30 Eylül 2019 Pazartesi

eylül sonu


Günler kısaldı... Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.

Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa...
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa...

İçtik bu nâdir içki'yi yıllarca kanmadık...
Bir böyle zevke tek bir ömür yetmiyor, yazık!

Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor;
Lâkin vatandan ayrılışın ıztırâbı zor.

Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sâhile,
Bitmez bir özleyiştir, ölümden beter bile.

yahya kemal beyatlı

29 Eylül 2019 Pazar

aynalar karşısında hanımlar



  Her gün, ikindi sularında, kayık gezintisine hazırlanan hanımlar, endam aynaları karşısında, ümitlerle, neşelerle süslenmiş ve güzelleşmiş olurlardı. Fakat bu sevinçle hazırlanılan gezintilerin, her akşam dönüş saatlerinde havada, sularda ve gönüllerde yarattığı melali ve hüznü bilirdim. Ruhları Boğaziçi'nin şiiriyle dolmuş hanımlar, her günkü hayatlarına dönmeye karar verdikleri bu anlarda kendilerini biraz yorgun, biraz mahzun duyarlar, zira, kâmlarını tamamıyla almamış bulunurlardı. Yalı onlara biraz loş ve odaları da biraz yeisli gelirdi. Bu gezintilerden, hemen her defasında, biraz geç dönülmüş ve yemeye de geç kalınmış olurdu. Yemek masasında, lambaların ısıttıkları aile halkası daha kurulmadan evvel, hanımların, yukarı kattaki, renk renk fanuslu petrol lambalarının aydınlattığı odalarında, gittikçe solan endam aynalarının karşısında kısa bir buhran geçirdiklerini duyardım.

  O günkü gezinti için, sanki vaat olunmuş bir ebediyete hazırlanır gibi, öyle dikkat ve lezzetle süslenmiş olan hanımlar, bu akşamlarda, her süsün ve her güzelliğin, ömürlerini tamamlayıp solan çiçekler gibi, ne çabuk bozulduğunu ve her şeyin faniliğini düşünür gibiydiler. Akşamın dakikaları ne çabuk geçmiş, o deminki süsler, vazifelerini ne çabuk tamamlamış, artık nafile, lüzumsuz, mânâsız olmuşlardı! Onlar da, geçen günün ve kendi güzelliklerinin artık nafile kalan bu süslerini bozup kaldırmaya karar vermişler, bu aynalar karşısında peçelerini, çarşaflarını, hotozlarını, kurdelelerini, kendi elleriyle, birer birer çıkarmaya, saçlarını çözmeye koyulmuşlardı. Onların bu halleri her zaman rikkatime dokunurdu. Onları seyrederken, ben, gönüllere kaldıramayacakları kadar şiir dolduran Boğaziçi'nin o güzel fakat hüzünlü ve içli bu akşam saatlerinde, hanımların gözlerinde okuduğum teessürün solan aynalara da sindiğini sanırdım.

  Eserlerini güya bir ebediyet için yarattıklarını hayal eden sanatkârlar gibi, bu hanımlar da kendi güzelliklerinin bir ebediyetle alakalı olacağını umarlar, belki bundan, ebedileşememiş bir güzelliğin daha bu dağılışı karşısında yine nevmit olurlardı. Belki bundan, hanımların, bu akşam karanlıkları arasında, aynaları karşısında aldıkları tavırlar bir nevi bozgun edası taşırdı.

  Bir böyle akşam kayıkla dönüşümüzde, bana vereceği bir kitabı almak için Nigâr Hanım’ın yalısına gitmiş ve kendisiyle odasına çıkmıştım. Bu, üst katta, pencereleri denize bakan, alçak tavanlı bir odaydı. Nigâr Hanım, vereceği kitabı aramadan evvel aynasının önüne geçti ve ağır ağır başından yaşmağını çıkarmaya başladı. Lambasız odanın içinde renkler büsbütün solmuş, demin görülen şeyler artık seçilmez olmuştu.

  Ben, oturmuş, sessizliği bozmadan bekliyordum. Ve Nigâr Hanım da susuyor; aynanın karşısında, yavaş yavaş başından yaşmağını, hotozunu, iğnelerini çıkarıyor; süslerini, saçlarını bozuyordu. Sessizlik gitgide derinleşiyor, akşamın renkleri gittikçe koyulaşıyor ve açık pencerelerin önünden geçen Boğaziçi sularının koyu bir gölge halinde aktığı görülüyordu. Bu gölgeler, bu karanlık, bu sessizlik, demin seyrettiğim guruptan ruhuma sinmiş renkler ve mânâlar beni artmış bir düşünme ve duyma kabiliyetiyle hazırlamış ve ben yavaşça açılan, doğrusu yarım açılan manevi gözlerle biten bu akşama ve solan bu ayna karşısında bozulan bu süslere baktıkça her şeyin nasıl zeval bulmaya mahkûm olduğunu, bu nazlı ve ihtişamlı güzelliklerin faniliğini ve bundan gelen melallerini gizliden gizliye, derinden derine duymaya koyulmuştum.

  Daha hemen çocuktum. Fakat çocuklar daha teferruatıyla düşünemedikleri şeyleri bile bir his bütünlüğüyle bulur, kavrarlar. Ve ben hayatı tecrübelerimle değil, daha ancak hayal ile hisseden ben, bu anlarda, hiç aldanmadan, hem tekmil hülyalarımı, hem gelecek bütün saadetler ve mahrumiyetlerimi şimdiden beraber kucaklıyor gibi olmuştum. Sanki bu ayna karşısında birden gözlerim gelecek ve geçecek zamanları görmüştü. Ta ileride, uzak ve çorak bir mevsime vâsıl olarak gelecek akşamların da birer çiçek gibi solduklarını, gelecek baharların da birer akşam gibi geçtiklerini, açılacak güzelliklerin de sonbahar içinde dökülen yapraklar gibi çürüdüklerini ve bütün bu şeylerin hep sönerek yokluğa inkılap etmekte olduklarını, bir anda istikbali de kavrayan bir bakışla görmüştüm. Ve, baş döndürücü bir hızla akan Boğaz'ın suları gibi, içimde birçok hislerle mevsimlerin ve güya hayatların kafileleri, küçük dalgaları birbirlerine karışarak ve hafif köpükleri birer birer sönerek geçip gittiler.

  Boğaz'ın bütün suları ruhumun içinden geçiyor, akıyor, ademe doğru kayıyor ve ben onları tutamıyordum.

  Gönlümde, gözlerimde artık tesellisini bir daha büsbütün bulamayacak bir fanilik melali başladı. Eyvah! En sabit sandığım güzellikler, gönlümün, lisanlarını iyice şerh ve tefsir edemediğini bildiğim için daha okşamaya, sevmeye kıyamadığım ve asıl vuslatlarım kemale erecek bir âti âlemine sakladığım bu güzellikler, bu akşamlar, guruplar, geceler ki size daha hep yan gözle bakar ve kendimden büyük kadınlar gibi, yüzünüzden öpmeye cesaret etmezdim, meğer ne fani imişsiniz! Hürmetimden koparıp koklamaya cesaret etmediğim yıldızlar, meğer birer kandil gibi sönecekmişsiniz! Hayat ancak akan, mahvolan, muhteşem bir şelale, hayat, bu geçen şey, demin tekmil ve şimdi bozulan bu şekil ve şimdi mevcut fakat uçan bu koku, solan bu renk, dağılan bu saatmiş!

  Ben hâlâ bekliyordum. Yaşamayı bekliyordum. Nigâr Hanım’ın vereceği kitabı bekliyordum.

  O, aynanın karşısında, süslerini bozuyor, çıkarıyordu. Gurubun deminki sessiz musikîsinden kahramanlaşmış ruhumla ben, karanlıkta, son süslerini dağıtan beyaz ellerini hâlâ seçiyor, seyrediyordum. Fakat bildiğim Nigâr Hanım gölgeye karışmış, onun yerinde beyaz ellerini gördüğüm hülya gibi bir kadın, gittikçe gölgede kalan ve dağılan bir âlemin güya perisi gibi, karanlıklar içinde, sanki kendi kendisini dağıtıyordu. Ve ben sanıyordum ki kararan gözlerimin ve solan aynanın karşısında o, artık yorgun argın, dağılan bütün bu saatin, bu muhitin, bütün hayatın ve tabiatın süslerini ve varlıklarını dağıtıyordu. Gittikçe koyulaşan akşam içinde böyle umumi bir dağılış seziyordum. Bu beyaz elleriyle bir kadının bütün abes süsleri, geçen modaları, solan çiçekleri, uçan hararetleri, ölen hisleri, zeval bulan güzellikleri karanlığa karıştırdığını, ademe yolladığını ve bu kâinatın sanki ta içinden bozulup dağıldığını, en sağlam sandığım temeller ve köklerin, hafif dumanlar gibi, incelip havaya karıştığını görür gibi oluyordum. Hatta, elbette Boğaz ve akşam bile, böyle ihtişam ile yaşadıkları bir gün, bütün güzellikleriyle bir daha dirilmemek üzere can verip geçeceklerdi.

  Elimde nafile kitap, iki adım ötedeki yalımıza kadar yorgun ve bitkin döndüm ki bu geçmiş zamanların, mevsimlerin ölüsünü taşıyor yahut taşımış gibi idim. Dizkapaklarım erimiş, kollarım kırılmış, gözlerim sönmüş ve ruhum donmuştu. Annem beni görünce benzi atarak, "Nen var, ne oldun?" diye sordu. Utandım. Cevap veremedim. Ne söyleyebilirdim ki, makul olmak için, "Ademi gördüm ve anladım!" gibi bir şey demek lazım gelecekti!

  Ruhuma bu ânın verdiği buhranı belki hâlâ tanzim ve hazmedememişimdir. Bu acıyı o kadar şiddetle duymuşum ve bu his ruhuma öyle derin işlemiş ki, şimdi kalbimin üstüne eğilmiş, belki elli sene evvel anneme veremediğim cevabı buraya telaşsız bir itina ile yazmaya çalıştığım halde bana bu sahifelerde bile istediğim gibi açılamamış ve bu hissimi olanca çıplaklığı ile ifadeye hâlâ cesaret edememiş ve bütün bu söylediklerimle onu olduğu gibi anlatamamış, bitirememişim gibi geliyor!


abdülhak şinasi hisar
boğaziçi yalıları


Schubert - Piano Sonata in A major, D. 959 Second Movement (Andantino) - Alfred Brendel


27 Eylül 2019 Cuma

cenaze merasimim




Bizim avludan mı kalkacak cenazem?
Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan?
Asansöre sığmaz tabut,
merdivenler daracık.

Belki avluda dizboyu güneş ve güvercinler olacak,
belki kar yağacak çocuk çığlıklarıyla dolu,
belki ıslak asfaltıyla yağmur.
Ve avluda çöp bidonları duracak her zamanki gibi.


Kamyona, yerli gelenekle,yüzüm açık yükleneceksem,
bir şey damlayabilir alnıma bir güvercinden: uğurdur.
Bando gelse de, gelmese de çocuklar gelecek yanıma,
meraklıdır ölülere çocuklar.


