Çocukluk belki nahif bakışların ve üslubun
gölgesi altında anlatılabilir, anlatılmıştır da. Ama ergenlik öyle mi? Ergenlik
yeterince anlatıldı mı sorusunu askıda bırakıp çocuklukla gençlik arasındaki bu
ara dönemin insan kişiliğinin en azından iskeletini oluşturduğunu söylersem
bahsedeceğim kitabın ruhuna yaklaşmış olabilirim. Gerçi bu cümle Emrah
SERBES’in asla kurmayacağı sıkıcılıkta bir cümle oldu ya, neyse…
Kitap “Anneannemin Son Ölümü” adlı hikaye ile açılıyor.
Daha ilk cümledeki espri, nasıl bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu da haber
veriyor: “ Ellerindeki damarları ve
yüzündeki kırışıklıkları görseniz yüz elli yaşında zannedersiniz oysa ki sadece
seksen dört yaşında.” Bu hikaye ile
çocukluğu bir türlü kendine yakıştıramayan çocuklarla tanışıyoruz. Anne
babasının kaybına üzülmeyen, anneannesiyle yaşayan – ki anneannesi de çocuk
sayılır, kuzenleriyle kavgalı, henüz o yaşta bile kendiyle kavgalı kahramanımız
kendini “aşkı” için İstiklal Caddesine vurmaktan çekinmez.
Bu kitaptan bir hikaye seç deseler ben “Zannettiğin
Gibi Değil”i seçerdim. Kitabın ruhuna en münasip hikaye bu belki. Okuru ters
köşeye yatıran bu hikayede, büyümüş de küçülmüş tabirinin bile anlatmaktan aciz
kaldığı bir mizahla ve sonlara doğru hazin gerçeklikle yüzleşiriz.
“Korhan Ağbinin Kardeşi”nde küçük bir âşık
var. Buradaki çocuk diğer hikâyelerdeki çocuklardan daha mahzun…
“Denizin Çağrısı” tatil anısının içinde saklı, o yaşın uzağında
büyük cümleler ya da duyarlıkların anlatıldığı geriye ve ileriye dönük
hayallerin denizlerine açılan, kitaptaki en klasik hikâye belki. Klasikten
kastım diğer hikâyelerin rüzgârlarının burada sakinleşmesi. Buradaki çocuk
zaten kitaptaki en küçük çocuk…
“Cahide” hikayesinin ne anlattığı zaten
adından belli deyip, okursanız anlarsınız demekle yetiniyorum.
“Üst Kattaki Terörist” yazarın taraf tuttuğu
bir hikâye. Ama okunduğunda zaten yazardan tarafa geçiyor okur.
“Alçakgönüllü Arzular” ve “ Kimi Sevsem
Çıkmazı” birbirine oldukça yakın yerlerden sesleniyor. Daha fazla spoiler
vermeyeyim.
Bu kitap mahallesi olan herkesin
yaşadıklarının çok güzel bir toplamı aslında. Gerçekliği de, hüznü de, mizahı
da tıpkı hayattaki gibi dengeli. Ben okurken yaşadığım ve yaşayamadığım pek çok
şeyi hatırladım. Ve kitap boyunca bıçkın kelimesi de benimle beraber gezindi
durdu sayfalarda. Salinger’in ölümsüz kahramanı Holden Caulfield de eşlik etti
tabi bu serüvene…
“ Hüzün
istemiyoruz ya hu” demişti bir arkadaşım beni kahkahaya boğarak. Hüznün hikâyelerden
üzerimize boca edilmesini kanıksadık belki. Ama bu kitap, derin bilinç
akışlarını, ailenin çocuğu yonta yonta büyüten darbelerinin sıkıntısını, bir
ölümün insanda bıraktığı yeisi, aşkın hep sızıya dönüşen küçük ya da büyük
yaşanmışlıklarını kahramanın ruhunu büyük cümlelerle teşhir ederek yapmıyor. “Bu
kitabı ruhumla yazdım” dese de yazar o ruh hüzün şampiyonluğuna soyunmuyor hikâyelerde.
Sokak, arkadaşlıklar, hayat hep devreye giriyor. Ve bu kitaptaki çocuklar
yalnız değiller aslında.
Emrah
SERBES’in sekiz hikâyesini bir araya getiren ERKEN KAYBEDENLER, kaybın içerisine
doğmuş çocukların, büyüdükçe kaybeden çocukların ve tek bir çocuğun romanı gibi
de okunabilecek hayat hikâyeleri içinde parça parça ya da paramparça büyüyen
çocukların ya da çocuğun hikâyesi… Neyi kaybettikleri veya erken yaşta
kazandıkları mukavemet onlara ne kazandırdı sorusunun cevabı için Emrah
SERBES’in belki de minör bir “Tutunamayanlar” yazması gerekiyor. Yazabilir de.
Velhasıl ERKEN KAYBEDENLER fırlama bir
kitap... Akıcı, matrak, kurgusu sağlam, keyifle okunan…
Böyle kitaplar lazım ya hu!
ERKEN KAYBEDENLER, EMRAH SERBES, İletişim
Yay. 2009
şubat 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder