29 Eylül 2019 Pazar
aynalar karşısında hanımlar
Her gün, ikindi sularında, kayık gezintisine hazırlanan hanımlar, endam aynaları karşısında, ümitlerle, neşelerle süslenmiş ve güzelleşmiş olurlardı. Fakat bu sevinçle hazırlanılan gezintilerin, her akşam dönüş saatlerinde havada, sularda ve gönüllerde yarattığı melali ve hüznü bilirdim. Ruhları Boğaziçi'nin şiiriyle dolmuş hanımlar, her günkü hayatlarına dönmeye karar verdikleri bu anlarda kendilerini biraz yorgun, biraz mahzun duyarlar, zira, kâmlarını tamamıyla almamış bulunurlardı. Yalı onlara biraz loş ve odaları da biraz yeisli gelirdi. Bu gezintilerden, hemen her defasında, biraz geç dönülmüş ve yemeye de geç kalınmış olurdu. Yemek masasında, lambaların ısıttıkları aile halkası daha kurulmadan evvel, hanımların, yukarı kattaki, renk renk fanuslu petrol lambalarının aydınlattığı odalarında, gittikçe solan endam aynalarının karşısında kısa bir buhran geçirdiklerini duyardım.
O günkü gezinti için, sanki vaat olunmuş bir ebediyete hazırlanır gibi, öyle dikkat ve lezzetle süslenmiş olan hanımlar, bu akşamlarda, her süsün ve her güzelliğin, ömürlerini tamamlayıp solan çiçekler gibi, ne çabuk bozulduğunu ve her şeyin faniliğini düşünür gibiydiler. Akşamın dakikaları ne çabuk geçmiş, o deminki süsler, vazifelerini ne çabuk tamamlamış, artık nafile, lüzumsuz, mânâsız olmuşlardı! Onlar da, geçen günün ve kendi güzelliklerinin artık nafile kalan bu süslerini bozup kaldırmaya karar vermişler, bu aynalar karşısında peçelerini, çarşaflarını, hotozlarını, kurdelelerini, kendi elleriyle, birer birer çıkarmaya, saçlarını çözmeye koyulmuşlardı. Onların bu halleri her zaman rikkatime dokunurdu. Onları seyrederken, ben, gönüllere kaldıramayacakları kadar şiir dolduran Boğaziçi'nin o güzel fakat hüzünlü ve içli bu akşam saatlerinde, hanımların gözlerinde okuduğum teessürün solan aynalara da sindiğini sanırdım.
Eserlerini güya bir ebediyet için yarattıklarını hayal eden sanatkârlar gibi, bu hanımlar da kendi güzelliklerinin bir ebediyetle alakalı olacağını umarlar, belki bundan, ebedileşememiş bir güzelliğin daha bu dağılışı karşısında yine nevmit olurlardı. Belki bundan, hanımların, bu akşam karanlıkları arasında, aynaları karşısında aldıkları tavırlar bir nevi bozgun edası taşırdı.
Bir böyle akşam kayıkla dönüşümüzde, bana vereceği bir kitabı almak için Nigâr Hanım’ın yalısına gitmiş ve kendisiyle odasına çıkmıştım. Bu, üst katta, pencereleri denize bakan, alçak tavanlı bir odaydı. Nigâr Hanım, vereceği kitabı aramadan evvel aynasının önüne geçti ve ağır ağır başından yaşmağını çıkarmaya başladı. Lambasız odanın içinde renkler büsbütün solmuş, demin görülen şeyler artık seçilmez olmuştu.
Ben, oturmuş, sessizliği bozmadan bekliyordum. Ve Nigâr Hanım da susuyor; aynanın karşısında, yavaş yavaş başından yaşmağını, hotozunu, iğnelerini çıkarıyor; süslerini, saçlarını bozuyordu. Sessizlik gitgide derinleşiyor, akşamın renkleri gittikçe koyulaşıyor ve açık pencerelerin önünden geçen Boğaziçi sularının koyu bir gölge halinde aktığı görülüyordu. Bu gölgeler, bu karanlık, bu sessizlik, demin seyrettiğim guruptan ruhuma sinmiş renkler ve mânâlar beni artmış bir düşünme ve duyma kabiliyetiyle hazırlamış ve ben yavaşça açılan, doğrusu yarım açılan manevi gözlerle biten bu akşama ve solan bu ayna karşısında bozulan bu süslere baktıkça her şeyin nasıl zeval bulmaya mahkûm olduğunu, bu nazlı ve ihtişamlı güzelliklerin faniliğini ve bundan gelen melallerini gizliden gizliye, derinden derine duymaya koyulmuştum.