Bakacak arkamdan mutfak penceremiz.
Balkonumuz geçirecek beni çamaşırlarıyla.
Ben bu avluda bahtiyar yaşadım bilemediğiniz kadar.
Avludaşlarım, uzun ömürler dilerim hepinize...


Nazım Hikmet

Moskova
Nisan 1963

16 Eylül 2019 Pazartesi

KÖLELERİN SEVİNMESİ



Uyusun da büyüsün senin saç örgülerin
Mantık mıntıka elyaf ibrişim bocalıyor
Tek atımlık barutum çalılıklar zadegan
Şamdanlar parşömenler usulca kımıldıyor


13 Eylül 2019 Cuma

NAZLI

...........
Otel uykusunun sabahında onu beklerken yazdığım hayali yazı “Otelleri Soğuk Yapan Nedir?” başlığını taşıyordu.
Onu çok özlemiştim ayrı kaldığımız 12 saat içinde ve aşka dair kelimelerle yazılmış olsa gerekti. Bağırdım ve soluma döndüğümde kapının altından odama giren koridorun aydınlığı sisleri dağıtınca rahatladım.
Sabah gittiğim çorbacıdaki adam ve adres sorduğum simitçi yazdığım karakterler olarak sevimli göründüler gözüme.
Bir kahvede çay içerken, simit sarayıydı orası,yol kenarındaki küçük sandalyeye oturup sabaha,hikayeme,aşka ve kendime baktım.Denge kurulmaya başlamıştı hayatla hikaye arasında.Buna hatıra diyoruz biz.
Hala özgürdüm.Hala otelin yokluğundan bir parça üstümde başımda.O serin sabah gri renklerle başlarken dünya çok uzaklardaydı ve bu da mutluluktu.Ona değil de,sanki ideal aşka giden bir yolcuydum ben ve yolum Basmane’de bir otelden geçmişti.Yoldaki ve kaldırımdaki hareketliliğin kıyısında ben aşık kelimesiydim. O kelimenin kalbindeydim. Kalbiydim. Kelimeydim.
.........

12 Eylül 2019 Perşembe

yitiksiz

Sabaha karşı oturup ağladınız
Ama mesela şimdi ben
Ne aradığımı bilmiyorum

Sabaha karşı oturup ağladınız
Çünki sizin aşkınız vardı
Kurumuş çiçekleriniz vardı
Aşina yıldızınız gökte
Oturup çok çok ağladınız
Ağlayıp iyi ettiniz
Size imreniyorum çünki
Çünki ölümsüz gibiyim yalnızlığımda
Çünki yalnızlığımda öyle güzelim

Üç beş kalem insan gelip geçtiler
Benim aradığımı bulup geçtiler
Biliyorsunuz bu dünya bana yetmez
Biliyorsunuz bütün kapıları omuzladım
Kimini açtım kimini açamadım
Bütün gemileri dolaştım limanlarda
Hepsi rıhtımlara bağlıydılar
Bütün adalar vakti yitikti
Sabaha karşı oturup ağladınız
Çünki siz bulup da yitirdiniz

Ben yitirmem bir bulsam
Büyük kayaları üst üste korum
Ama biliyorsunuz her şey gelip geçicek
Süslü kadınlar gibi oymalı arabalarda
İki vakit arasında sessiz bir çiçek
Bir dökülecek bir açacak
Sonunda cılız köprülerin öte başında
Bir benim bulamadığım kalacak

Sabaha karşı oturup ağladınız
Ama mesela şimdi ben
Ne aradığımı bilmiyorum.



Turgut Uyar 

(Varlık,s.407, 1 Haziran 1954, s.12)

2 Eylül 2019 Pazartesi

PRAG’TA BİR TRAMVAY – 1942


................

Kendimden nefretimi örtmek için şiirler yapıyorum zehirden
Filmleri çarpıtıp çarpıtıp kitapları Tolstoy’un sakallarını çarpıtıp
Burada bir acı var ensemde şeytan hayatımın maketi kâğıtlar arasında
Bende kin kıyamet isteği okur gibi uzun uzun mezar taşımı
Burada bir acı var yalnız izlenen filmlerle konuşmak mesela
Burada bir acı çünkü sabah sabah bir tramvay geçiyor Prag sokaklarından
Buna âşık oluyorum kırmızı eski sisli bir tramvay Prag sokaklarından
Dışarıda bir yağmur başlıyor anlatamadıklarımdan

SÜLEYMAN'IN KİTABI


yılkı


kaplan ve borges borges ve kaplan


ilki sait faik için



ne güzel kapaktın


Annem, mahalleye dönen komşuya "Hoş geldin Zehra hoş geldin , sesin yakışıvedi mahalleye " dedi.


bovling toplarıyla dolu okyanus / salinger

Ayakkabılarının ucu yukarı kıvrılırdı. Annem babama ya Kenneth'in ayakkabılarını ayağına göre büyük aldığını ya da, bir zahmet, birilerine çocuğun ayaklarında şekil bozukluğu olup olmadığını sormasını söylerdi. Ama bence ayakkabılarının ucunun kıvrılmasının nedeni, sürekli çimenlikte çömelip yetmiş-beş seksen paundluk[1] gövdesini öne doğru eğerek bir şeylere bakması ya da bir şeyleri parmaklarıyla yoklamasıydı. Makosenlerinin bile uçları kıvrılırdı.
Soldan ayırıp ıslatmadan taradığı düz, bakır kızılı saçları anneme çekmişti. Asla şapka takmazdı ve onu çok uzaklardan bile ayırt edebilirdiniz. Bir öğleden sonra, golf kulübünde Helen Beebers ile oyuna başlayacaktım; çiviyle topu sert, kış kurallarına[2] uygun toprağa batırıp vuruş duruşumu alacaktım ki, arkama dönsem kesinlikle Kenneth'i göreceğimi hissettim. Kendimden emin arkama döndüm. Altmış yard[3] kadar uzakta, yüksek tel çitin ardında, bisiklete oturmuş bizi izliyordu. Saçları öyle kırmızıydı.
Solak birinci kaleci[4] eldiveni kullanırdı. Eldivenin arkasına çini mürekkebiyle dizeler yazardı. Kendisi vurucu olmadığı zamanlarda ya da sahada dikkate değer bir şey olmadığında onları okumayı sevdiğini söylemişti. On bir yaşına geldiğinde evde şiir namına ne varsa okumuştu. En çok Blake ve Keats'i seviyordu, bir de Coleridge'in bazı şiirlerini; ama bir yıl öncesine kadar özenle yazılmış son kayıttan haberdar değildim -ki eldivenini düzenli olarak okurdum. Ben hâlâ Fort Dix'teyken[5], o sırada askerde olmayan kardeşim Holden'dan bir mektup geldi; garajda vakit öldürürken Kenneth'in beyzbol eldivenini bulduğunu söylüyordu. Holden, eldivenin başparmağındaki dizeleri daha önce görmemişti ve acaba ne olduğunu biliyor muydum, diye bana yazmıştı. Brownig'in dizeleriydi "İstemem Ölüm gözlerimi bağlasın, sakınsın beni, Ya da sürünerek geçirsin beni öte yana usulca, istemem."[6] Kalp hastalıklarının en ağırına sahip bir çocuk tarafından alıntılandıkları düşünülürse, pek de neşeli dizeler değildi.
Beyzbola deli oluyordu. Maç ayarlayamadığı zamanlarda, ona yüksek top atacak ben de ortalarda yoksam, saatlerce garaj çatısının eğimine bir beyzbol topu fırlatıp geri yuvarlanan topu yakalardı. Başlıca liglerdeki bütün oyuncuların vuruş ve saha istatistiklerini bilirdi. Ama benimle hiçbir maça gelmezdi. Bir kez, sekiz yaşındayken, geldi benimle ve Lou Gehrig'in iki kez strikeout[7] aldığını gördü. Gerçekten iyi bir oyuncunun strikeout aldığını bir daha görmek istemediğini söyledi.
"Tekrar Edebiyata dönüyorum, bu şeyi kontrol edemiyorum."
Şiir kadar düzyazıyı da severdi, özellikle de kurmacayı. Günün herhangi bir saati odama gelir, kitaplığımdan bir kitap alıp, onunla odasına ya da verandaya seyirtirdi. Nadiren kafamı kaldırıp ne okuduğuna bakardım. O günlerde yazmaya çalışıyordum. Çok zor iş. Çok soluk benizli iş. Ama arada bir bakardım. Bir keresinde onu F. Scott Fitzgerald'ın Buruktur Gece'siyle çıkarken gördüm, bir başka zaman da bana Richard Hughes'ün Masum Seyahat'inin konusunu sordu. Söyledim, o da okudu; ama daha sonra ona ne düşündüğünü sorduğumda tek söylediği depremin, bir de başlardaki zenci elemanın fena olmadığı oldu. Başka bir gün de odamdan Henry James'in Yürek Burgusu'nu aldı. Bitirdikten sonra bir hafta evdeki kimseyle konuşmadı.
***
Ben idare ediyorum.
O sıkıntılı, çirkin Temmuz cumartesisinin her ayrıntısını hatırlıyorum ama.
Annemle babam, yazlık tiyatroda Kefenin Cebi Yok'un ilk matine performansını sahneliyorlardı. Yazlık tiyatro yapımlarının iki hırçın, rolünü abartıyla oynayan, sürekli terleyen oyuncusuydular ve kardeşlerimle ben nadiren onları izlemeye giderdik. Annem yazlık tiyatrolarda hepten başarısızdı. Onu izlerken, serin akşamlarda bile, Kenneth koltuğunda neredeyse yere inecek kadar sinerdi.
O cumartesi günü bütün sabah odamda çalışmıştım, öğle yemeğimi bile orada yemiştim ve ancak öğleden sonra, ilerleyen saatlerde alt kata inmiştim. Üç buçuk sularında verandaya çıktığımda Cape Cod'un havası başımı döndürdü, sanki demi fazla kaçmış gibi. Ama az sonra gün gözüme gayet güzel göründü. Güneş, bütün çimenliği ısıtıyordu. Kenneth'e bakındım; çatlak hasır sandalyeye oturmuş kitap okuyordu; ayağını altına almış, ağırlığını ayağının üst kısmıyla dengeliyordu. Ağzı aralık okuyordu, benim veranda boyunca yürüyüp sandalyesinin karşısındaki korkuluğa oturduğumu duymadı. Sandalyesine ayakkabımın ucuyla vurdum. "Bırak okumayı, Mac," dedim. "Kitabı bırak. Beni eğlendir." Hemingway'in Güneş Yine Doğar'ını okuyordu.
Ben konuşunca havamda olmadığımı fark edip kafasını kaldırarak gülümsedi. Bir beyefendiydi; on iki yaşında bir beyefendi; bütün hayatı boyunca bir beyefendiydi olmuştu.
"Yukarıda yalnızlıktan içim sıkılıyor." dedim. "Kötü bir meslek seçtim. Bir roman yazacak olursam herhalde bir koroya katılıp kitap bölümleri arasında toplantılara seğirtirim."
Bana, sormasını istediğimi bildiği şeyi sordu. "Vincent, yeni hikâyenin konusu ne?"
"Dinle, Kenneth, alay etmiyorum. Müthiş. Gerçekten," dedim, her ikimizi de ikna olmaya hazırlayarak. "Adı 'Bovlingci'. Karısı geceleri boks ya da hokey maçlarını radyodan dinlemesine izin vermeyen bir adamın hikâyesi. Maç izlemek yasak. Çok gürültülüymüş. Korkunç kadın. Adamın kovboy hikâyeleri okumasına da izin vermiyor. Zekâsını kötü etkilermiş. Bütün kovboy hikâye dergilerini çöpe atıyor." Kenneth'in yüzünü bir yazar gibi izledim. "Her çarşamba gecesi bu adam bovlinge gidiyor. Her çarşamba gecesi, akşam yemeğinden sonra, özel bovling topunu dolabın rafından indirip, özel, yuvarlak, kanvas çantasına koyuyor, eşine iyi geceler öpücüğü veriyor ve dışarı çıkıyor. Bu böyle sekiz sene devam ediyor. Sonunda ölüyor. Her pazartesi gecesi, eşi mezarlığa gidip mezarına glayöller bırakıyor. Bir keresinde, pazartesi yerine çarşamba gidiyor ve mezarda taze menekşeler görüyor. Onları oraya kimin koyduğunu bir türlü çıkaramıyor. Yaşlı bekçiye soruyor; adam 'Ha o mu, her çarşamba gelen bir kadın var. Eşi sanırım.'
"'Eşi mi?' diye bir feryat koparıyor kadın. 'Onun eşi benim!' Ama yaşlı bekçinin kulakları ağır işitmektedir, çok ilgilenmez, Kadın eve gider. Gece geç saatlerde komşuları cam kırılma sesi duyarlar, ama hokey maçını izlemeyi bırakmazlar. Sabah, işe giderken, komşusu yan evin camlarından birinin kırık olduğunu görür; üstüne çiğ düşmüş bir bovling topu ön bahçede parıldamaktadır.
"Nasıl, beğendin mi?"
Ona hikayeyi anlattığım sürece gözlerini yüzümden ayırmamıştı.
"Of, Vincent," dedi. "Of, tanrım."
"Ne var? Gayet iyi bir hikâye."
"Biliyorum, çok güzel yazacaksın. Ama, of Vincent!"
Ona dedim ki "Bu, sana okuduğum son hikâye olacak Caulfield. Nesi varmış hikâyenin? Tam bir başyapıt. Birbiri ardına başyapıtlar yazıyorum. Tek bir kişiden bu kadar çok başyapıt okumadım hiç." Şaka yaptığımı biliyordu, ama yarım yamalak güldü, çünkü üzgün olduğumu biliyordu. Yarım yamalak bir gülüş istemiyordum. "Nesi var hikâyenin?" dedim. "Gıcık şey. Kırmızı kafa."
"Belki böyle bir olay gerçekleşmiş olabilir, Vincent. Ama olup olmadığını bilmiyorsun, öyle değil mi? Yani, uydurdun, öyle değil mi?"
"Tabii ki uydurdum! Böyle şeyler oluyor Kenneth."
"Tabii, Vincent! Sana inanıyorum! Şaka yapmıyorum, sana inanıyorum," dedi Kenneth. Ama madem bir şeyler uyduracaksın, neden iyi bir şeyler uydurmuyorsun? Anlıyor musun? Olumlu şeyler uydursan, diyorum yani. Olumlu şeyler de oluyor. Hem de çok. Üf, Vincent! İyi şeyler hakkında da yazıyor olabilirdin. İyi şeyler hakkında yazabilirdin, yani iyi insanlar hakkında falan. Üf, Vincent!" Parlayan gözlerle bana baktı -evet, parlayan gözlerle. Çocuğun gözleri parlayabiliyordu.
"Kenneth," dedim -ama dayak yediğimin de farkındaydım, "bu bovling topu olan adam iyi biri. Kötü bir yanı yok. İyi olmayan eşi."
"Tabii, biliyorum, ama -üf, Vincent! Adamın intikamını falan alıyorsun. Ne diye intikamını alıyorsun? Yani, Vincent. Adamın rahatı yerinde. Kadınla uğraşma. Eşiyle yani. Ne yaptığının farkında değil. Radyoyla kovboy hikâyelerinden falan söz ediyorum," dedi Kenneth. "Kadınla uğraşma, hı, Vincent? Tamam mı?"
Bir şey söylemedim.
"Ona o şeyi pencereden attırma. Bovling topunu. Hı, Vincent? Tamam mı?"
Başımı salladım, "Tamam," dedim.
Kalkıp mutfağa gittim ve bir şişe zencefilli gazoz içtim. Beni nakavt etti. Beni hep nakavt ederdi. Sonra yukarı çıktım ve hikâyeyi yırttım.
Aşağı gelip yeninden verandanın korkuluğuna oturdum ve onun kitap okuyuşunu izledim. Aniden bana baktı.
"Hadi arabayla Lassiter'ın yerine steamer[8] içmeye gidelim," dedi.
"Tamam. Üstüne ceket falan almak ister misin?" Üstünde sadece çizgili bir tişört vardı ve kızıl saçlı insanlar güneşte nasıl yanarsa o da öyle yanmıştı.
"Hayır, böyle iyiyim." Ayağa kalkıp kitabını hasır sandalyeye bıraktı. "Hadi gidelim. Hemen, "dedi.
***
Gömleğimin kıvrılmış kollarını açtım, çimenlik boyunca onu takip edip kenarda durdum, arabamı geri viteste garajdan çıkarışını izledim. Arabayı caddeye uzanan yola tamamen çıkarınca yanına gittim. Ben sürücü koltuğuna otururken sağa kaydı ve penceresini indirmeye başladı -bir önceki gece Helen Beebers'la olan randevumdan beri kapalıydı; Helen saçlarının uçuşmasından hoşlanmıyordu. Sonra Kenneth ön paneldeki düğmeye bastı ve arabanın kumaş tavanı benim el darbemin de yardımıyla işe koyulup koltuğun arkasında kayboldu.
Arabayı evle cadde arasındaki yoldan çıkarıp Caruck Bulvarı'na oradan da Caruck'un dışına, Okyanus'a sürdüm. Okyanus üzerinden Lassiter'ın yeri yaklaşık yedi mil uzaktaydı. İlk birkaç mil ikimiz de hiçbir şey söylemedik. Güneş müthişti. Önce benim soluk ellerimde -daktilo mürekkebi bulaşmış, tırnakları yenmiş ellerimde- göründü; ama sonra Kenneth'in kızıl saçlarına vurdu ve orada karar kıldı ki bu gayet makuldü. Ona dedim ki "Şu göze uzanıver Doktor. Orada bir paket sigara bir de elli bin dolarlık bir fatura bulacaksın. Lassiter'ı koleje göndermeyi planlıyorum. Bana bir sigara ver."
Sigaraları verirken "Vincent, Helen'la evlenmelisin. Şaka yapmıyorum. Beklemekten çılgına dönmüş. Pek zeki sayılmaz ama bu iyi bir şey. Onunla çok tartışman gerekmez. İroni yaptığında da duyguları incinmez. Onu izleyip duruyorum. Senin neden bahsettiğini hiç anlamıyor. Bu çok iyi bir şey, yav! Yav, bir de güzel bacakları var."
"Nasıl yani, Doktor!"
"Hayır. Şaka yapmıyorum, Vincent. Onunla evlenmelisin. Onunla bir kez dama oynamıştım. Damaya çıkan taşlarını ne yaptı biliyor musun?"
"Ne yaptı?"
"Onları almayayım diye hepsini en arka sırada tuttu. Onları kullanmayı hiç istemiyordu. Yav, ne kadar iyi bir kız, Vincent! Golfte onun malzemeciliğini yaptığım zamanı hatırlıyorsun değil mi? Ne yaptığını biliyor musun?"
"Benim çivilerimi kullanıyor. Kendi çivilerini kullanmıyor."
"Beşinci deliği biliyor musun? Greenden[9] hemen önce büyük ağacın olduğu yer hani? Topunu o yaşlı ağacın üstünden aşırtmamı söyledi. Kendisi hiç aşırtamıyormuş. Yav, işte tam evlenilecek kız, Vincent. Böylesini elinden kaçırmak istemezsin."
"Kaçırmayacağım." Sanki yaşı benimkinin iki katı olan bir adamla konuşuyordum.
"Hikâyelerinin seni bitirmesine izin verirsen kaçıracaksın. Onlara bu kadar kafanı takma. Her şey iyi olacak. Her şey müthiş olacak."
Araba yolculuğumuza devam ettik, ben çok mutluydum. "Vincent."
"Ne?"
"Phoebe'yi koydukları beşiğin içine baktığında sevgiden deli olmuyor musun? Hatta sanki sen oymuşsun gibi hissetmiyor musun?"
"Evet," dedim, kulağım ondaydı ve ne söylediğini anlıyordum. "Evet."
"Holden için de deli oluyor musun?"
"Tabii ki. Kıyak eleman."
"Bu kadar ketum olma," dedi Kenneth.
"Peki."
"Birini seviyorsan, onu ne kadar sevdiğini herkese söyle," dedi Kenneth.
"Tamam."
"Daha hızlı sür Vincent," dedi. "Bas şuna."
"Arabaya olabildiğince yüklendim, hızımız neredeyse yetmiş beşi buldu."
"İşte böyle!" dedi Kenneth.
***
Birkaç dakika sonra Lassiter'ın yerindeydik. Hareketli bir saat değildi ve park alanında yalnızca bir araba vardı, sedan bir De Soto; ulaşılmaz ve havalı görünüyordu ama bir eziciliği yoktu, çünkü kendimizi muhteşem hissediyorduk. Dışarıda, panoyla çevrilmiş verandaya oturduk. Verandanın diğer ucunda şişman, kel, sarı polo tişörtlü bir adam oturmuş mavi istiridye yiyordu. Önünde tuzluğa dayalı bir gazete vardı. Çok yalnız ve dışarıda, park alanında kavrulmakta olan havalı, boş, büyük sedanın tastamam sahibi gibi görünüyordu.
Ben sandalyemi arkaya doğru kaykıltıp sinek vızıltılı koridordan Lassiter'ı görmeye çalışırken, şişman adam konuştu.
"Hey Kırmızı, ner'den buldun o kırmızı saçı?"
Kenneth adama bakmak için döndü ve şöyle dedi:
"Yolda adamın biri verdi.."
Adam gülmekten katılacaktı. Bir armut kadar keldi. "Yolda adamın biri verdi, ha?" dedi. "Sence bana da bir yardımı dokunur mu?"
"Tabii," dedi Kenneth. "Yalnız ona bir mavi kart vermen gerekiyor. Geçen yılınkini. Bu yılınkini kabul etmiyor."
Adam bu sefer gerçekten katıldı. "Mavi kart vermem lâzım,ha?" diye sordu sarsılarak.
"Evet. Geçen yılınkini." dedi Kenneth.
Adam gazetesine dönerken sarsılması sürüyordu; daha sonra da sık sık bizim masaya baktı, sanki bir sandalye çekmiş de bizimle oturuyormuş gibi.
Tam kalkmaya hazırlanırken, Lassiter barın köşesini döndü ve oturduğumu gördü. Kalın kaşlarını selam verircesine kaldırdı ve bize doğru yöneldi. Yaman herifti. Onun, geç bir vakitte, boş bir çeyreklik bira şişesini bara vurup kırdıktan sonra, şişenin boynundan tutup, gecenin karanlık ve tuzlu havasına dalarak park alanındaki arabalardan pahalı radyatör kapaklarını çaldığından yalnızca şüphe ettiği bir adamı aramaya çıktığını görmüştüm. Şimdi, daha koridorda ilerlerken hiç bekletmeden sordu: "Şu akıllı, kızıl saçlı kardeşin de seninle mi?" Verandaya çıkmadan Kenneth'in nerede olduğunu göremezdi. Başımı olumlu anlamda salladım.
"Evet!" dedi Kenneth'e, "Nasıl gidiyor ufaklık? Seni bu yaz buralarda pek görmedim."
"Geçen hafta buradaydım. Sizin nasıl gidiyor Bay Lassiter? Son zamanlarda kimseyi hırpaladınız mı?"
Lassiter ağzı açık kıkırdadı. "Ne istersin ufaklık? Steamer mı? Bol tereyağı soslu?" Olumlu anlamdaki belirgin baş işaretini alınca mutfağa yöneldi, ama durup sordu:
"Kardeşiniz nerede? Ufak, çatlak olan?"
"Holden," diye adını söyledim. "Bir yaz kampında. Kendini idare etmeyi öğreniyor."
"Öyle mi?" dedi Lassiter, ilgiyle.
"O çatlak değil," dedi Kenneth Lassiter'a.
"Çatlak değil mi?" dedi Lassiter. "Çatlak değilse ne peki?"
Kenneth ayağa kalktı. Yüzü neredeyse saçının rengini almıştı. "Basıp buradan gidelim," dedi Kenneth. "Hadi."
"Aman, bir dakika ufaklık," dedi Lassiter çabucak. "Bak, sadece şaka yapıyorum. Çatlak değil. Öyle demek istemedim. Sadece biraz yaramaz. Otur oturduğun yerde. Ben onun çatlak olduğunu söylemedim. Otur oturduğun yerde. Dur sana güzel bir steamer getireyim."
Yumrukları sıkılı halde Kenneth bana baktı, ama ben herhangi bir işaret vermedim, kararı ona bıraktım. Yerine oturdu. "Yaşınızın adamı olun" dedi Lassiter'a. "Tanrım! İnsanlara isim takmayın."
"Kırmızıyla uğraşma Lassiter!" diye seslendi şişman adam masasından. Lassiter onu hiç umursamadı -öyle de yamandı.
"Sana mis gibi bir steamer getirdim ufaklık!" dedi Kenneth'a.
"Elbette Bay Lassiter."
Lassiter koridora çıkan tek basamaklık merdivende basbayağı tökezledi.
***
Ayrılırken Lassiter'a steamer'ların müthiş olduğunu söyledim, ama o, Kenneth sırtına hafifçe vurana kadar kuşkuyla baktı.
Tekrar arabaya bindik ve Kenneth yan bölmenin kapağını açıp bir ayağını rahatça boşluğa yerleştirdi. Arabayı beş mil daha, Reechman Point'e sürdüm çünkü ikimizin de oraya gitmek istediğini hissettim.
Oraya vardığımızda arabayı eski yere park ettim; arabadan çıkıp büyük adımlarla taştan taşa atlayarak aşağıya, Holden'in kendince bir nedenle Bilge Adam Kayası dediği taşa vardık. Okyanustan bir taş atımı mesafede büyük ve yassı bir şeydi. Önden Kenneth gitti ... kollarını bir ip cambazı gibi açıp dengesini sağlıyordu. Benim bacaklarım daha uzundu, o yüzden bir kayadan diğerine tek elim cebimde geçebiliyordum. Bir de, ondan birkaç yıl daha deneyimliydim.
İkimiz de Bilge Adam Kayası'na oturduk. Okyanus sakindi ve rengi iyiydi, ama hoşuma gitmeyen bir yanı vardı. Aşağı yukarı okyanusta hoşuma gitmeyen bir şey olduğunu fark ettiğim sırada güneş bir bulutun arkasına girdi. Kenneth bana bir şey söyledi.
"Ne?" diye sordum.
"Sana söylemeyi unuttum. Bugün Holden'dan bir mektup aldım. Sana okuyacağım." Şortunun arka cebinden bir zarf çıkardı. Okyanusu izleyerek dinledim. "En üstteki şeyi bir dinle. Başlığı," dedi Kenneth ve mektubu okumaya başladı, mektup şöyleydi.

Hımbıllar için Goodrest Kampı
Cuma
Sevgili Kenneth,
Burası iğrenç. Hiç bu kadar çok hergeleyi bir arada görmemiştim. Deriden bişeyler[10] yapmamız ve doğa yürüyüşlerine çıkmamız gerekiyor. Kırmızılarla beyazlar arasında bir yarışma başlattılar. Ben güya beyaz takımdayım. Dandik bir beyaz olmak istemiyorum. Yakında eve geldiğimde seninle ve Vincent'la birlikte eğlenceli zaman geçireceğim ve seninle deniz tarağı yiyeceğiz. Burada yumurtayı sürekli cıvık yiyorlar ve içtiğin sütü bile buzdolabına koymuyorlar.
Yemek salonunda herkes bir şarkı söylemek zorunda. Bay Grover denen adam kendinin on numara şarkıcı olduğunu düşünüyor ve dün gece beni de kendisine eşlik ettirtmeye çalıştı. Aslında yapardım ama onu sevmiyorum. Sürekli insanın yüzüne gülüyor ama ne zaman eline bir fırsat geçse kötülük yapıyor. Annemin verdiği 18 dolarım var ve muhtemelen yakında eve döneceğim, eğer şu adam söylediği gibi kasabaya gidecek olursa belki bir trene binip cumartesi ya da pazar günü gelirim. Yemek salonunda Bay Grover'la şarkı söylemediğim için bana dışlama cezası verdiler. Bu hergelelerin hiçbiri benimle konuşamıyor. İçlerinden biri Tenesee'li çok iyi bir delikanlı, yaklaşık Vincent'ın yaşında. Vincent nasıl. Ona özlediğimi söyle. Ona korintlileri[11] okuyup okumadığını sor. Korintliler incilde geçiyor ve çok iyi ve sevimli ve Web tailer bana birazını okudu. Burada yüzmek çok iğrenç çünkü hiç dalga yok, küçük dalgalar bile. Hiç dalga olmayınca ne anlamı var, yüzerken hiç korkmayıp suda tepe taklak olmadıkça. Sadece yanında bir eşle iskeleye kadar yüzüyorsun. Benim eşim Charles Masters. Hergelenin teki, yemek salonunda da sürekli şarkı söylüyor.
Beyaz takımda, takımın kaptanı. O ve Bay Grover şimdiye dek gördüğüm en büyük 2 hergele, bir de Bayan Grover. Kadın sanki annenmiş gibi davranmaya çalışıyor ve sürekli gülümsüyor ama o da Bay Grover gibi kötü biri. Geceleri ekmek kutusunu kilitliyorlar ki kimse sandviç yapamasın, Jim'i işten çıkardılar ve burada her şey için 5 ya da 10 sent vermen gerekiyor ve Robby wilcokun ailesi ona hiç para vermedi. Yakında evde olurum, muhtemelen pazar günü. Seni çok özlüyorum Kenneth, Vincent ve Phoebe'yi de. Phoebe'nin saçı ne renk oldu. İddiaya girerim muhtemelen kırmızıdır.
Kardeşin Holden Caulfield

