Zarf diye bir yazıdan sonra mazruf başlıklı bir yazının peşine düşen edebi akıldan hazzetmeyin siz de. Başlığın anlamı yazının aynasına ışığını en doğru açıdan düşürdüğü için böyle oldu. Ve bir kere kelimelere kaptırmayıverin aklınızı, gönlünüzü. Bilesiniz ki işiniz zordur. Bilin ki bunlarda şeytanın esaslı bir payı da vardır. Boş zamanlarını “değerlendirmek” için okuyanlardan değilseniz kastettiğimi anlarsınız. “Boş zaman” diye bir şey icad edenlerin dolu zamanlarını nasıl geçirdiklerini de biliriz çok şükür. Boş zaman yoktur. Bu yalan, kendileriyle göz göze gelmekten alabildiğine korkanların kaçışlarına verdikleri addır. Bu cümlenin tepkisi de bir zihniyetedir ya, bu da ortada düşmanını bulamayan bir savaşçının öfkesidir. Ama o savaşçı ben değilim. Sadece, eğer varsa öyle bir savaşçı onu da çok iyi anlarım.
Mazruf demek zarfın içindeki demek. Sonradan uydurulmuş Türkçede bilemiyorum zarfın ve mazrufun tam olarak karşılığı var mıdır? Zaten çekilen acıların ya da hislenmelerin ve hüzünlerin “günümüz Türkçesi” denilen kekrelikte, kurulukta pek karşılığı olmuyor. Belki son yüzyıldır çektiğimiz derdin de acının da içi öyle boşaldı ki her şeyi sıkıntı ya da stres kelimesine havale ettik. “Melali anlamayan nesil” durumu.
Bazen kalakalırsınız oturduğunuz yerde. Öyle bir halde kalanlardan değilseniz kalmalısınız da. Birine sesli sözlü bir şeyler anlatma derdine katılırsınız. Vardır muhakkak yakınlarınızda böyle birileri. Ama havadan sudan ya da mücerret şeylerden ibaret olmadığı için hayat, insanlardan bahsetmek zorunluluğu doğar. İnsanlardan bahsetmekle dedikodu yapmak arasındaki çizgi çok incedir ve dedikoduya geçişler pek kolay olur. Ve siz sevemediğiniz insanlardan bahsederken, onları çekiştirirken şunu da sorar mısınız kendinize: “Benim onlardan ne farkım kaldı şimdi?” Hem dedikodu yapma, hem de mütemadiyen yüz göz olunan birtakım insanlara tenkitler yönelt… Kolay değil.
Cüneyd-i Bağdadi talebesiyle gece namazı için kalkar. Talebesi, uykuda olanların evlerinin karanlığına bakıp “ Şu gafillerin hallerine bak! Nasıl da uyuyorlar ibadetlerini bırakıp” der. Bunun üzerine Cüneyd “Keşke sen de kalkmasaydın. Senin onlardan ne farkın kaldı şimdi.” der.
Bazen de tüm hayatınızın kendi gözünüzde iptal edilişine tanık eder sessiz kalışlarınız. Allah inanıp, bu inancın hayatını kazanmak isterken işinizin namaz kılıp Kur’an-ı Kerim okumakla bitmiş olmadığını fark edersiniz. Çünkü iman da İslam da hayata dağıtılmıştır ki bunları toplayıp tüm hücrelerimize sindirebilelim diye. Zordur, çünkü her nefesi bu şuurla almak ve vermek düşer bahtınıza. Müslümanlık gönüllere ya da evlere hapsedilmiş olmadığı için her anımıza bu pratikleri sirayet ettirebilmek vazifemizdir. Öylece kalakaldığınız yerde her zerrenizle, “olabilmek” kelimesinin baskısı altında gözünüzden düşersiniz. Evvela nasıl düşünmeliyiz ki bize yapışan modern düşünme kalıplarından kurtulalım. Sonra nasıl yaşanmalı ki ömür nimetinin hakkı verilebilsin.