Daha hemen çocuktum. Fakat çocuklar daha teferruatıyla düşünemedikleri şeyleri bile bir his bütünlüğüyle bulur, kavrarlar. Ve ben hayatı tecrübelerimle değil, daha ancak hayal ile hisseden ben, bu anlarda, hiç aldanmadan, hem tekmil hülyalarımı, hem gelecek bütün saadetler ve mahrumiyetlerimi şimdiden beraber kucaklıyor gibi olmuştum. Sanki bu ayna karşısında birden gözlerim gelecek ve geçecek zamanları görmüştü. Ta ileride, uzak ve çorak bir mevsime vâsıl olarak gelecek akşamların da birer çiçek gibi solduklarını, gelecek baharların da birer akşam gibi geçtiklerini, açılacak güzelliklerin de sonbahar içinde dökülen yapraklar gibi çürüdüklerini ve bütün bu şeylerin hep sönerek yokluğa inkılap etmekte olduklarını, bir anda istikbali de kavrayan bir bakışla görmüştüm. Ve, baş döndürücü bir hızla akan Boğaz'ın suları gibi, içimde birçok hislerle mevsimlerin ve güya hayatların kafileleri, küçük dalgaları birbirlerine karışarak ve hafif köpükleri birer birer sönerek geçip gittiler.
Boğaz'ın bütün suları ruhumun içinden geçiyor, akıyor, ademe doğru kayıyor ve ben onları tutamıyordum.
Gönlümde, gözlerimde artık tesellisini bir daha büsbütün bulamayacak bir fanilik melali başladı. Eyvah! En sabit sandığım güzellikler, gönlümün, lisanlarını iyice şerh ve tefsir edemediğini bildiğim için daha okşamaya, sevmeye kıyamadığım ve asıl vuslatlarım kemale erecek bir âti âlemine sakladığım bu güzellikler, bu akşamlar, guruplar, geceler ki size daha hep yan gözle bakar ve kendimden büyük kadınlar gibi, yüzünüzden öpmeye cesaret etmezdim, meğer ne fani imişsiniz! Hürmetimden koparıp koklamaya cesaret etmediğim yıldızlar, meğer birer kandil gibi sönecekmişsiniz! Hayat ancak akan, mahvolan, muhteşem bir şelale, hayat, bu geçen şey, demin tekmil ve şimdi bozulan bu şekil ve şimdi mevcut fakat uçan bu koku, solan bu renk, dağılan bu saatmiş!
Ben hâlâ bekliyordum. Yaşamayı bekliyordum. Nigâr Hanım’ın vereceği kitabı bekliyordum.
O, aynanın karşısında, süslerini bozuyor, çıkarıyordu. Gurubun deminki sessiz musikîsinden kahramanlaşmış ruhumla ben, karanlıkta, son süslerini dağıtan beyaz ellerini hâlâ seçiyor, seyrediyordum. Fakat bildiğim Nigâr Hanım gölgeye karışmış, onun yerinde beyaz ellerini gördüğüm hülya gibi bir kadın, gittikçe gölgede kalan ve dağılan bir âlemin güya perisi gibi, karanlıklar içinde, sanki kendi kendisini dağıtıyordu. Ve ben sanıyordum ki kararan gözlerimin ve solan aynanın karşısında o, artık yorgun argın, dağılan bütün bu saatin, bu muhitin, bütün hayatın ve tabiatın süslerini ve varlıklarını dağıtıyordu. Gittikçe koyulaşan akşam içinde böyle umumi bir dağılış seziyordum. Bu beyaz elleriyle bir kadının bütün abes süsleri, geçen modaları, solan çiçekleri, uçan hararetleri, ölen hisleri, zeval bulan güzellikleri karanlığa karıştırdığını, ademe yolladığını ve bu kâinatın sanki ta içinden bozulup dağıldığını, en sağlam sandığım temeller ve köklerin, hafif dumanlar gibi, incelip havaya karıştığını görür gibi oluyordum. Hatta, elbette Boğaz ve akşam bile, böyle ihtişam ile yaşadıkları bir gün, bütün güzellikleriyle bir daha dirilmemek üzere can verip geçeceklerdi.
Elimde nafile kitap, iki adım ötedeki yalımıza kadar yorgun ve bitkin döndüm ki bu geçmiş zamanların, mevsimlerin ölüsünü taşıyor yahut taşımış gibi idim. Dizkapaklarım erimiş, kollarım kırılmış, gözlerim sönmüş ve ruhum donmuştu. Annem beni görünce benzi atarak, "Nen var, ne oldun?" diye sordu. Utandım. Cevap veremedim. Ne söyleyebilirdim ki, makul olmak için, "Ademi gördüm ve anladım!" gibi bir şey demek lazım gelecekti!
Ruhuma bu ânın verdiği buhranı belki hâlâ tanzim ve hazmedememişimdir. Bu acıyı o kadar şiddetle duymuşum ve bu his ruhuma öyle derin işlemiş ki, şimdi kalbimin üstüne eğilmiş, belki elli sene evvel anneme veremediğim cevabı buraya telaşsız bir itina ile yazmaya çalıştığım halde bana bu sahifelerde bile istediğim gibi açılamamış ve bu hissimi olanca çıplaklığı ile ifadeye hâlâ cesaret edememiş ve bütün bu söylediklerimle onu olduğu gibi anlatamamış, bitirememişim gibi geliyor!
abdülhak şinasi hisar
boğaziçi yalıları
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder