30 Aralık 2011 Cuma

ben / turgut uyar




Ben hep sıkıntılıyım. Yani bir adamın canı sıkılır, o ben’im. Çünkü bana en yaraşan durumdur sıkıntılı olmak. Ben silahsız bir askerim de ondan. Törenler askeriyim ben. Cumartesi ve Pazar askeri. Aslında karışık bir şey, kime ne söylenebilir? Bir sıkıntıyı ısrarla büyüterek, asıl büyük sıkıntıya ısrarla giden tümün attığı çekirdek. Pis bir köleliğe ve sonsuz çılgınlığa varacak bir oluşumu sıkıntıyla bekleyen bölünmez Varlık’ın ben’i.


Ondan severim sıkıntıyı. Sevincin o amansız, o aşağılayıcı bönlüğünden korur beni.


Ne söylenmişse ve ne söylenmemişse, ne yapılmışsa ve ne yapılmamışsa, ne düzeltilmişse ve ne düzeltilmemişse ondan sıkılan biri. Belki, söylenmemişin, yapılmamışın ve düzeltilmemişin telaşı içinde biraz. O kadar. Ve sıkıntılı. Ve sıkıntılı.


İşte böyle başlıyordu heryerde mutsuzluk. Ve mutsuzluk büyük bir umut gibi çekiyor kendine beni. Değişiyorum ve çoğalıyorum gibi. Tek büyük doğrunun yarım dilimi o. Kim bilebilir işe yaramamanın değişmesini ha? Ha!... Cumartesi ve Pazar günlerinde. Yorgun, izinli ve silahsız bir asker. 


Sonra kim döneniyor ortalarda benden başka. Şiir yazdığım söyleniyor ortalarda. Değil.


Ben, kutsal bir bahaneyim, belki de bir sığınağım kendime.

29 Aralık 2011 Perşembe

sen kuş olur gidersin bir trenle / cahit zarifoğlu


Uzun bir geçmişimiz var
Hiç yorulmadan
En azından bir kere
e
ğlenceli beşik

ha biz varız
ha biz maskeli balo
Saygıya durup üstün bir gecede
Bir sır payı katlayıp
sade bir kahveden
Keyifsiz bir detayın hükmüyle
ha biz yokuz
ha biz seferde

Ya bu kez ölenleri görmeliysek
Ya sen ku
ş olup gitmeliysen bir trenle

Parka dolalım
Park bizi alır önce
Seyrimizden bir sabah kazanır
E
ğri fakat daha çok eğrilmez bir şöförle
Sayısız rampaya katlanır
ya güne
şten daha zengin
sofraya diz çökeriz
ya sen ku
ş olup gitmeliysen bir trenle

Oysa sergimize ku
şlar gelir uzanır.

beyrut

24 Aralık 2011 Cumartesi

"hepsi hatırlanacaktı. ama herkes bekleyişi kadar büyüktü.biri olabilecek olanı beklediği için, diğeri daimi olanı beklediği için büyüktü. oysa imkansızı bekleyen herkesten büyüktü" kadim dostum kierkegaard‏


ceviz ağacı



Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.


Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.


Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

Nazım Hikmet
  

19 Aralık 2011 Pazartesi

AL !


Kimin yerine sussam yangın çıkar sesimde
Kimi sevsem kaybolur teninde yapraklarla
Ben ne zaman konuşsam akşamdır kırılgandır
Gözüne duman kaçmış sebepsiz kadınlarla

Bu cansız aşklarımın kapısında hala ben
Paslanmış kilitleri yoklayan kemik tozu
Kahpe felek değil mi her şeyi önce sezen
Pes etti ayaklarım gayrı çıkmam yokuşu

Sen elbet hatırlarsın kavlime yaslanırken
Ellerini elimde tutup konuştuğunu
Say ki hala gencecik zehir zemberek yürek
Gittim bulup getirdim bu zeval tohumunu

Gül olsa, kanasa, hemen tanırım Tanrım
Tanırım kaybolmanın ona bakan yüzünü
Beni sorsan bulanır toprak gözlü adamlar
Sensin acımın Rabbi! Esirgeme sözünü

Esirgeme ölümü yüklensin bu hayatı
Ecel denen süvarin ateşten toynaklarla
Üç kuruşluk bahtımın göğüme yolladığı
Şiirle gülümseyen korkunç akbabalarla

Paramparça olsun ki ezelden verdiğin zar
Ne cennet ne cehennem! Sadece yok olayım
Kalmadı bende mecal ne eyvah ne ağ-u zar
İndir bana sesini Yeterdir Olmayayım!


aşkar, 25

bana olanlar



ben deniz konuşmak istiyorum
yokluğunun içinde oturuyorum

kızıyım İbrahimin beş kez değişti nüfus kimliğim
hayaletlerden korkmam 
zaman derler, -her şeyi değiştirir
her şey bellidir, sıralı ve isimli
bir ayak sesi yok
sehpanın tıkırtısı
rüzgâr hışırdıyor hızlanacak belli
insanlar evlerine
evlerden mezarlara çekildi
-tekmelenen bir iskemle

nedir onu kötü yapan, ölümü.

bir daha olmayacak! hiçbir şey –dokunduğunuz
kalmayacak

dileklerim sende gerçekleşmeyecek

gerçekleşecek
bir dilek
varsa indimde solacak
soluyan kabarıp şişen bir damarın yırtılma arzusuyum

kendinde olmayanı verebilir misin ki bana
ellerine değmiş bir kitaba dokunmak

memnundum bu tuzağa düşmekten
tam saatinde ordayım
gelmeyişini beklerken, şu başıma geleni
anlamak, Ankara’dan uzakta, belki kendimi yeniden
meydandaki pet şişede –son deniz
harabede kalmadı izin –telemdeki ad
taşlar yadsıyınca seni idamını istiyorum bir gülün
konusuz uzun konuşmalarda avlanan kalbimin üstüne yatarak
şimdi duracak
şimdi duracak
şimdi duracak!

düzenli aralıklarla kasılarak
onun savaş tutsağı olmayı diledim
oynamıyorum peki, ateş var,
ateşten bir topu kucaklıyorum şimdi

sessizce gidebildiğinde büyüyen bir top
yeisle besleniyor
sarılmayı ve sarıldıkça başa bela baş başa 
o iç çağrısını bir uzvun hangi parça hangi raslantı
bir kakül mü düşmüş alnına
şiirden bir ok mu saplamıştı alnın çatına

hadi iktifa edelim. Yemini ve suyunu
ihmal etmeyeceğin
omuzcuğunda bir kuş
kımıldamama emrini almışım ya
koltuktan koltuğa uçmuyorum

kendimi bildim, bilmeden her sözcükten
çekilebilir bir harf, asarak bir harfi bir darağacına
tutarak çekerek uzatarak
hiçbir şeyi üstüme almamaya
bir harfi vurgulamaksızın tek harfle yola
uzağa –bir harfin attığı uzağa –benden uzak kal’a
bugün günlerden yine cuma ve temmuz bitecek
bugün üstüme almamaya bir karar verdim
suçu da seni de üstüme almadan
seni bir kez üstümde görmeden ölmeye yeter sendinsizliğim

peki ateşte nasıl serinleyeceksin
senin ilacın açık denizde
ateşten kapladılar onu gömleğini kestiler biçtiler
“korkma” dediler sana, korkma, terzisi  
gömleksiz bir yaka giydirmiş
-yakasız bir gömlek bile varmış zamanında
lila bir blumarine xl pk. 100’e yolladın
gömleğini düzenli ilikler kıyıya iner sigara yakar
bir tabureye oturup denize bakar
sarı sayfaları okur denize bakar
bir yüzyılı alıp sırtına
yavaşça yürür kıyıdan
ıslanmasın paçaları diye denizden –deniz suçludur bir parça
adama sıçramasın –adam
yüzyılı benimle açar benimle kapar
ah deniz –sıçramadan çok önce
kalu belada vermişim adını –ki
gördüğümde, hemen tanıdım
gar henüz yanmamıştı

kış gelmemiş oyun bitmemiş ümit vardı
bu onun saçı ta kendisi, bu arkada kalanın detaylarla oyalanışı
dokunduğun bir zarfı kucaklayışım

bir deste iskambil kağıdından medet umarak
uyanmakta zorlandığım ateşli gecelerden gerçek bir ateşten
alnımda toplanan hastalıklı ateşten
toprakta biriken ölüden can çekişmelerde
çekişme! -işte kuvvetli bir şey o
-ancak korkak olmayan bir dost
kafayı gövdeden ayırabilir-
bir kılıçla
korkak olmayan bir sevgili
kafayı gövdeyle karıştırabilir
can çıkarken dışarı kaçan o şeyden
memelerde başlayıp karında biten kader çizgisinden
bir kaya hani şiirsel bir formda incirle filan delinirken hızlı çekim
kimdi tanık olan bunlara?

tanrı bana özenirken
suyumu verirken
sana eğilimimi yaratırken bin küsur senede
uyumu, yavaşça ısınmayı bir erkeğe –sana öğrenirken ben
düzenli aralıklarla kasılarak
duyuyorum anahtar dönüyor kilitte
burada yavaşça irkilip birbirimize bakmalıyız

ne yapmalıyız sevgilim ne –işte sevgiliyiz

benim kaynamaz kırıklarım var

bir taşı kaldırıp başka taşı koyabilmediğim
kurtarma amaçlı düğümlerim var benim
paslı halatlar kolay açılmaz

-konuş benle


HAYRİYE ÜNAL

17 Aralık 2011 Cumartesi

"dert oldum Hira'ya beni teskine geldi Efendim"

bir barbar kendin tartar bir barbar aşağlarda



ey susam!.. ey karanlık!.. ey borçlarını ödemeyenler!..
sen o ses misin en aşağılardan gelen!..
karıştırın bütün otları o aşağlarda
yıkın benim güvenimi,
soğuk bir at olsun seslendigim ses, yıkın!..

ben koşarım aşağlara, koşarım
yıkanacak boğulacak su bulsam...

ey her şey!.. ey beni gülünç eden bitki sapları!..
sessiz katlanmalarıyla... içimde ölmüş çocukları sallayan
vazgeçilmez uğursuz şarkının salıncağı!..
ben durmadan en utandırıcı şeyleri hatırlasam.
nasıl camsı gürültülerle olacak her şey,
ve sularla,
ve nasıl artık arınamaz kirlenmiş olurum o zaman, yıkın!..

ben koşarım aşağlara, koşarım
yıkanacak boğulacak su bulsam

ey bütün kadınlar uzak!.. güneşi övmüyorum. ve
kanım ne güzel akıyor... ıslak taşlıklarda. sanki her şey,
sanki her şey!.. katıyürekli kârcıların, yani büyük
tecimenlerin
uzaklardan getirip sunduğu kanlı pahalı bir tabak...
ey yanan bir şey,
yanan ve içilen bir şey,
karanlıktı kanım bir şey,
güneşe başkaldırmıştı kanım (.....) sanarak.
ben artık büyük kıyıları boylasam.

ben koşarım aşağlara, koşarım
yıkanacak boğulacak su bulsam...

ey kimse yok!..ey bir mavinin unutulmasından
arta kalan!..
ey sen var mısın?
ey olma!..
ah, yağmur başlayacak
ah, yağmur başlayacak
ah, yağmur başlayacak
ah, yağmur başlayacak
ah, yağmur başlayacak
ah, yağmur başlayacak
ah, yağmur başlayacak

gece olsa da sussam...

ben koşarım aşağlara koşarım
yıkanacak boğulacak su bulsam...