Müslümanlık öyle bir disiplindir ki, öyle kuşatmıştır ki bizi, sevgilerimiz de nefretlerimiz de düşüncelerimiz de beğenilerimiz de hayallerimiz de ondan izlerle doludur. Biz neyi sevdiysek Müslüman olduğumuz için sevmiş, neye kızdıysak Müslüman olduğumuz için kızmışızdır. Günahlarımızda bile içimizde vicdan azabı halinde konuşur Müslümanlığımız. İçimizden hayata attığımız her adımda yarım kalan Müslümanlığımızın yasını tutar akıl sahipleri. Çünkü nefsimizin payını ayırma telaşıyla kolumuzu kaptırdığımız hayata karşı bu yüzden yabancılaşırız. Ama bu ikiliğin içinden çıkamayız da bir türlü. Yabancısı olduğumuz hayatlar ve yabancısı olmak zorunda bırakıldığımız Müslümanlığımız arasında İslam, bizim için hep hasret ve vuslat iklimi olur. Ondan ayrılırız ve yine ona döneriz. Bu ayrılışları ve dönüşleri çoğu kez fark etmeyiz. Bir günün içinde bunlar kim bilir kaç kez yaşanır.
Onlar ki, Allaha inanmayı özgürlükleri için pranga sayarlar ve bahaneler üretip dururlar. Neden derler Allah korkutuyor. Neden bizi yakmakla tehdit ediyor. Ve sayısız bahanelerle, aslında kıskıvrak yakalandıkları inançlarından kaçıp dururlar. Aslında onlar da bilirler derinlerde konuşanın ne olduğunu. Ama hayatları bundan kaçışlarının içini doldurma çabasıyla geçer. Sistemi anlamadıkları için ateşe layık olmadıklarını düşünürler. Ama ben de derim ki önce kendime ve sonra da onlara: aslında az bile cehennem, az bile birilerini korkutan ayetlerin dehşeti. İnsan bile kızdığında ne tehditler savuruyor ve dünyayı nasıl ateşe veriyor. Kainatı ve içindeki her şeyi yaratan Allahın gazabı ve cezası da büyüklüğü ölçüsünde olmasın mı?!
İslam çünkü cennetin ve cehennemin ötesinde bir düşünme yoluyla kavranabilecek yaşama ve şükretme sanatıdır. Cennet ve cehennem olmasaydı bile, var oluşumuz ve her şeyin bunca güzel var oluşu Allah’a hamd ve şükür için yeter ve artardı. Ve zaten cennetin ve cehennemin varlığı öyle muhteşem bir dengedir ki onlar olmasaydı zaten eksik olacaktı inanç sistemi. Bakınız, olmasa da olsa da inanıp şükretmek için size iki güzel sebep. Çünkü Allah zincirin en muhteşem halkalarını yarattı cennet ve cehennemin varlığıyla. Her şey böylece yerli yerince düşüncemize sunulmuş oldu.
Bizler, yani anneleri, çocukları, evleri ve yoksunlukları ve yoksullukları olan, sevgilileri ve hayalleri, kelimeleri, acıları, düşleri olan ve hayatları zekâları olan, yetenekleri, öfkeleri, sevgileri, işleri güçleri olan, var oluş şerefi ve sevgisini taşıyanlarız. İnançları da inançsızlıkları da aslında kırılgan olanlarız da. Kendimizle kalıverdiğimiz de içimizde konuşan kim? Susuyorsak susturan, konuşuyorsak konuşturan kim? Yarattığı onca şeyden korkup da Allah’tan korkmamayı marifet sananlara tepeden bakmamızı sağlayan kim? Hakikat ve adalet duygusunu bize yarattığı an bahşeden, bu iki temelin üzerine şahsiyetimizi bina eden kim?
Ve ben, tamamlandığını ve “olduğunu” sanan insanların dünyasından, anlayışından, tüm eksikliğimle Allah’a sığınırım…
keşf-i zünnun
YanıtlaSilhacı o müzik nasıl bir şahanedir ki öyle oralarda. inan doğru bu kere yanılsamam ve ruhumun yavşak zıpırlığı.