim, otobüsün motoru ısınmıştı ve ben şoföre mektubumu verir vermez otobüs hareket etti, o gün, şoför hariç, içinde kimse yoktu. Hava eksi yirmi bir dereceydi, bunu misafirhanenin kapısının yanındaki termometreden okumaktaydım ki koridorun ortasında duran hancı kız içeri girmemi işaret etti. Kızın yattığı odanın kapısına saatlerdir vurduğunu ama cevap alamadığını söyledi, “Tık yok,” dedi. Derhal birinci kata çıkıp odanın kapısına gittim ve kapıyı çaldım. Tık yok. Bir daha çalıp kıza kapıyı açmasını söyledim. Kaç defa, “Kapıyı aç! Kapıyı aç!” dedim. Tık yok. Odanın ikinci bir anahtarı olmadığından kapıyı kırmak lazım, dedim. Hancı kız tek kelime etmeden kapıyı kırmama razı oldu. Vücudumla kapıya bir defa kuvvetle yüklendim, derken kapı açıldı. Kız çift kişilik yatakta çaprazlamasına yatıyordu, bilinci yerinde değildi. Hancı kızı müfettişe yolladım. Kızın şiddetli bir ilaç zehirlenmesine maruz kaldığını tespit ettim ve pencerede asılı duran kışlık paltoyla üstünü örttüm, belli ki genç adamın paltosuydu bu. Adam nerede? Dile getirmeseler de herkes kendine adamın nerede olduğunu soruyordu. Kızın gerçekten de genç adam (nişanlısı?) ortadan kaybolduktan sonra intihara teşebbüs ettiğini düşünüyordum. Yere haplar saçılmıştı. Müfettiş çaresizdi. Hekim gelene kadar beklemek lazımdı, hepimiz yine gördük ki Mühlbach’a doktor çıkarmak zor iş. Hekimin gelmesi bir saati bulabilir, dedi müfettiş. İki saat. Mühlbach’ta asla hekime ihtiyaç duyacak hale düşmeyeceksin, dedi. İsimler, bilgiler, diye düşündüm, bilgiler; derken kızın kol çantasını aradım, nafile. Paltodadır, diye düşünüp kızın üstünü örttüğüm paltoda cüzdan aradım.
Gerçekten de paltoda genç adamın cüzdanı vardı. Pasaportu da paltodaydı. WÖLSER ALOIS, 27.1.1939 RETTENEGG BEI MÜRZZUSCHLAG DOĞUMLU, diye okudum. Adam nerede? Nişanlısı mı? Aşağı, misafir odasına koştum ve Wölser’e tutuklama emri çıkarmak için gözüme yeterli görünen hadiseyi telefonla bütün nöbet yerlerine bildirdim. Hekimin acele gelmesi lazım, diye düşünüyordum, hekim yarım saat sonra geldiğinde artık çok geçti: Kız ölmüştü.
Bu her şeyi kolaylaştırıyor, diye düşündüm, kız Mühlbach’ta kalıyor.
Hancı kız, cesedin misafirhaneden çıkarılıp morga götürülmesinde ısrar ediyordu. Meraklı Mühlbach’lıların bakıp durdukları kız, ebeveyni bulunana kadar iki gün orada kaldı ve üçüncü gün nihayet Mühlbach’a geldi şu Wölser’ler, Wölser’in ebeveyni, bunlar aynı zamanda kızın da ebeveyniydi, herkesi dehşete düşürse de genç adamla bu kız kardeştiler. Kız derhal Mürzzuschlag’a nakledildi, ebeveyni ona cenaze arabasında eşlik etti. Birinin kardeşi, diğerlerinin oğlu ise bir daha bulunamadı.
Dün, ayın yirmi sekizinde, şaşırtıcı şekilde iki oduncu onu hemen Mühlbach’ın üst tarafındaki ağaç sınırının alt kısmında donmuş halde, vurduğu iki ağır dağ keçisiyle örtülü buldular.
Almancadan çeviren: Sami Türk

vodvil, anton çehov




Yemek sona ermişti. Ahçı kadına sofrayı sessizce toplaması, tabak çanak şangırtısı çıkarmadan işlerini bitirmesi buyuruldu. Çocuklar ise apar topar ormana götürüldü. Bütün bu hazırlıkların nedeni, zayıflıktan gözleri çukurlarına kaçmış, burnu sivrilmiş, veremli ev sahibi Osip Fiodoroviç Kloçkov’un kendi yazdığı vodvili konuklarına okumak istemeseydi.
Adamın cebinden bir defter çıkarıp utangaç utangaç öksürerek okumaya başladığı vodvil kısacık bir şeydi, konusu da şöyleydi: Yasnosertsev adlı bir memur koşarak sahneye giriyor, karısına, müsteşar rütbesindeki amirinin az sonra evlerini onurlandıracağını söylüyor. Çalıştığı dairenin amiri müsteşar, kızları Liza’yı çok beğenmiştir. Piyes Yasnosertsev’ in general kayın babası olmanın olumlu yönleriyle ilgili konuşmasıyla sürüyor: “Sırmalı apoletler, pırıl pırıl yıldızlar taşıyan birinin yakını olmak ne hoş! Şu yalancı dünyada zurnanın son deliği olmadığını anlamak gibi var mı?” İşte böyle hayaller kuran, geleceğin general kayın babası memur, önemli konuğu karşılayacakları evlerinin kızarmış kaz koktuğunu fark ediyor ansızın ve karısını azarlıyor. Karısı da “Sana yaranılmaz zaten!” diyerek ağıdı koyveriyor. Bunun üzerine Yasnosertsev saçını başını yoluyor, daire amirini yaşlı gözlerle karşılamanın yakışık almayacağını söylüyor. “Aptal karı! Sil gözlerini! Şuna bak, nasıl da mumya gibi çirkinleştin!” diyerek bağırıyor karısına. Bunun üzerine kadın isteriye tutuluyor. Kızları Liza’ da böyle anne – babayla bir arada oturamayacağını bildirerek evden gitmek üzere giyinmeye başlıyor. Vodvil önemli konuğun eve gelince orada bir doktor, bir de polisle karşılaşmasıyla sürüyor. Doktor, karısına öfkelenen Yasnosertsev’in alnını kurşunlu sirkeyle ovmakta, polis ise toplum huzurunu bozdukları için karıkoca hakkında tutanak yazmaktadır. Liza ile evlenmek isteyen Granski adında bir hukuk doktorundan da söz edilmektedir kısa piyeste. Granski iyi bir başlangıcı temsil eden, yenilikçi, ilkeli olmanın savunucusu bir gençtir. İşte bütün vodvil buydu.
Kloçkov bir yandan okuyor, bir yandan da gülenler var mı diye göz ucuyla dinleyenleri süzüyordu. Bereket versin konuklar arada bir sıkılı yumruklarıyla ağızlarını kapatarak tuhaf tuhaf bakışıyorlardı, hepsi o kadar.
Okuma bitince Kloçkov;
– E, ne diyorsunuz? nasıl olmuş? diye sordu.
Bu soru üzerine konukların ileri gelenlerinden kır saçlı, tepesinde ay parçası gibi bir dazlağı bulunan Mitrofan Nikolayeviç Zamazurin ayağa kalktı; yaşlı gözlerle Kloçkov’ u kucakladı.
– Teşekkür ederim, iki gözüm bizleri sevince boğdun, dedi. Öyle güzel şeyler yazmışsın ki, gördüğün gibi, göz yaşlarımı tutamadım. Gel seni… bir daha kucaklayayım…
– Mükemmel! Olağanüstü! diye bağırdı Polumrakov da. Büyük bir yeteneksin sen! Gerçek bir yetenek! Sana görevini bırakıp yazmanı önereceğim. Yaz, durmadan yaz! Böyle bir yeteneği toprağa gömmek alçaklık olur!
Çoşkulu kutlamalar, kucaklamalar birbirini izledi. Rus şampanyası getirmesi için dışarıya birini gönderdiler.
Heyecandan ne yapacağını şaşıran Kloçkov pancar gibi kızararak masanın çevresinde birkaç kez döndü. Ellerini çırpıp öksürdü.
– Bendeki yeteneği haylidir seziyordum. Neredeyse çocukluğumdan beri… Edebi bir anlatım gücüm var, nükteli şeyler yazarım, on yıldır amatör tiyatrolarda dirsek çürüttüğüm için sahne sanatı nedir, anlarım. İyi bir yazar için daha ne gerekli, bilmem ki!.. Yalnızca bu alanda çalışsam, bir – iki şey daha öğrensem yazarlıkta belli bir yere varacağıma inanıyorum.
– Gerçekten, öğreneceğin fazla bir şey kalmamış, dedi Zamazurin. Doğru söylüyorsun. Yalnız şöyle bir durum var, iki gözüm. Bunu ortaya attığım için özür dilerim. Yapıtında müsteşar rütbesindeki Kleşçev fazlaca göze batıyor. Bana kalırsa dikkat etmek gerekir. Aslına bakılırsa pek önemli değil, gene de, biliyorsun, netameli bir konu, başına iş açarsın. Generalmiş, falanmış… Bırak böyle şeyleri, kardeşim! Bakarsın, bizim başkan kendi üzerine alır, üzersin ihtiyarı… Zaten kötülüğünden başka ne gördük ki! … Bırak, canı cehenneme!
Kloçkov’ u bir korku aldı.
– Doğru söze ne denir, arkadaş! Orasını değiştirelim gitsin…
İyisi mi, “Beyefendi” diyerek geçiştireyim. Ya da daha doğrusu, rütbesini belirtmeyeyim, yalnız Kleşçev kalsın.
Polumrakov;
– Şöyle bir şey daha var, diye söze karıştı. Gerçi pek önemli değil, ama bakarsın, birilerinin hoşuna gitmeyebilir. Hani şu Liza’yla evlenmek isteyen Granski var ya, bir yerde annesi babası Liza’nın onunla evlenmesine razı olmazlarsa onlara karşı koyacağını söylüyor… Bence bunda bir kötülük yok, anababaların ne zorba varlıklar olduğu herkesçe bilinir. Bununla birlikte içinde bulunduğumuz şu çağda duyarlı bir konudur, başka türlü anlatılmalı… Yoksa kabak senin başında patlayabilir.
– Evet, biraz ileri gitmişsin, diye aynı görüşe katıldı Zamazurin. O bölümü tümüyle karala. General kayın babası olmayla ilgili düşünceleri de bırak bir yana. Hoş şeyler yazmışsın, ince bir alay kokuyor. Ne yaparsın ki, böyle şeylerle alay edilmez. Bizimki de yoksul bir kızla evlendiğine göre bundan kendine pay çıkarabilir. Sen de öyle düşünmüyor musun? Alınıp kızmaz mı? Varsayalım, bir gün tiyatroya gidiyor, orada senin piyes sahnede… Hoşuna gider mi sanıyorsun? Gitmez! Nankörlük etme, ne de olsa iyiliğini gördün. Salalayev ile ikiniz yardım dileğinde bulunduğumuzda, “Kloçkov hastadır, yardım yapılacaksa ona yapılsın,” demedi mi? Unutma bunu!
Bulyakin göz kırptı.
– Hadi, hadi, saklama! Başkana dokundurduğun ortada.
– Aklımdan bile geçmedi! diye savundu kendini Kloçkov. Eğer belli bir kişiyi dokundurmak istediysem Tanrı cezamı versin!
– Bırak sen şimdi bu lafları! Bizimkinin kadın cinsine düşkünlüğü herkesçe bilinir. Yazdıklarında tam isabet var! Neyse… Şu polisle ilgili bölüm var ya, sen orasını da çıkar. Granski’yi de… Neyle uğraştığı, ne tür numaralar çevirdiği anlaşılmayan bir kahraman seçmişsin… Piyesinde bu genci kınasın, neyse, tam tersine, destek veriyorsun. Belki iyi bir insandır, ona bir diyeceğim yok. Gene de… Akla her şey gelebilir.
– Peki, şu Yasnosertsev’ in kim olduğunu hiç düşündünüz mü? Bizim Yenyakin’in ta kendisi! Azizim Kloçkov, düpedüz onu ima ettiğin ortada. Rütbesi aynı rütbe, karısıyla durmadan kavga ediyor, yetişkin bir kızları var. Tıpatıp aynı… Teşekkürler, dostum. Alçağın foyasını açığa vurmuşsun. Kendini ne sanıyor o herif?
Zamzurin içini çekti.
– Diyelim, Yenakin’i tefe koydun. Pis dürzünün biridir zaten. Ama seni evine çağırmaz mı fırsat buldukça? Bildiğim kadarıyla sizin Hastuşa’nın da vaftiz babasıymış. İyi yapmışsın, Osip. Çıkar onu vodvilden. Bana kalırsa bu işlerle hiç uğraşma sen. Doğru söylüyorum. Bir sürü dedikodu yayılacak şimdi. Sonunda pişman olursun.
Polumrakov da onu onayladı.
– Dediği doğru. Seninkisi işgüzarlık. Sonunda başına öyle bir iş açılır ki, altından kalkamazsın. Boşuna çabalıyorsun. Sana göre iş değil vodvil yazmak. Grogol’e, Krılov’a özenmek istemişsin. Herkesin harcı değil. Onlar gerçekten bu işin eğitimini görmüşlerdi, peki, senin öğrenimin ne? Onların yanında ufacık bir solucansın. Seni sinek gibi eziverirler bu insanlar. Boş ver piyesle miyesle uğraşmayı, arkadaş! Bizimkinin kulağına ulaşmadan unut yazdıklarını.
– Yırt piyesi! diye fısıldadı Bulyagin. Aramızdan dışarıya laf sızmaz. Eğer bir soran olursa senin bir şeyler okuduğunu, ama ne olduğunu anlamadığımızı söyleriz.
Zamazurin de;
– Böyle şeyler başkasına söylenir mi? dedi. Ağzımız sıkıdır bizim. Ama sorarlarsa onu bir şey diyemem. Yalanla yakamızı sıyıramayız. Her koyun kendi bacağından asılır. Başkası bir sürü pislik yapsın, hesabını bizden sorsunlar. En çok korktuğum budur. Hastasın diye sana ellerini sürmezler, ceremesini biz çekeriz. Aman, benden uzak dursun!
– Baylar, sesinizi yükseltmeyin! birileri geliyor galiba. Sakla elindekini, Kloçkov!
Zavallı Kloçkov defteri sakladı, ensesini kaşıyarak düşüncelere daldı.
– Haklısınız, dedi içini çekerek. Bir sürü dedikodu çıkaracaklar, herkes kendine göre yorum yapacak. Belki de yazdığın şu kısa vodvilde bizim göremediğimiz daha neler bulurlar! Yırtayım gitsin, en iyisi. Siz de, dostlarım, bundan kimseye söz etmeyin!
O zamana kadar ısmarlanan Rus şampanyası gelmişti. Konuklar birer kadeh içerek evlerine dağıldılar.
Rusçadan çeviren: Mehmet Özgül

26 Mayıs 2017 Cuma

gece ağacı, truman capote

Kıştı. Küçük istasyonun önündeki soğuk, rüzgârlı düzlüğü bir sıra çıplak elektrik lambası aydınlatıyordu; sanki bütün sıcaklığı onlar çekmişti. Akşamüzeri yağmur yağmıştı; istasyonun saçaklarından buzlar sarkıyordu; camdan yapılma bir canavarın korkunç dişleri gibi. Düzlükte uzunca boylu genç bir kızdan başka kimse yoktu. Kızın sırtında külrengi fanila bir giysi, yağmur geçirmeyen bir pardösü, boynunda da büyücek bir eşarp vardı. Sarımsı kahverengi saçları ortadan ayrılmıştı, omuzlarına doğru dalga dalga iniyordu; yüzü azıcık inceydi, dardı; gene de, aşırı derecede değilse bile, bir hayli güzeldi. Eli kolu doluydu, üstünde süslü pirinç harflerle “Kay” yazılı olan külrengi süet bir çantadan başka, bir sürü dergi, bir de kocaman, yeşil, kovboy gitarı yüklenmişti.
Tren karanlığın içinden buharlar saçarak ışıl ışıl çıkageldi, durdu; Kay elinde yüküyle en arkadaki vagona tırmandı.
Vagon eski mi eskiydi, kırmızı pelüş kaplı kanepeler yırtık pırtıktı, yer yer açılmış olan kumaşın altından tentürdiyot rengi tahtalar görünüyordu. Tavandan sarkan bakır lambanın gerçekle ilgisiz, yerini yadırgamış bir hali vardı. Donuk, cansız bir duman bulutu dolaşıyordu havada; vagonun sıcaklığı yerlere atılmış bayat sandviç artıklarının, elma koçanlarının, portakal kabuklarının kokusunu büsbütün keskinleştiriyordu: bütün bu süprüntüler, kâğıt bardaklar, meyveli gazoz şişeleri, yırtık gazeteler, ortadaki uzun geçidi baştan başa doldurmuştu. Duvara gömülü bir su soğutma dolabının musluğundan yere durmadan su sızıyordu. Kay vagona girdiği zaman başlarını kaldırıp yorgun yorgun bakan yolcular, durumlarından hiç de şikâyetçiye benzemiyorlardı.
Kay’in içinden elini burnuna götürmek geldi, ama götürmedi; yerdeki süprüntülere basmamaya çalışarak ilerledi; şekerleme yapan şişman bir adamın ayağının üstünden aşarken az kaldı takılıp düşecekti. Biçimsiz, acayip iki adam, yanlarından geçtiği sırada ona ilgiyle baktılar; küçük bir çocuk kanepenin tepesine çıkmış, bağırıyordu: “Hey, anne gitara bak! Hey, bayan, versene çalayım şu gitarı!” Annesi kıçına bir tokat yapıştırıp susturdu onu.
Bir tek boş yer vardı. Vagonun ta öbür ucunda, ayrı bir bölmedeydi o yer; bir adamla bir kadın yan yana oturmuş, ayaklarını karşılarındaki boş koltuğa uzatmışlardı. Kay bir an duraladı, sonra sordu: “Buraya oturabilir miyim?”
Kadın birden başını kaldırdı, sanki bir yanına bir iğne saplanmıştı. Ama sonra kendini toparladı, gülümsedi. “Ne diye oturamayasın, şekerim,” diyerek ayaklarını çekti; arkasından ayaklarını da tutup yere indirdi; adam hiç oralı değildi, pencereden dışarı bakıyordu.
Kay kadına teşekkür ederek pardösüsünü çıkardı, oturdu, çantasıyla gitarını yanına koydu; dergiler kucağındaydı; rahattı rahatlığına, bir de yastığı olsaydı sırtını dayamak için büsbütün rahat edecekti.
Tren sarsıldı; pencerenin dışında buharlar uçuştu; ıssız istasyonun kirli ışıkları uzaklaştı, eridi.
Ne biçim istasyon burası,” dedi kadın. “Ne kasabası var, ne bir şeyi.”
Kasaba birkaç kilometre içerdedir,” dedi Kay.
Öyle mi? Buralı mısın?”
Hayır.” Amcasının cenazesi için gelmişti. Kendine bu yeşil gitardan başka hiçbir şey bırakmayan bir amca, ama bunu kadına söylemedi tabii. Nereye gidiyordu? Ah, nereye olacak, geldiği yere, okula, yüksekokula.
Bunları konuştular, sonra kadın şöyle dedi: “Ne öğreneceksin sanki orada? Dinle bak, şekerim, ben epeyce okumuş bir insanım, ama bugüne kadar yüksekokulun kapısından içeri adımımı atmış değilim.”
Evet,” diye mırıldandı Kay; sonra terbiyeli bir tavırla kucağındaki dergilerden birini açtı. Işık çok kötüydü, üstelik öyküler de tatsız tatsız şeylerdi. Ama çene yarıştırmaya da hiç isteği yoktu, onun için sayfaları gelişigüzel çevirmeye devam etti; derken bir el dokundu dizine.
Okuma,” dedi kadın. “Konuşacak insan yok, patlayacağım nerdeyse. Onunla konuşmak çok sıkıcı iş.” Başparmağıyla adamı işaret etti. “Sakattır: hem sağır, hem dilsiz, anlıyorsun.”
Kay dergiyi kapadı; kadına alıcı gözüyle ilk olarak bakıyordu. Kısa boyluydu; ayaklarının ucu zor değiyordu yere. Ufak tefek insanların çoğu gibi, onun da bir oran bozukluğu vardı, başı büyüktü, ama iyice büyük. Etli, sarkık yüzü allık içindeydi, pırıl pırıldı, onun için de yaşını tahmin etmek pek zordu: elli, elli beş belki. Kocaman, donuk gözleri oradan oraya dönüp durmaktaydı; gördüğü şeylerden hoşlanmıyordu sanki. Saçlarını kırmızıya boyamıştı; açıkça belliydi boyalı oldukları; bukleleri de iri iri, uzun uzundu. Şapkası kulağının üstüne düşmüştü; bir zamanlar güzel olduğu anlaşılan, lavanta çiçeği rengi, büyük bir şapkaydı; kadın ikide bir onun kenarından sarkan yapma kirazları arkaya itiyordu. Süssüz, mavi giysisi pek yeni değildi. Soluğunda keskin, tatlı bir içki kokusu vardı, cin kokusu.
Benimle konuşmak istersin, değil mi, şekerim?”
Elbette,” dedi Kay, hafifçe gülümsedi.
Elbette istersin. İstersen, tabii istersin. İşte treni bunun için severim. Otobüste kimse ağzını açıp iki kelime konuşmaz. Ama hep söylerim ya, tren başkadır, trende herkes hemen kaynaşıverir.” Sesi neşeliydi, uğultuluydu, bir erkek sesi gibi boğuktu.” Ama onun yüzünden hep burada oturmak zorunda kalıyoruz; kendi kendimize; ayrı bir kompartımana benzer burası, görüyorsun? ”
Çok hoş bir yer,” dedi Kay. “Bu kanepeye oturmama izin verdiğiniz için teşekkür ederim.”
Ben pek sevindim sen geldin diye. Çoğu zaman kimse gelmez bizim yanımıza; nedense bunu görünce siniri bozuluyor herkesin.”
Tam o sırada, adam sanki bu sözleri yalanlamak içinmiş gibi gırtlağından tuhaf bir ses çıkardı, sonra kadının koluna yapıştı. “Rahat bırak beni, sevgilim,” dedi kadın; çocuğunu azarlayan bir anneye benziyordu. “Bir şeyim yok. Konuşuyoruz azıcık. Uslu dur, yoksa bu güzel kız kaçar yanımızdan. Çok zengin; yüksekokula gidiyor. “Sonra Kay’e göz kırparak şöyle dedi: “Sarhoş sanıyor beni.”
Adam arkasına yaslandı, boynunu yana eğip göz ucuyla Kay’i süzmeye başladı. Mavili beyazlı bir çift bilyeye benzeyen gözleri güzeldi, tuhaf bir güzellik; kirpikleri gürdü, uzundu. Kocaman, sakalsız yüzünde herhangi bir ifade yoktu, yalnızca bir uzaklık duygusu veriyordu insana. Heyecanlanamayan ya da heyecanını gösteremeyen bir adamdı. Kırçıl saçları kısacık kesilmiş, öne doğru taranmıştı. Bilinmeyen bir yöntemle birdenbire ihtiyarlatılmış küçük bir çocuktu sanki Eski, mavi bir giysi vardı üstünde; kötü mü kötü, ucuz bir koku sürünmüştü. Sol bileğine de bir “Mickey Mouse” saati takmıştı.
Sarhoş sanıyor beni,” diye tekrarladı kadın. “İşin hoş yanı, gerçekten sarhoşum. Aa, boş ver – hödük gibi de oturulmaz ya, değil mi?” Öne doğru eğildi. “Ha, değil mi?”
Kay gözlerini adama dikmişti; bayağı rahatsız oluyordu onun bakışlarından, gene de başını başka yana çeviremiyordu. “Doğru,” dedi.
Öyleyse içelim,” dedi kadın. Elini muşamba torbasına daldırıp yarı yarıya dolu bir cin şişesi çıkardı. Tıpasını açmaya hazırlanırken, birden aklına bir şey gelmiş gibi durdu, şişeyi Kay’e verdi. “İki kişi olduğumuzu unuttum,” dedi. “Gidip şuradan kâğıt bardak alayım.”
Kay’in içki içmeyeceğini söylemesine kalmadan, kadın kalkmış, yalpa vura vura su soğutma dolabının olduğu yana doğru gitmeye başlamıştı bile.
Kay esnedi, alnını pencerenin camına dayadı, parmakları gitarın tellerinde dolaştı: yumuşak, yapıştırıcı sesler duyuldu, pencereden görülen, karanlığa gömülü topraklar kadar huzur verici sesler. Gökte, trenin üzerinde buzlu bir ay ince, beyaz bir tekerlek gibi dönmekteydi.
Sonra durup dururken tuhaf bir şey oldu: adam uzanıp Kay’in yanağını okşadı. Son derece yumuşak, ama aşırı bir hareketti bu; Kay önce ne yapacağını kestiremedi: düşünceleri birkaç yöne birden saldırdı. Adam öne doğru eğilmişti; gözleri kızın gözlerine iyice yaklaşmıştı; sürünmüş olduğu koku dayanılır şey değildi. Onlar birbirlerine bakarken gitardan hiç ses çıkmadı. Sonra birdenbire Kay adama acıdığını hissetti; ama, gene de, evet, gene de iğreniyordu, tiksiniyordu ondan: tuhaf bir şey vardı bu adamda, anlaşılmaz bir şey, bu adama bakarken şeyi hatırlıyordu – neyi?
Biraz sonra adam elini çekip arkasına yaslandı; yüzünde aptalca bir gülümseme dolaştı; sanki çok önemli, çok akıllıca bir iş yapmıştı da alkış bekliyordu.
Deh! Deh! benim karakaçanım…” diye bağırdı kadın. Oturdu; yüksek sesle, “Fırıl fırıl dönüyor başım! Her yanım kesiliyor, bitkinim! Heyt!” dedi. Elindeki bir avuç dolusu kâğıt bardaktan ikisini seçti, öbürlerini bluzunun yakasından içeri attı. “Hem emin, hem de kuru bir yer, ha ha ha…” Derken bir öksürük nöbetine tutuldu; nöbet geçince duruldu, sessizleşti. “Sevgilim eğleniyor muydu?” diye sordu; göğsünü ovuşturdu. “Ah, çok tatlı şeydir.” Nerdeyse bayılacaktı. Kay keşke bayılsa diye düşündü.
Ben içmek istemiyorum,” dedi; şişeyi kadına verdi. “İçki içemem ben: hiç sevmem.”
Oyunbozanlık etme,” dedi kadın. “Haydi, uslu bir kız gibi tut şu bardağını.”
Yok, ne olur…”
Tanrım, tut şunu. Bu yaşta böyle sinirlilik! Ben tir tir titresem de bir şey gerekmez, nedeni var çünkü. Ah, Tanrım, hem de ne nedenler. ”
Ama…”
Kadının yüzü korkunç bir gülümsemeyle çarpıldı. “Ne o? yoksa benimle içki içmeyi düşüklük mü sayıyorsun?”
Ne olur yanlış anlamayın,” dedi Kay, sesi titriyordu. “Sadece yapmak istemediğim bir işe böyle zorlanmak hoşuma gitmiyor. Gelin bunu arkadaşınıza verelim, o içsin olmaz mı?”
Ona mı? Yok, hayır; azıcık aklı var zaten, bir de içki içerse tamam olur. Haydi, şekerim, yuvarla bakalım.”
Kay baktı kurtuluş yok, azıcık daha dirense kavga çıkacak, kadının dediğini yapmaya karar verdi. Bir yudum aldı, titredi. Çok keskin bir cindi. Boğazı yandı, gözlerine yaşlar doldu. Kadının kendisine bakmadığı bir sırada, çabucak elindeki kâğıt bardağı gitarın deliğinden içeri boşaltıverdi. Ama adam görmüştü; Kay ona gözleriyle işaret etti, söylemesin diye. Öylece duruyordu adam; yapılan işareti anlayıp anlamadığını bile belli değildi.
Nerelisin, kızım?” diye sordu kadın.
Kay bir an şaşaladı, vereceği cevabı bulamadı. Kafasına bir sürü kent adı doluşmuştu. Sonunda, şaşkınlığı geçince, şöyle dedi: “New Orleans. New Orleans’lıyım.”
Kadın canlandı, gülümsedi. “New Orleans, son günlerimi geçirmek istediğim yer. Bir zamanlar, oh evet, 1923’de, orada falcılık ederdim ben; küçük, güzel bir salonum vardı. Şeyde, St. Peter Caddesinde.” sustu, eğilip boş cin şişesini yere bıraktı. Şişe ortadaki geçide doğru ağır ağır yuvarlandı, durdu, ileri geri gidip geldi.” Ben Texas’ da büyüdüm –koca bir çiftlikte– babam zengindi. Her şeyin en iyisini alırdı bize; giysilerimiz Fransa’ dan, Paris’ ten gelirdi. Sizin de büyük bir eviniz olsa gerek. Bahçeniz var mı? Çiçek yetiştirir misiniz? ”
Sadece leylak.”
Bir biletçi girdi vagona; onunla birlikte kapıdan içeri dalan soğuk rüzgâr yerdeki süprüntüleri hışırdattı; dumanlı, sıcak ölü havayı canlandırıverdi. Biletçi ilerledi; arada bir durup bir bilet zımbalıyor, ya da yolculardan biriyle konuşuyordu. Saat gecenin on ikisini geçmişti. Bir yolcu ağız mızıkası çalmaktaydı, çok güzel çalıyordu. Bir başkası tanınmış bir politikacıyı övüyordu. Küçük bir çocuk uykusunda bir çığlık attı.
Kim olduğumuzu bilseydin, belki bu kadar kötü davranmazdın bize,” dedi kadın; kocaman başını salladı. “Hani öyle büsbütün sokak süprüntüsünü değiliz, yok, hayır.”
Kay gene şaşırıp kalmıştı; sinirli bir hareketle çantasındaki paketten bir sigara çıkarıp yaktı. Öndeki vagonlarla yer yok mudur acaba, diye düşündü. Kadından da, adamdan da tiksiniyordu, bir dakika bile oturamazdı artık onların yanında. Hayatında hiç böyle bir durumda kalmamıştı. “Çok çok özür dilerim,” dedi, “hemen kalkıp gitmek zorundayım. Gerçi pek eğleniyorduk, ama trende buluşmak üzere söz vermiştim bir arkadaşıma da…”
Kadın son derece hızlı, görünmez bir hareketle kızın bileğine yapışıverdi. “Annen yalan söylemenin günah olduğunu öğretmedi mi sana?” diye fısıldadı. Lavanta çiçeği rengi şapkası başından kayıp düştü, ama hiç aldırmadı kadın, şapkasını tutmaya davranmadı. Dilini çıkarıp dudaklarını ıslattı. Kay’ in ayağa kalktığını görünce, bileğini daha çok sıkmaya başladı.” Otur, şekerim… arkadaş filan yok… İşte biziz senin arkadaşın, kolay kolay bırakıp gidemezsin bizi.”
İnanın, yalan söylemiyorum.”
Otur, şekerim.”
Kay sigarasını yere attı, adam hemen eğilip aldı onu yerden. Sonra köşesine gömülüp ağzından duman çemberleri çıkarmaya koyuldu; çemberler göz göz yükseliyor, gittikçe büyüyerek yok oluyordu.
Bizi böyle birdenbire bırakıp gitmen onu çok üzer, yazık değil mi, şekerim?” diye mırıldandı kadın.” Otur haydi - otur - haydi, ha şöyle . Ne güzel bir gitar bu. Çok, çok güzel bir gitar… “İkinci bir trenin sağır edici gürültüsü kadının sesini bastırdı. Bir an vagonun ışıkları söndü; karanlıkta öbür trenin altın renkli pencereleri göz kırpa kırpa geçti: sarı - kara - sarı - kara - sarı - kara. Adamın sigarası bir ateş böceği gibi parlayıp parlayıp donuklaşıyordu; duman çemberleri sessizce yükselmekteydi. Dışardan keskin bir çan sesi geldi.
Lambalar yeniden yandığı sırada Kay bileğini ovuşturuyordu; kadının tuttuğu yere kıpkırmızı olmuştu, bilezik gibi. Kay kızgınlıktan çok, şaşkınlık içindeydi. Karar vermişti, biletçiye söyleyecekti, bana başka bir yer bulun, diyecekti. Ama adam biletini kesmeye gelince kızın ağzından sadece kırık dökük, anlaşılmaz sözcükler çıktı.
Evet, miss?”
Yok bir şey,” dedi kız.
Biletçi gitti.
Bölmedeki üç kişi sessiz sessiz bakıştılar; sonunda kadın şöyle dedi: “Bak, sana ne göstereceğim, şekerim. “Muşamba torbasını karıştırdı. “Bunu gördükten sonra bizi küçümsemekten vazgeçersin sanırım.”
Kay’e uzattığı şey bir el ilanıydı; eski mi eski, sararmış bir kâğıt parçası; sanki yüzyıllarca önce basılmıştı. Üstünde son derece süslü harflerle şunlar yazılıydı:
LAZARUS
Diri Diri Gömülen Adam
BİR MUCİZE
GELİP GÖZLERİNİZLE GÖRÜN
Büyükler, 25s - Çocuklar, 10s
Ben her gömülüşte önce bir ilahi söyler, sonra da İncil okurum,” dedi kadın. “Çok acıklı olur: bazı kimseler kendilerini tutamayıp ağlarlar bile, yaşlıların çoğu ağlar. Benim süsüme de diyecek yoktur hani: kara bir peçe, kara bir giysi, ah, tam bu işe göredir kılığım. Bunun da ısmarlama yapılmış, damatlık bir giysisi vardır; kafasına Hintliler gibi bir sarık sarar, yüzüne de bol bol talk pudrası sürer. Anlıyorsun ya, gerçek bir ölünün gömülüşüne benzesin diye elimizden geleni yaparız. Ama, hiç, canım, zaman değişti şimdi, bir sürü piç kurusu gelir, gülerler, alay ederler, kızdırırlar insanı - bazen bayağı seviniyorum bunun sağır olduğuna; o çocukların söylediklerini duysa kim bilir ne kadar üzülür.”
Kay sordu: “Yani siz bir sirkte, ya da gezginci tiyatroda, ya da işte öyle bir yerde mi çalışıyorsunuz?”
Yok, yalnız çalışıyoruz biz,” dedi kadın, az önce düşürmüş olduğu şapkasını giydi. “Yıllardır, yıllardır yaparız bu işi – Güney’ in bütün belli başlı kasabalarında oynadık: Singasong, Mississipi –Spunky, Louisiana– Eureka, Alabama… Daha bir sürü kasaba adını şarkı söyler gibi saydı. “İlahiden, İncil’den sonra, bunu gömüyoruz.”
Tabutla mı?”
Bir çeşit tabut. Çok güzeldir, kapağının üstü baştan başa gümüş rengi yıldızlarla süslüdür.”
Havasızlıktan boğulmaz mı?” dedi Kay. “Ne kadar kalıyor toprağın altında?”
Hepsi bir saat tutar herhalde - ökseciliği katmıyorum tabii.”
Öksecilik mi?”
Ha ha. Oyundan bir gece önce yaptığımız şey. Bir dükkân buluruz; eski yeni, bakmayız ona; iş vitrini genişçe olsun; sahibini kandırdık mı, bu girer vitrine, kendi kendini hipnotize eder. Bütün gece orada, öyle, kazık gibi yatar, yoldan geçenler toplanıp toplanıp bakarlar: hepsinin de ödü kopar bunu o halde görünce…” Konuşurken, bir yandan da parmağıyla kulağını karıştırıyordu, arada bir de durup tırnağının arasına giren pisliklere bakmaktaydı. “Bir keresinde, Mississippili bir şerif…”
Bu sözlerle anlatmaya başladığı öykü, hem karmakarışık, hem de saçma sapan bir şeydi: Kay dinlemedi bile. O ana kadar duydukları yeterdi; kafasında bir sürü hayal canlanmıştı, amcasının cenazesi geçiyordu gözlerinin önünden; doğrusu onun ölümüne fazla üzülmüş değildi; pek tanımazdı amcasını. Karşısında oturan adama gizliden gizliye bakarken, tabutun içinde yatan amcasının bembeyaz yüzünü görür gibi oluyordu. Bu iki yüz arasında tuhaf bir benzerlik vardı: durgun, sessiz, korkunç; adam sanki bir vitrindeydi gerçekten ya da bir cam kutunun içinde; herkesin kendisine bakmasından memnun, öylece duruyordu sanki.
Ne dediniz?”
Şey dedim: Bu işi mezarlıkta yapmamıza izin verseler çok daha iyi olur. Nerede yer bulursak orada yapıyoruz şimdi… aksi gibi de boş arsaların onda dokuzu pis kokulu benzin istasyonlarının yanındadır nedense. Ama, nerede olursa olsun, yamandır bizim oyunumuz, eşsizdir. Bir gün, bir yerde rastlarsın, gel gör bak.”
Ah, çok isterim görmek,” dedi Kay; başka bir dünyada gibiydi.
Ah, çok isterim görmek,” dedi kadın; kızın sesini taklit ederek söylemişti bunu. “Kim çağırdı seni? Gel diyen oldu mu? Eteğini kaldırıp paçavraya dönmüş gömleğine burnunu sildi. “İnan bana, çok zor bir iş bizimkisi, üstelik kazancı da az. Geçen ay ne kazandık, bilir misin? Elli üç dolar! Gel de yaşa bu kadarcık parayla, göreyim seni, şekerim.” Bir iki derin soluk aldı burnundan, sonra etekliğini düzeltti.” Günün birinde bu yavrucak toprağın altında ölüp kalacak; işin tuhafı birçok kimse öldüğüne bile inanmayacak bunun; numara diyecekler, numara yapıyor.”
Bu sırada adam cebinden mumlamış şeftali çekirdeğine benzeyen bir şey çıkarıp avucunun ortasına koydu. Kay’e baktı, sonra gözlerini açarak çekirdeği sevmeye, okşamaya başladı; çok iğrençti görünüşü.
Kay kaşlarını çattı. “Ne istiyor?”
Onu satın almanızı.”
Nedir o?”
Büyü,” dedi kadın. “Bir aşk büyüsü.”
Ağız mızıkası susmuştu. Karmakarışık sesler birdenbire ayrıldı, belirdi: bir horultu, cin şişesinin ileri geri gidip gelişi, uykulu seslerin fısıltısı, tekerleklerin ardı arası kesilmez uğultusu.
Aşkın bundan ucuzu olur mu, şekerim?”
Çok iyi. Yani çok hoş…” dedi Kay; hiç niyeti yoktu böyle bir şey almaya. Adam çekirdeği pantolonuna sürtüp parlattı. Boynunu bükmüş, yalvaran bir tavır takınmıştı; derken çekirdeği dişlerinin arasına tutup ısırdı; hangi gümüş paraları, kalp mı değil mi anlamak için ısırırlar ya, işte tıpkı öyle. “Büyüler bana hep uğursuzluk getirir. Sonra… ne olur, söyleyin, yapmasın böyle şeyler.”
Korkacak bir şey yok, ” dedi kadın; sesi büsbütün cansızlaşmıştı. “Kötülük edecek değil sana.”
Söyleyin, yapmasın, yapmasın!”
Elimden ne gelir benim?” dedi kadın; omuz silkti. “Para sende. Zenginsin. İstediği bir dolar, bir dolarcık.”
Kay çantasını koltuğunun altında sıktı. “Ancak beni okula götürecek kadar param var,” diye bir yalan kıvırdı; birden ayağa fırlayıp ortadaki geçide çıkıverdi. Bir an durdu orada, bir şeyler olacak sanıyordu. Ama hiçbir şey olmadı.
Kadın tam bir ilgisizlikle içini çekti, gözlerini yumdu; adam da yavaşça arkasına yaslanıp çekirdeği cebine soktu. Sonra elini uzatarak yanında oturan kadının elini tuttu.
Kay arkasındaki kapıdan vagonun sahanlığına çıktı. Dışarısı çok soğuktu; pardösüsü içerde kalmıştı. Boynundaki eşarbı çözüp başına bağladı.
Daha önce hiç gelmemişti buralara, ama çevresinde gördüğü şeyleri tanıyormuş gibiydi; ay ışığında soluk, dumanlı bir renge bürünmüş olan koca koca ağaçlar yolun iki yanını boydan boya kaplıyordu. Tepede, yıldızlarla donanmış uçsuz bucaksız gökyüzü masmaviydi. Lokomotifin dumanları upuzun bulutlar gibi yükselmekteydi. Sahanlığın bir köşesindeki kırmızı camlı fenerden renkli gölgeler saçılıyordu.
Çantasından bir sigara çıkarıp yakmaya çalıştı; rüzgâr kibritleri yanar yanmaz söndürüveriyordu, sonunda bir tek kibriti kaldı. Fenerin olduğu köşeye gitti, ellerini siper edip son kibritini sigarasının ucuna tuttu, çaktı: alev bir an titreyip canlandı, sonra söndü. Kay kızgın bir hareketle sigarayı da, boş kibrit koçanını da fırlatıp attı; sinirleri iyice gerilmişti, vagonun duvarını yumruklayıp huysuz bir çocuk gibi homurdanmaya, ağlamaklı sesler çıkarmaya başladı.
Soğuktan başı ağrıyordu; sıcak vagona girip bir güzel uyumalıydı. Ama yapamazdı bunu, şu anda yapamazdı; niçin yapamayacağını düşünmüyordu bile, çünkü pek iyi biliyordu nedenini. Hem dişlerinin birbirine çarpmasına engel olmak, hem de bir ses duyup cesaretlenmek için kendi kendine konuşmaya koyuldu: “Alabama’dayız şimdi, öyle sanıyorum, yarın Atlanta’ da olacağız, on dokuz yaşındayım ben, ağustosta yirmime basacağım, yüksekokulun ikinci sınıfındayım…” Karanlıkta çevresine bakındı, güneşin doğmak üzere olduğunu haber verecek bir işaret aradı, sonu gelmeyen ağaçlardan, buz gibi aydan başka bir şey göremedi. “Tiksiniyorum ondan, iğrenç bir adam, tiksiniyorum ondan…” Sustu; söylediği sözlerin saçmalığından bayağı utanç duymuştu; üstelik şu gerçeği görmezlikten gelemeyecek kadar da yorgundu: korkuyordu adamdan.
Birdenbire karşı konmaz bir istek, onu eğilip fenere dokunmaya zorladı. Camı sıcaktı fenerin; kırmızı ışıklar parmaklarından süzüldü; canlandırdı, renklendirdi onları. Sıcaklık ellerinden kollarına doğru yürüdü.
Öylesine dalmıştı ki kapının açıldığını duymadı. Tekerleklerin hiç dinmeyen uğultusu adamın ayak seslerini bastırıyordu.
Derken belli belirsiz, tuhaf bir duygu ona arkasında birinin durduğunu haber verdi; birkaç saniye sonra korkusunu yenip başını çevirdi, omuzunun üzerinden arkasına baktı.
Adam tam bir sessizlik içinde boynunu eğmiş, kollarını iki yanına sarkıtmış, öylece duruyordu. Fenerin ışığında kırmızıya boyanmış olan bu ifadesiz, kötülüksüz yüze bakarken, Kay neden korktuğunu anlayıverdi: bir anıydı onu korkutan, çok eskiden, çocukluğunda, düşüncelerinin üstüne perili bir gece ağacı gibi çöken korkularını hatırlatıyordu bu adam. Halalar, teyzeler, aşçılar, yabancılar - her fırsatta korkunç öyküler anlatır, ya da onu karşılarına oturtup hayaletlerden, ölümden, ruhlardan, şeytanın kötülüklerinden söz açan şiirler ezberletirlerdi. Sonra o büyücü; sonu gelmez öğütler; sakın evden uzaklaşayım deme, küçük, yoksa o büyücü herif seni yakaladığı gibi yutuverir! Her yerde karşısına o çıkardı, o büyücü, her yer tehlikeliydi. Gece, yatakta, duyuyor musunuz, pencereye vuruyor? Dinleyin!
Kay parmaklığa tutunarak yavaş yavaş doğruldu, dimdik durdu. Adam başını salladı, eliyle kapıyı gösterdi. Kız derin bir soluk aldı, ilerledi. İçeri girdiler.
Vagonun havası uyku kokuyordu; bir tek lamba yanmaktaydı, o yüzden de içerisi yarı karanlıktı. Hiç hareket yoktu; sadece vagon ağır ağır sallanıyor, yerlere atılmış gazeteler hışırdıyordu.
Yalnız, kadın uyanıktı. Pek heyecanlı olduğu her halinden belliydi: saçının bukleleriyle, şapkasındaki kirazlarla oynuyor, kısacık bacaklarını öne arkaya sallayıp duruyordu. Karşısına geçip oturan Kay’e bakmadı bile. Adam ayaklarından birini altına alıp yerine yerleşti, kollarını göğsünün üstünde kavuşturdu.
Kay sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmak isteğiyle bir dergi aldı eline. Adamın, gözlerini hiç ayırmadan kendisine baktığını hissediyordu: korku içindeydi, bağırmak, herkesi uyandırmak isteğiyle yandı. Ama ya duymazlarsa? Ya gerçek bir uykuda değillerse? Gözleri yaşlarla doldu; yazılar büyüdü, biçimsizleşti, silindi. Kaba, kızgın bir hareketle kapattı dergiyi, kadına baktı.
Alıyorum,” dedi. “Büyüyü yani. Alacağım; bütün bunlar onun içinse - istediğiniz onu satın almamsa.”
Kadın cevap vermedi. İlgisiz ilgisiz gülerek adama döndü.
Kay’ın gözleri kısıldı; adamın yüzü biçimini değiştirmekteydi sanki, suyun içinde aşağı doğru inen, toparlak, düz bir taş gibi, sallana sallana uzaklaşmaktaydı. Ilık bir tembellik sardı kızı. Kolunun altından çantasının çekilip alınışını, pardösüsünün bir kefen gibi başının üstüne örtülüşünü doğru dürüst göremedi bile.
Çeviren: Memet Fuat