Kıştı. Küçük istasyonun önündeki soğuk, rüzgârlı düzlüğü bir sıra çıplak elektrik lambası aydınlatıyordu; sanki bütün sıcaklığı onlar çekmişti. Akşamüzeri yağmur yağmıştı; istasyonun saçaklarından buzlar sarkıyordu; camdan yapılma bir canavarın korkunç dişleri gibi. Düzlükte uzunca boylu genç bir kızdan başka kimse yoktu. Kızın sırtında külrengi fanila bir giysi, yağmur geçirmeyen bir pardösü, boynunda da büyücek bir eşarp vardı. Sarımsı kahverengi saçları ortadan ayrılmıştı, omuzlarına doğru dalga dalga iniyordu; yüzü azıcık inceydi, dardı; gene de, aşırı derecede değilse bile, bir hayli güzeldi. Eli kolu doluydu, üstünde süslü pirinç harflerle “Kay” yazılı olan külrengi süet bir çantadan başka, bir sürü dergi, bir de kocaman, yeşil, kovboy gitarı yüklenmişti.
Tren karanlığın içinden buharlar saçarak ışıl ışıl çıkageldi, durdu; Kay elinde yüküyle en arkadaki vagona tırmandı.
Vagon eski mi eskiydi, kırmızı pelüş kaplı kanepeler yırtık pırtıktı, yer yer açılmış olan kumaşın altından tentürdiyot rengi tahtalar görünüyordu. Tavandan sarkan bakır lambanın gerçekle ilgisiz, yerini yadırgamış bir hali vardı. Donuk, cansız bir duman bulutu dolaşıyordu havada; vagonun sıcaklığı yerlere atılmış bayat sandviç artıklarının, elma koçanlarının, portakal kabuklarının kokusunu büsbütün keskinleştiriyordu: bütün bu süprüntüler, kâğıt bardaklar, meyveli gazoz şişeleri, yırtık gazeteler, ortadaki uzun geçidi baştan başa doldurmuştu. Duvara gömülü bir su soğutma dolabının musluğundan yere durmadan su sızıyordu. Kay vagona girdiği zaman başlarını kaldırıp yorgun yorgun bakan yolcular, durumlarından hiç de şikâyetçiye benzemiyorlardı.
Kay’in içinden elini burnuna götürmek geldi, ama götürmedi; yerdeki süprüntülere basmamaya çalışarak ilerledi; şekerleme yapan şişman bir adamın ayağının üstünden aşarken az kaldı takılıp düşecekti. Biçimsiz, acayip iki adam, yanlarından geçtiği sırada ona ilgiyle baktılar; küçük bir çocuk kanepenin tepesine çıkmış, bağırıyordu: “Hey, anne gitara bak! Hey, bayan, versene çalayım şu gitarı!” Annesi kıçına bir tokat yapıştırıp susturdu onu.
Bir tek boş yer vardı. Vagonun ta öbür ucunda, ayrı bir bölmedeydi o yer; bir adamla bir kadın yan yana oturmuş, ayaklarını karşılarındaki boş koltuğa uzatmışlardı. Kay bir an duraladı, sonra sordu: “Buraya oturabilir miyim?”
Kadın birden başını kaldırdı, sanki bir yanına bir iğne saplanmıştı. Ama sonra kendini toparladı, gülümsedi. “Ne diye oturamayasın, şekerim,” diyerek ayaklarını çekti; arkasından ayaklarını da tutup yere indirdi; adam hiç oralı değildi, pencereden dışarı bakıyordu.
Kay kadına teşekkür ederek pardösüsünü çıkardı, oturdu, çantasıyla gitarını yanına koydu; dergiler kucağındaydı; rahattı rahatlığına, bir de yastığı olsaydı sırtını dayamak için büsbütün rahat edecekti.
Tren sarsıldı; pencerenin dışında buharlar uçuştu; ıssız istasyonun kirli ışıkları uzaklaştı, eridi.
“Ne biçim istasyon burası,” dedi kadın. “Ne kasabası var, ne bir şeyi.”
“Kasaba birkaç kilometre içerdedir,” dedi Kay.
“Öyle mi? Buralı mısın?”
“Hayır.” Amcasının cenazesi için gelmişti. Kendine bu yeşil gitardan başka hiçbir şey bırakmayan bir amca, ama bunu kadına söylemedi tabii. Nereye gidiyordu? Ah, nereye olacak, geldiği yere, okula, yüksekokula.
Bunları konuştular, sonra kadın şöyle dedi: “Ne öğreneceksin sanki orada? Dinle bak, şekerim, ben epeyce okumuş bir insanım, ama bugüne kadar yüksekokulun kapısından içeri adımımı atmış değilim.”
“Evet,” diye mırıldandı Kay; sonra terbiyeli bir tavırla kucağındaki dergilerden birini açtı. Işık çok kötüydü, üstelik öyküler de tatsız tatsız şeylerdi. Ama çene yarıştırmaya da hiç isteği yoktu, onun için sayfaları gelişigüzel çevirmeye devam etti; derken bir el dokundu dizine.
“Okuma,” dedi kadın. “Konuşacak insan yok, patlayacağım nerdeyse. Onunla konuşmak çok sıkıcı iş.” Başparmağıyla adamı işaret etti. “Sakattır: hem sağır, hem dilsiz, anlıyorsun.”
Kay dergiyi kapadı; kadına alıcı gözüyle ilk olarak bakıyordu. Kısa boyluydu; ayaklarının ucu zor değiyordu yere. Ufak tefek insanların çoğu gibi, onun da bir oran bozukluğu vardı, başı büyüktü, ama iyice büyük. Etli, sarkık yüzü allık içindeydi, pırıl pırıldı, onun için de yaşını tahmin etmek pek zordu: elli, elli beş belki. Kocaman, donuk gözleri oradan oraya dönüp durmaktaydı; gördüğü şeylerden hoşlanmıyordu sanki. Saçlarını kırmızıya boyamıştı; açıkça belliydi boyalı oldukları; bukleleri de iri iri, uzun uzundu. Şapkası kulağının üstüne düşmüştü; bir zamanlar güzel olduğu anlaşılan, lavanta çiçeği rengi, büyük bir şapkaydı; kadın ikide bir onun kenarından sarkan yapma kirazları arkaya itiyordu. Süssüz, mavi giysisi pek yeni değildi. Soluğunda keskin, tatlı bir içki kokusu vardı, cin kokusu.
“Benimle konuşmak istersin, değil mi, şekerim?”
“Elbette,” dedi Kay, hafifçe gülümsedi.
“Elbette istersin. İstersen, tabii istersin. İşte treni bunun için severim. Otobüste kimse ağzını açıp iki kelime konuşmaz. Ama hep söylerim ya, tren başkadır, trende herkes hemen kaynaşıverir.” Sesi neşeliydi, uğultuluydu, bir erkek sesi gibi boğuktu.” Ama onun yüzünden hep burada oturmak zorunda kalıyoruz; kendi kendimize; ayrı bir kompartımana benzer burası, görüyorsun? ”
“Çok hoş bir yer,” dedi Kay. “Bu kanepeye oturmama izin verdiğiniz için teşekkür ederim.”
“Ben pek sevindim sen geldin diye. Çoğu zaman kimse gelmez bizim yanımıza; nedense bunu görünce siniri bozuluyor herkesin.”
Tam o sırada, adam sanki bu sözleri yalanlamak içinmiş gibi gırtlağından tuhaf bir ses çıkardı, sonra kadının koluna yapıştı. “Rahat bırak beni, sevgilim,” dedi kadın; çocuğunu azarlayan bir anneye benziyordu. “Bir şeyim yok. Konuşuyoruz azıcık. Uslu dur, yoksa bu güzel kız kaçar yanımızdan. Çok zengin; yüksekokula gidiyor. “Sonra Kay’e göz kırparak şöyle dedi: “Sarhoş sanıyor beni.”
Adam arkasına yaslandı, boynunu yana eğip göz ucuyla Kay’i süzmeye başladı. Mavili beyazlı bir çift bilyeye benzeyen gözleri güzeldi, tuhaf bir güzellik; kirpikleri gürdü, uzundu. Kocaman, sakalsız yüzünde herhangi bir ifade yoktu, yalnızca bir uzaklık duygusu veriyordu insana. Heyecanlanamayan ya da heyecanını gösteremeyen bir adamdı. Kırçıl saçları kısacık kesilmiş, öne doğru taranmıştı. Bilinmeyen bir yöntemle birdenbire ihtiyarlatılmış küçük bir çocuktu sanki Eski, mavi bir giysi vardı üstünde; kötü mü kötü, ucuz bir koku sürünmüştü. Sol bileğine de bir “Mickey Mouse” saati takmıştı.
“Sarhoş sanıyor beni,” diye tekrarladı kadın. “İşin hoş yanı, gerçekten sarhoşum. Aa, boş ver – hödük gibi de oturulmaz ya, değil mi?” Öne doğru eğildi. “Ha, değil mi?”
Kay gözlerini adama dikmişti; bayağı rahatsız oluyordu onun bakışlarından, gene de başını başka yana çeviremiyordu. “Doğru,” dedi.
“Öyleyse içelim,” dedi kadın. Elini muşamba torbasına daldırıp yarı yarıya dolu bir cin şişesi çıkardı. Tıpasını açmaya hazırlanırken, birden aklına bir şey gelmiş gibi durdu, şişeyi Kay’e verdi. “İki kişi olduğumuzu unuttum,” dedi. “Gidip şuradan kâğıt bardak alayım.”
Kay’in içki içmeyeceğini söylemesine kalmadan, kadın kalkmış, yalpa vura vura su soğutma dolabının olduğu yana doğru gitmeye başlamıştı bile.
Kay esnedi, alnını pencerenin camına dayadı, parmakları gitarın tellerinde dolaştı: yumuşak, yapıştırıcı sesler duyuldu, pencereden görülen, karanlığa gömülü topraklar kadar huzur verici sesler. Gökte, trenin üzerinde buzlu bir ay ince, beyaz bir tekerlek gibi dönmekteydi.
Sonra durup dururken tuhaf bir şey oldu: adam uzanıp Kay’in yanağını okşadı. Son derece yumuşak, ama aşırı bir hareketti bu; Kay önce ne yapacağını kestiremedi: düşünceleri birkaç yöne birden saldırdı. Adam öne doğru eğilmişti; gözleri kızın gözlerine iyice yaklaşmıştı; sürünmüş olduğu koku dayanılır şey değildi. Onlar birbirlerine bakarken gitardan hiç ses çıkmadı. Sonra birdenbire Kay adama acıdığını hissetti; ama, gene de, evet, gene de iğreniyordu, tiksiniyordu ondan: tuhaf bir şey vardı bu adamda, anlaşılmaz bir şey, bu adama bakarken şeyi hatırlıyordu – neyi?
Biraz sonra adam elini çekip arkasına yaslandı; yüzünde aptalca bir gülümseme dolaştı; sanki çok önemli, çok akıllıca bir iş yapmıştı da alkış bekliyordu.
“Deh! Deh! benim karakaçanım…” diye bağırdı kadın. Oturdu; yüksek sesle, “Fırıl fırıl dönüyor başım! Her yanım kesiliyor, bitkinim! Heyt!” dedi. Elindeki bir avuç dolusu kâğıt bardaktan ikisini seçti, öbürlerini bluzunun yakasından içeri attı. “Hem emin, hem de kuru bir yer, ha ha ha…” Derken bir öksürük nöbetine tutuldu; nöbet geçince duruldu, sessizleşti. “Sevgilim eğleniyor muydu?” diye sordu; göğsünü ovuşturdu. “Ah, çok tatlı şeydir.” Nerdeyse bayılacaktı. Kay keşke bayılsa diye düşündü.
“Ben içmek istemiyorum,” dedi; şişeyi kadına verdi. “İçki içemem ben: hiç sevmem.”
“Oyunbozanlık etme,” dedi kadın. “Haydi, uslu bir kız gibi tut şu bardağını.”
“Yok, ne olur…”
“Tanrım, tut şunu. Bu yaşta böyle sinirlilik! Ben tir tir titresem de bir şey gerekmez, nedeni var çünkü. Ah, Tanrım, hem de ne nedenler. ”
“Ama…”
Kadının yüzü korkunç bir gülümsemeyle çarpıldı. “Ne o? yoksa benimle içki içmeyi düşüklük mü sayıyorsun?”
“Ne olur yanlış anlamayın,” dedi Kay, sesi titriyordu. “Sadece yapmak istemediğim bir işe böyle zorlanmak hoşuma gitmiyor. Gelin bunu arkadaşınıza verelim, o içsin olmaz mı?”
“Ona mı? Yok, hayır; azıcık aklı var zaten, bir de içki içerse tamam olur. Haydi, şekerim, yuvarla bakalım.”
Kay baktı kurtuluş yok, azıcık daha dirense kavga çıkacak, kadının dediğini yapmaya karar verdi. Bir yudum aldı, titredi. Çok keskin bir cindi. Boğazı yandı, gözlerine yaşlar doldu. Kadının kendisine bakmadığı bir sırada, çabucak elindeki kâğıt bardağı gitarın deliğinden içeri boşaltıverdi. Ama adam görmüştü; Kay ona gözleriyle işaret etti, söylemesin diye. Öylece duruyordu adam; yapılan işareti anlayıp anlamadığını bile belli değildi.
“Nerelisin, kızım?” diye sordu kadın.
Kay bir an şaşaladı, vereceği cevabı bulamadı. Kafasına bir sürü kent adı doluşmuştu. Sonunda, şaşkınlığı geçince, şöyle dedi: “New Orleans. New Orleans’lıyım.”
Kadın canlandı, gülümsedi. “New Orleans, son günlerimi geçirmek istediğim yer. Bir zamanlar, oh evet, 1923’de, orada falcılık ederdim ben; küçük, güzel bir salonum vardı. Şeyde, St. Peter Caddesinde.” sustu, eğilip boş cin şişesini yere bıraktı. Şişe ortadaki geçide doğru ağır ağır yuvarlandı, durdu, ileri geri gidip geldi.” Ben Texas’ da büyüdüm –koca bir çiftlikte– babam zengindi. Her şeyin en iyisini alırdı bize; giysilerimiz Fransa’ dan, Paris’ ten gelirdi. Sizin de büyük bir eviniz olsa gerek. Bahçeniz var mı? Çiçek yetiştirir misiniz? ”
“Sadece leylak.”
Bir biletçi girdi vagona; onunla birlikte kapıdan içeri dalan soğuk rüzgâr yerdeki süprüntüleri hışırdattı; dumanlı, sıcak ölü havayı canlandırıverdi. Biletçi ilerledi; arada bir durup bir bilet zımbalıyor, ya da yolculardan biriyle konuşuyordu. Saat gecenin on ikisini geçmişti. Bir yolcu ağız mızıkası çalmaktaydı, çok güzel çalıyordu. Bir başkası tanınmış bir politikacıyı övüyordu. Küçük bir çocuk uykusunda bir çığlık attı.
“Kim olduğumuzu bilseydin, belki bu kadar kötü davranmazdın bize,” dedi kadın; kocaman başını salladı. “Hani öyle büsbütün sokak süprüntüsünü değiliz, yok, hayır.”
Kay gene şaşırıp kalmıştı; sinirli bir hareketle çantasındaki paketten bir sigara çıkarıp yaktı. Öndeki vagonlarla yer yok mudur acaba, diye düşündü. Kadından da, adamdan da tiksiniyordu, bir dakika bile oturamazdı artık onların yanında. Hayatında hiç böyle bir durumda kalmamıştı. “Çok çok özür dilerim,” dedi, “hemen kalkıp gitmek zorundayım. Gerçi pek eğleniyorduk, ama trende buluşmak üzere söz vermiştim bir arkadaşıma da…”
Kadın son derece hızlı, görünmez bir hareketle kızın bileğine yapışıverdi. “Annen yalan söylemenin günah olduğunu öğretmedi mi sana?” diye fısıldadı. Lavanta çiçeği rengi şapkası başından kayıp düştü, ama hiç aldırmadı kadın, şapkasını tutmaya davranmadı. Dilini çıkarıp dudaklarını ıslattı. Kay’ in ayağa kalktığını görünce, bileğini daha çok sıkmaya başladı.” Otur, şekerim… arkadaş filan yok… İşte biziz senin arkadaşın, kolay kolay bırakıp gidemezsin bizi.”
“İnanın, yalan söylemiyorum.”
“Otur, şekerim.”
Kay sigarasını yere attı, adam hemen eğilip aldı onu yerden. Sonra köşesine gömülüp ağzından duman çemberleri çıkarmaya koyuldu; çemberler göz göz yükseliyor, gittikçe büyüyerek yok oluyordu.
“Bizi böyle birdenbire bırakıp gitmen onu çok üzer, yazık değil mi, şekerim?” diye mırıldandı kadın.” Otur haydi - otur - haydi, ha şöyle . Ne güzel bir gitar bu. Çok, çok güzel bir gitar… “İkinci bir trenin sağır edici gürültüsü kadının sesini bastırdı. Bir an vagonun ışıkları söndü; karanlıkta öbür trenin altın renkli pencereleri göz kırpa kırpa geçti: sarı - kara - sarı - kara - sarı - kara. Adamın sigarası bir ateş böceği gibi parlayıp parlayıp donuklaşıyordu; duman çemberleri sessizce yükselmekteydi. Dışardan keskin bir çan sesi geldi.
Lambalar yeniden yandığı sırada Kay bileğini ovuşturuyordu; kadının tuttuğu yere kıpkırmızı olmuştu, bilezik gibi. Kay kızgınlıktan çok, şaşkınlık içindeydi. Karar vermişti, biletçiye söyleyecekti, bana başka bir yer bulun, diyecekti. Ama adam biletini kesmeye gelince kızın ağzından sadece kırık dökük, anlaşılmaz sözcükler çıktı.
“Evet, miss?”
“Yok bir şey,” dedi kız.
Biletçi gitti.
Bölmedeki üç kişi sessiz sessiz bakıştılar; sonunda kadın şöyle dedi: “Bak, sana ne göstereceğim, şekerim. “Muşamba torbasını karıştırdı. “Bunu gördükten sonra bizi küçümsemekten vazgeçersin sanırım.”
Kay’e uzattığı şey bir el ilanıydı; eski mi eski, sararmış bir kâğıt parçası; sanki yüzyıllarca önce basılmıştı. Üstünde son derece süslü harflerle şunlar yazılıydı:
LAZARUS
Diri Diri Gömülen Adam
BİR MUCİZE
GELİP GÖZLERİNİZLE GÖRÜN
Büyükler, 25s - Çocuklar, 10s
“Ben her gömülüşte önce bir ilahi söyler, sonra da İncil okurum,” dedi kadın. “Çok acıklı olur: bazı kimseler kendilerini tutamayıp ağlarlar bile, yaşlıların çoğu ağlar. Benim süsüme de diyecek yoktur hani: kara bir peçe, kara bir giysi, ah, tam bu işe göredir kılığım. Bunun da ısmarlama yapılmış, damatlık bir giysisi vardır; kafasına Hintliler gibi bir sarık sarar, yüzüne de bol bol talk pudrası sürer. Anlıyorsun ya, gerçek bir ölünün gömülüşüne benzesin diye elimizden geleni yaparız. Ama, hiç, canım, zaman değişti şimdi, bir sürü piç kurusu gelir, gülerler, alay ederler, kızdırırlar insanı - bazen bayağı seviniyorum bunun sağır olduğuna; o çocukların söylediklerini duysa kim bilir ne kadar üzülür.”
Kay sordu: “Yani siz bir sirkte, ya da gezginci tiyatroda, ya da işte öyle bir yerde mi çalışıyorsunuz?”
“Yok, yalnız çalışıyoruz biz,” dedi kadın, az önce düşürmüş olduğu şapkasını giydi. “Yıllardır, yıllardır yaparız bu işi – Güney’ in bütün belli başlı kasabalarında oynadık: Singasong, Mississipi –Spunky, Louisiana– Eureka, Alabama… Daha bir sürü kasaba adını şarkı söyler gibi saydı. “İlahiden, İncil’den sonra, bunu gömüyoruz.”
“Tabutla mı?”
“Bir çeşit tabut. Çok güzeldir, kapağının üstü baştan başa gümüş rengi yıldızlarla süslüdür.”
“Havasızlıktan boğulmaz mı?” dedi Kay. “Ne kadar kalıyor toprağın altında?”
“Hepsi bir saat tutar herhalde - ökseciliği katmıyorum tabii.”
“Öksecilik mi?”
“Ha ha. Oyundan bir gece önce yaptığımız şey. Bir dükkân buluruz; eski yeni, bakmayız ona; iş vitrini genişçe olsun; sahibini kandırdık mı, bu girer vitrine, kendi kendini hipnotize eder. Bütün gece orada, öyle, kazık gibi yatar, yoldan geçenler toplanıp toplanıp bakarlar: hepsinin de ödü kopar bunu o halde görünce…” Konuşurken, bir yandan da parmağıyla kulağını karıştırıyordu, arada bir de durup tırnağının arasına giren pisliklere bakmaktaydı. “Bir keresinde, Mississippili bir şerif…”
Bu sözlerle anlatmaya başladığı öykü, hem karmakarışık, hem de saçma sapan bir şeydi: Kay dinlemedi bile. O ana kadar duydukları yeterdi; kafasında bir sürü hayal canlanmıştı, amcasının cenazesi geçiyordu gözlerinin önünden; doğrusu onun ölümüne fazla üzülmüş değildi; pek tanımazdı amcasını. Karşısında oturan adama gizliden gizliye bakarken, tabutun içinde yatan amcasının bembeyaz yüzünü görür gibi oluyordu. Bu iki yüz arasında tuhaf bir benzerlik vardı: durgun, sessiz, korkunç; adam sanki bir vitrindeydi gerçekten ya da bir cam kutunun içinde; herkesin kendisine bakmasından memnun, öylece duruyordu sanki.
“Ne dediniz?”
“Şey dedim: Bu işi mezarlıkta yapmamıza izin verseler çok daha iyi olur. Nerede yer bulursak orada yapıyoruz şimdi… aksi gibi de boş arsaların onda dokuzu pis kokulu benzin istasyonlarının yanındadır nedense. Ama, nerede olursa olsun, yamandır bizim oyunumuz, eşsizdir. Bir gün, bir yerde rastlarsın, gel gör bak.”
“Ah, çok isterim görmek,” dedi Kay; başka bir dünyada gibiydi.
“Ah, çok isterim görmek,” dedi kadın; kızın sesini taklit ederek söylemişti bunu. “Kim çağırdı seni? Gel diyen oldu mu? Eteğini kaldırıp paçavraya dönmüş gömleğine burnunu sildi. “İnan bana, çok zor bir iş bizimkisi, üstelik kazancı da az. Geçen ay ne kazandık, bilir misin? Elli üç dolar! Gel de yaşa bu kadarcık parayla, göreyim seni, şekerim.” Bir iki derin soluk aldı burnundan, sonra etekliğini düzeltti.” Günün birinde bu yavrucak toprağın altında ölüp kalacak; işin tuhafı birçok kimse öldüğüne bile inanmayacak bunun; numara diyecekler, numara yapıyor.”
Bu sırada adam cebinden mumlamış şeftali çekirdeğine benzeyen bir şey çıkarıp avucunun ortasına koydu. Kay’e baktı, sonra gözlerini açarak çekirdeği sevmeye, okşamaya başladı; çok iğrençti görünüşü.
Kay kaşlarını çattı. “Ne istiyor?”
“Onu satın almanızı.”
“Nedir o?”
“Büyü,” dedi kadın. “Bir aşk büyüsü.”
Ağız mızıkası susmuştu. Karmakarışık sesler birdenbire ayrıldı, belirdi: bir horultu, cin şişesinin ileri geri gidip gelişi, uykulu seslerin fısıltısı, tekerleklerin ardı arası kesilmez uğultusu.
“Aşkın bundan ucuzu olur mu, şekerim?”
“Çok iyi. Yani çok hoş…” dedi Kay; hiç niyeti yoktu böyle bir şey almaya. Adam çekirdeği pantolonuna sürtüp parlattı. Boynunu bükmüş, yalvaran bir tavır takınmıştı; derken çekirdeği dişlerinin arasına tutup ısırdı; hangi gümüş paraları, kalp mı değil mi anlamak için ısırırlar ya, işte tıpkı öyle. “Büyüler bana hep uğursuzluk getirir. Sonra… ne olur, söyleyin, yapmasın böyle şeyler.”
“Korkacak bir şey yok, ” dedi kadın; sesi büsbütün cansızlaşmıştı. “Kötülük edecek değil sana.”
“Söyleyin, yapmasın, yapmasın!”
“Elimden ne gelir benim?” dedi kadın; omuz silkti. “Para sende. Zenginsin. İstediği bir dolar, bir dolarcık.”
Kay çantasını koltuğunun altında sıktı. “Ancak beni okula götürecek kadar param var,” diye bir yalan kıvırdı; birden ayağa fırlayıp ortadaki geçide çıkıverdi. Bir an durdu orada, bir şeyler olacak sanıyordu. Ama hiçbir şey olmadı.
Kadın tam bir ilgisizlikle içini çekti, gözlerini yumdu; adam da yavaşça arkasına yaslanıp çekirdeği cebine soktu. Sonra elini uzatarak yanında oturan kadının elini tuttu.
Kay arkasındaki kapıdan vagonun sahanlığına çıktı. Dışarısı çok soğuktu; pardösüsü içerde kalmıştı. Boynundaki eşarbı çözüp başına bağladı.
Daha önce hiç gelmemişti buralara, ama çevresinde gördüğü şeyleri tanıyormuş gibiydi; ay ışığında soluk, dumanlı bir renge bürünmüş olan koca koca ağaçlar yolun iki yanını boydan boya kaplıyordu. Tepede, yıldızlarla donanmış uçsuz bucaksız gökyüzü masmaviydi. Lokomotifin dumanları upuzun bulutlar gibi yükselmekteydi. Sahanlığın bir köşesindeki kırmızı camlı fenerden renkli gölgeler saçılıyordu.
Çantasından bir sigara çıkarıp yakmaya çalıştı; rüzgâr kibritleri yanar yanmaz söndürüveriyordu, sonunda bir tek kibriti kaldı. Fenerin olduğu köşeye gitti, ellerini siper edip son kibritini sigarasının ucuna tuttu, çaktı: alev bir an titreyip canlandı, sonra söndü. Kay kızgın bir hareketle sigarayı da, boş kibrit koçanını da fırlatıp attı; sinirleri iyice gerilmişti, vagonun duvarını yumruklayıp huysuz bir çocuk gibi homurdanmaya, ağlamaklı sesler çıkarmaya başladı.
Soğuktan başı ağrıyordu; sıcak vagona girip bir güzel uyumalıydı. Ama yapamazdı bunu, şu anda yapamazdı; niçin yapamayacağını düşünmüyordu bile, çünkü pek iyi biliyordu nedenini. Hem dişlerinin birbirine çarpmasına engel olmak, hem de bir ses duyup cesaretlenmek için kendi kendine konuşmaya koyuldu: “Alabama’dayız şimdi, öyle sanıyorum, yarın Atlanta’ da olacağız, on dokuz yaşındayım ben, ağustosta yirmime basacağım, yüksekokulun ikinci sınıfındayım…” Karanlıkta çevresine bakındı, güneşin doğmak üzere olduğunu haber verecek bir işaret aradı, sonu gelmeyen ağaçlardan, buz gibi aydan başka bir şey göremedi. “Tiksiniyorum ondan, iğrenç bir adam, tiksiniyorum ondan…” Sustu; söylediği sözlerin saçmalığından bayağı utanç duymuştu; üstelik şu gerçeği görmezlikten gelemeyecek kadar da yorgundu: korkuyordu adamdan.
Birdenbire karşı konmaz bir istek, onu eğilip fenere dokunmaya zorladı. Camı sıcaktı fenerin; kırmızı ışıklar parmaklarından süzüldü; canlandırdı, renklendirdi onları. Sıcaklık ellerinden kollarına doğru yürüdü.
Öylesine dalmıştı ki kapının açıldığını duymadı. Tekerleklerin hiç dinmeyen uğultusu adamın ayak seslerini bastırıyordu.
Derken belli belirsiz, tuhaf bir duygu ona arkasında birinin durduğunu haber verdi; birkaç saniye sonra korkusunu yenip başını çevirdi, omuzunun üzerinden arkasına baktı.
Adam tam bir sessizlik içinde boynunu eğmiş, kollarını iki yanına sarkıtmış, öylece duruyordu. Fenerin ışığında kırmızıya boyanmış olan bu ifadesiz, kötülüksüz yüze bakarken, Kay neden korktuğunu anlayıverdi: bir anıydı onu korkutan, çok eskiden, çocukluğunda, düşüncelerinin üstüne perili bir gece ağacı gibi çöken korkularını hatırlatıyordu bu adam. Halalar, teyzeler, aşçılar, yabancılar - her fırsatta korkunç öyküler anlatır, ya da onu karşılarına oturtup hayaletlerden, ölümden, ruhlardan, şeytanın kötülüklerinden söz açan şiirler ezberletirlerdi. Sonra o büyücü; sonu gelmez öğütler; sakın evden uzaklaşayım deme, küçük, yoksa o büyücü herif seni yakaladığı gibi yutuverir! Her yerde karşısına o çıkardı, o büyücü, her yer tehlikeliydi. Gece, yatakta, duyuyor musunuz, pencereye vuruyor? Dinleyin!
Kay parmaklığa tutunarak yavaş yavaş doğruldu, dimdik durdu. Adam başını salladı, eliyle kapıyı gösterdi. Kız derin bir soluk aldı, ilerledi. İçeri girdiler.
Vagonun havası uyku kokuyordu; bir tek lamba yanmaktaydı, o yüzden de içerisi yarı karanlıktı. Hiç hareket yoktu; sadece vagon ağır ağır sallanıyor, yerlere atılmış gazeteler hışırdıyordu.
Yalnız, kadın uyanıktı. Pek heyecanlı olduğu her halinden belliydi: saçının bukleleriyle, şapkasındaki kirazlarla oynuyor, kısacık bacaklarını öne arkaya sallayıp duruyordu. Karşısına geçip oturan Kay’e bakmadı bile. Adam ayaklarından birini altına alıp yerine yerleşti, kollarını göğsünün üstünde kavuşturdu.
Kay sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmak isteğiyle bir dergi aldı eline. Adamın, gözlerini hiç ayırmadan kendisine baktığını hissediyordu: korku içindeydi, bağırmak, herkesi uyandırmak isteğiyle yandı. Ama ya duymazlarsa? Ya gerçek bir uykuda değillerse? Gözleri yaşlarla doldu; yazılar büyüdü, biçimsizleşti, silindi. Kaba, kızgın bir hareketle kapattı dergiyi, kadına baktı.
“Alıyorum,” dedi. “Büyüyü yani. Alacağım; bütün bunlar onun içinse - istediğiniz onu satın almamsa.”
Kadın cevap vermedi. İlgisiz ilgisiz gülerek adama döndü.
Kay’ın gözleri kısıldı; adamın yüzü biçimini değiştirmekteydi sanki, suyun içinde aşağı doğru inen, toparlak, düz bir taş gibi, sallana sallana uzaklaşmaktaydı. Ilık bir tembellik sardı kızı. Kolunun altından çantasının çekilip alınışını, pardösüsünün bir kefen gibi başının üstüne örtülüşünü doğru dürüst göremedi bile.
Çeviren: Memet Fuat