ey sür atlarını bacaklarımdan bağlayıp karışık ölümsıkıntııslakgülünçlüğü
renkli camların!.. bir göl bulacağız sonunda,
develerin suyunu içip tuzunu bıraktığı,
kirli ayakparmak aralarını yıkadığı cünüp adamların, burunları
kıllı...
benim kanım gülünç ve kahraman lekeler bırakacak
öbürkülerin yanında,
camlar nasıl olsa kırılacak
sonra yatacağı geceye gidecek herkes

ben ne yapsam ne yapsam ne yapsam...

senden haber ver, ey yaralı kahraman atlar!.. ey büyütüp
yaralarını yalayan atlar!.. otoburlukla kana karışmayan atlar!..
arabanızı çekiyordunuz,
aygırlarınızı iştahla uyandıran kalçalarınızda büyük yaralar...
kuyulara eğiliyoruz, ve büyük övgüsünü yapıyoruz küçük
yıkıntısının soğuk ışıklı kulüplerin, ve kara küplerin ve etekleri
kısa, koltukları tüylü kadınların ve kötü dükkanlar
karanlığının...

eğilmiş, çiçek toplayan bir çocuk bulsam...

ben koşarım aşağlara, koşarım
yıkanacak boğulacak su bulsam...

Turgut Uyar



(tütünler ıslak, 1962)

16 Aralık 2011 Cuma

" dünyayı istiyoruz, hemen şimdi! onların silahları var, biz daha kalabalığız" jim morrison

"konuştuğumuz gibi uzaklara..."

"Kimi öptüm de kurtuldu çarmıha çakılmaktan? "




OF NOT BEING A JEW


İniyorum kulelerinden katil 
iniyorum maktul minarelerden 
taraçadan, bahçeden 
ilk tanıyı bulanların indikleri her yerden 
ilk tanıyı bulandıran bir vaşakla birlikte 
değdikçe ayaklarım merdiven alçalıyor 
açılıyor leşlerin, atmıkların cesurane 
canlıların korka korka uzandıkları zemin 
ağzımda kef 
iki gözlerimde mil 
iniyorum kulelerinden 
katil. 


Körüm, o halde karanlık niye benden kaçıyor? 
Sağırım, nasıl oluyor da uğultum uzaktan 
beni çağırmaktadır? 
Göklerin çökeltisinden başkaca soy 
toprağın tortusundan gayrı hısım bilmeksizin 
iniyorum kirli eteklerine 
beni emziren kaltak şehrin 
iniyorum ama indirilmedim 
iniyorum çalıntı tahtımı terk ederek 
arada bir çehremi dalgalandıran karaltı 
vurulmuş arkadaşlarımdan yansıyor olsa gerek 
iniyorum onlardan artakalan yükü indirmek için 
indiğim yerde beni bir bekleyen yok 
indiğim yerde biçilmiş ot gibiyim 
puslu, çapraşık, koklanmamış 
ihmalkâr gözle okunmuş bir kitap 
bîtab bir gözle okunmayı tercih ederdim 
yoğrulmuş olan benle bir daha yoğrulsaydı 
benimle açsaydı ağırdan 
tükeniş faslını mızrap. 


Yağmurun yoldaşı denebilir mi bana? 
Ne dökülüş inişimde, ne çakış… 
Yalnızca o çetrefil 
aralama zahmetine katlanarak 
iniyorum kızları utandıran iç çekişle 
erkekleri boğan kasvetle iniyorum. 
Öfkemdi başlattı yolu 
ısrara gerek var deyip durdu şehvetim 
istemedi doğurmak böyle bir uğraşı tabiat 
tarih onu tanımazlıktan geldi 
bir dövüş olsaydı sonunda belki gevşerdi hırsım 
belki saçlar taranırdı bir sevişmeden sonra 
ama ben hınca hınç bekçisi kalacağım burçlarımın 
sonunda yükü bıraktığıma yanacağım. 


İniyor ve inliyorum 
nereye bir kucak dolusu 
sonluluk sorgusu getiriyorsam 
oraya bir kucak da getiriyorum 
bir kucak sadece genç ve diri değil 
bir kucak sadece yaşlı ve yorgun değil 
bir kucak sadece erkek ve vakur değil 
bir kucak sadece kıvrak ve dişi değil 
bir kucak sadece kavruk ve intikamcı değil 
bir kucak sadece gürbüz ve atak değil 
bir kucak sadece üzgün ve dindar değil 
bir kucak sadece temiz ve sevecen değil 
bir kucak sadece pis ve sırnaşık değil 
bir kucak sadece cömert ve sıcak değil 
bir kucak sadece sancılı ve keskin değil 
bir kucak sadece umursamaz ve bezgin değil 
bir kucak sadece öksüz ve çolak değil 
bir kucak 
sadece bir kucak 
açılınca açıkları kapatan 
acıkınca doyuran 
ve doyurunca 
nasıl da perişan, ne kadar da ölçülü 
darası alınmaz yüküm bu benim 
kayda geçirilemez, narhı konulmaz 
resmen ve alenen ifade usulü yok 
gözümün feri saydım onu, gücüm bundadır 
dizimin dermanıdır o 
buradan gelir cesaretim 
bende bu kucak olduktan sonra 
iyi veya kötü ne yapılabilir 
kendi hayatı aleyhine 
binlerce defa dolap 
çevirmiş olan bana? 


Bakın, bulduğum her gerçeği delik deşik ediyor 
kayboluş kapımı sürgüleyen bir vaşak 
her sevincimi viran eden bu hayvan 
yalanlar içinde boğulmamı önlüyor 
ondan kurtulacak olursam biliyorum 
beni yaşamakla coşturan 
bir kaynak keşfederim 
ondan kurtulduğum an 
bütün boyutlarımı 
kaybederim. 


Önceleri, acemiyken 
bu vaşak yokken daha yanıbaşımda 
okul müdürü 
veresiye satan bakkal 
kapıcı ve akrabaları 
dört ayrı ölümle ölmeyi öğren 
demişlerdi bana 
dört bucakmış 
anlattıklarına bakılırsa dünya 
omzun güneş kokuyor demişti 
kısa eteklikli kız 
o da omzuma bir şey konduracak mutlaka. 


İşte o zaman bildimdi 
anladımdı o sıra 
ne bir atlas kalır bende, ne ibrişim 
bu çuha, bu sicim elden çıkarsa 
acemiydim gitmem dedim sizin provalarınıza 
bön ve berbat buluyorum yaldızlı yaz gecelerinizi 
berbattır balkonda o güneşli sabahlar 
biraz açılmak için açıldığınız kırların 
aniden karşılaştığınız ırmakların 
ürpertisi ahmakça 
böndür beni belimden bölmeye kalkan enlem 
benden iki bakışık parça 
çıkarmaya çabalayan boylam da berbat 
ipekli libas giymem, altın takınmam 
atımın eğerinde kaplan derisi yoktur 
çehreme iyi baksalardı yırtılırdı 
uykularının zarı 
uykuluydular sinerken bedenime kıraç dağlar 
bitek vadilerle beraber ben tenimi yumarken 
uykularına tutundular… 


Çocuklar acıları paylaşmaz demiştim omuz silkerek 
acılardır paylaşan çocukları 
gün geldi paylaşıldı acılar 
çocuklar paylaşıldı 
bana bırakılan neyse ona burun kıvırdım 
gittim bir kuyudan su çektim 
halka boynumdan geçti 
geçti boynuma kemend 
d harfine bak dedim 
nasıl da soylu duruyor sonunda kelimenin 
harfe bak, harfe dokun, harfin içinde eri 
harf ol harfle birlikte kıyam et 
harf of harfler ummanına bat 
çünkü gördüm ne varsa sonunda kelimenin 
çünkü böndür altında kaldığım töhmet 
uğradığım kinayeler bön ve berbat. 


Evet, ilmektir boynumdaki ama ben 
kimsenin kölesi değilim 
tarantula yazdılar diye göğsümdeki yaftaya 
tarantulaymış benim adım diyecek değilim 
tam düşecekken tutunduğum tuğlayı 
kendime rabb bellemiyeceğim 
razı değilim beni tanımayan tarihe 
beni sinesine sarmayan 
tabiattan rıza dilenmeyeceğim. 


Gittim su çektim en derin kuyudan 
en hileli desteden 
kendi kartımı çektim 
yaktım belgeleri 
bütün tanıkları yok etmek için 
ricacıları öldürdüm 
onlar bu dumanlı dünyanın 
beni nasıl özlediğini görmüş olabilirdi 
gerçekten özlemişti beni dünya öze çekmişti 
özüm gelinceye kadar bana temas etmişti 
bu dokunuş parlatınca beni 
benden biraz dünya 
isteyen ricacıları 
öldürdüm ve 
kıtal bitti. 


Yazık. 
Yazık ki yazgımın boyası koyu. 
İnilecek kadar indim. Hayfa. 
Yine bir geçitteyim, yeniden bir liman şehri bura 
eskilerin tayfası yine hep buradalar 
hep bilinen tecimenler, tanıdık yosmalar 
havada hayza benzeyen aynı koku 
binalara yaklaşırken eskisi gibi 
sıklet artıyor 
hâlâ ayırt edilemiyor dişli gıcırtıları 
çocuk çığlıklarından 
tanıyorum bunlar 
bulutlara bakmak için penceresi evlerin 
bu da deniz 
hırs püsküren, toynak durduran deniz 
rezeleri yerlerinden oynatan 
vâdeden, vâdeden, vâdeden tesellicimiz. 


Bir yanımda kıyısı kışkırtıcı 
ufku muallâk deniz, bir yanımda 
kamu açıklamaları, genelgeler, tahvilât 
kimin yüzünü çevirdiysem 
hüznü de sevinci kadar ıskarta… 
Niye indim buraya ben? 
Boşuna mıydı yol boyunca benliğime 
musallat olan belâ? 
Bir çevrim tamamlandı mı şimdi? 
Yine mi döndüm başa? 
Olmaz diyor yanımdan ayrılmayan vaşak 
kimse başa dönmemiştir, dönemez 
hele sen geçtiğin o ormanlar 
rüyalarındaki canavarlardan sonra 
çok uzaksın o ilk 
fırlatıldığın zamana. 


Aldanma bunlar tayfa değil 
burada doğdu hepsi 
denize hiç açılmadılar 
denizi sen kadar bile 
tanıyan yoktur aralarında 
her biri uzak bir beldeden geldi 
sanılsın istiyor yosmalar 
böylece saygın fahişeler 
arasına katışacaklar 
müptezel birer facire ofsalar da. 
Tecimenler, onlar da sahi değil 
onlar da olmayan tayfaların 
gemilerinden çıkan malları 
sattıklarına inandırmak istiyor 
şehrin acemi insanlarını. 


Sen ve yağmur. 
Başa dönemezsiniz. 
Öyle bir yol yürüdünüz ki ancak 
dönüş yolunu yok ederek gelebilirdiniz 
inişiniz bir iniş olurdu başa dönmemecesine. 
Yağmur yalnız yağarken yağmurdur 
sen yalnız senken sensin 
burada kalamazsın ve başa dönemezsin 
gitmek zorundasın 
kovalanan bir Yahudi gibi 
ama Yahudiler gibi kendinle kalamıyorsun 
her şey çok yetersiz senin için 
her şey sana çok fazla 
ayıklarsan ayık durabiliyorsun 
aranı açıyorsun kendinle 
eşyayı araladıkça 
uyanmanın bedeli serapları fedadır 
uykuyu tadayım dersen 
kâbusa dalmak pahasına. 
Tarihe dersini vermen gerek 
yoldan ayrılamazsın 
yediremezsin sokulmayı kendine 
tabiatın apışaralarına 
ne yıkılmış bir tapınağın suskunluğu 
durdurabiliyor seni 
ne gürültülü bir havra. 
Yükün ağır. 
He’s so heavy 
just because he’s your brother. 
Kardeşlerin pogrom sana. 
Dostlarının eşiğine varınca başlıyor 
senin diasporan. 
Herkesin bahanesi var, senin yok 
günahlı bir gölgenin serinliğinde 
biraz bekleyebilirsin, daha sonra 
burada kalamazsın, başa dönemezsin 
ama dön 
Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön! 
Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön! 
Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön! 
Eve dönmek 
kendime sarkıntılık etmekten başka nedir? 
orada, arada bir beni yoklar 
intihara ayırdığım zamanlar 
bunlar temiz, kül bırakan zamanlardır 
düzgün sabuklamalardan bana kalan.. 


Evde 
anlaşılmaz bir tını 
bilmem nereden gelir 
uykumdan? kanımdaki çakıldan? unutkanlığımdan? 
bilemem Yahudi değilim 
gizli bir yerde genizam yok 
bilemem insan nerenin yerlisidir 
ömrüm burada 
bütün Yahudiler gibi 
raflara doğru, çekmecelere 
sahanlıklara doğru geçti 
yabancı ellerde çitilenmekten korunmak için 
bir sıvaydım kendime kendi ellerimde 
tıpkı Yahudiler gibi 
buraların yerlisi ben değilim. 


Şarkıya dönersem ense köküm seyrelecek 
ağdası çözülecek bana aşktan bulaşan kozlarımın 
şehrin insanları yumruklarımda beyaz bulut 
yolun çamurunda revnâk-ı bahar bulacaklar 
ben şarkıya dönünce 
boğazlarındaki boğum insanların epriyecek 
ve onun yerine her günkü işleri yaparken 
kepenkleri kaldırırken, silerken tezgahı 
kalbe gizlice batan kıymık geçecek 
şarkıya dönersem, yanık bir şarkıya 
holokost neymiş meğer 
herkes bilecek. 


Kalbime döneceğim, ama hangi yolla? 
Yedeğimdeki okunaksız 
şarapla lekelenmiş, solgun harita 
uyduruk bir şey mi bilmiyorum 
yoksa sahiden definenin yeri 
gösteriliyor mu orada? 
Ama boşver... Nasıl bir ilgi olabilir 
kalbe dönmekle define bulmak arasında? 
Lâkin ben inerken her dönemeçte 
bir parçasını ele geçirdiğim 
her molada, her zorlanışında nefesimin 
her ayak sürçmesinde çiziktirdiğim haritamın 
bütün paftalarında sabit mürekkeple işaretlenmiştir 
nerelerde kıraçlaşır 
rahminde levendane öcün tohumları yatan gece 
güneşin şifa diye bilinen ışıkları 
nerelerde kıyıcı bir zehre çevrilir… 


Haritamda caddeyi ürpertiye açacak 
bir kaç kaçıktan başka nirengi noktası yok. 
Açıkça gösteriyor haritam farkı nedir 
bir cenaze kalkarken yağan yağmurun 
bir hükümet darbesinden sonra yağan yağmurdan. 
Yağmalar belli ki kim bulsa defineyi, umurumda mı 
ben kalbime döneceğim fokurdayıp pörtlemek için 
hep fokurdak ve pörtlek kalacağım kalp içinde 
canı sıkkın kızların yüzlerinden 
döşünden ahı kalmış delikanlıların 
dünyaya habire pörtleyeceğim 
evlerin olanca tınısı dindiği zaman 
kısıldığı zaman bütün şarkıların kanatları 
fokurtum dokunacak herkese yedi ırkın kavşağından. 
Yahudi değilsem bile 
bende Yahudalık da mı yok- 
Kimi öptüm de kurtuldu çarmıha çakılmaktan? 


İSMET ÖZEL