Kenneth mektupla zarfı geri arka cebine koydu. Pürüzsüz, kırmızımsı bir çakıl alıp evire çevire baktı, taşın simetrisinin bozuk olmamasını umar gibi bir hali vardı; sonra, sanki bana değil de çakıla söylermiş gibi: "Uzlaşmayı bilmiyor," dedi. Acı acı bana baktı. "Daha ufak bir çocuk ve uzlaşmayı bilmiyor. Bay Grover'ı sevmiyorsa yemek salonunda da şarkı söyleyemez, şarkı söyleyince herkesin yakasından düşeceğini bilse bile. Ne olacak bu hali Vincent?"
"Herhalde uzlaşmayı öğrenmesi gerekecek," dedim ama söylediğime inanmıyordum ve Kenneth de bunu biliyordu.
Kenneth pürüzsüz çakıl taşını şortunun saat cebine koydu ve ağzı aralık, okyanusa baktı.
"Biliyor musun?" dedi. "Ölecek falan olsaydım ne yapardım biliyor musun?"
Benim bir şey söylememi beklemedi.
"Gitmek bilmezdim," dedi. "Bir süre buralarda takılırdım."
Yüzünde muzaffer bir ifade vardı -Kenneth tarzı bir muzafferlik; kimseyi yendiğini ya da alt ettiğini imâ etmeden. Okyanus artık iyice korkunçtu. Bovling toplarıyla doluydu. Kenneth Bilge Adam Kayası'ndan kalktı; bir şeye çok sevinmiş görünüyordu. Ayağa kalkış biçiminden yüzme havasında olduğunu anlamıştım. O kadar bovling topunun arasında yüzmeye gitmesini istemiyordum.
Ayakkabılarını ve çoraplarını ayağından çekip çıkardı. "Gel, hadi gidelim" dedi.
"Şortla mı girmek istiyorsun?" diye sordum. "Dönüşte üşüyeceksin. Güneş battı."
"Arabada koltuğun altında bir tane daha var. Gel. Hadi gidelim."
"Yediğin deniz tarakları yüzünden kramp girecek."
"Sadece üç tane yedim."
"Hayır, dur-" Onu durdurmaya kalkıştım. Gömleğini çıkarıyordu ve beni duymadı.
"Ne?" dedi kafası açığa çıkınca.
"Yok bir şey. Uzun kalma."
"Sen gelmiyor musun?"
"Hayır. başlığım yok." Bunun çok komik olduğunu düşündü ve bana bir tane çaktı.
"Hadi ama Vincent, gel."
"Sen git. Bugün okyanusa dayanamıyorum. Bovling toplarıyla dolu."
Beni duymadı. Düz kumsalda denize doğru koştu. Onu yakalamak, geri taşıyıp arabayla hızla uzaklaşmak istedim.
Suyla oynaması bittiğinde kendiliğinden, benim bir şey söylememe kalmadan çıktı. Suyun bilek derinliğinde olduğu çamurlu yere ulaşıp orayı geçti, hattâ aceleyle kumsalın kuru olduğu, belirsiz ayak izlerinin oluştuğu bölümünü de geçti, yalnız kafası önündeydi. Tam kumsalın yumuşak kesimine ulaşmıştı ki, okyanus ona son bovling topunu fırlattı. Bütün gücümle bağırdım ve deli gibi oraya koşmaya başladım. Onu, daha bakmadan kucağıma aldım, sarsak adımlarla taşıyarak arabaya koştum. Onu koltuğa yerleştirdim ve aşağı yukarı ilk milde arabayı dikkatli kullandım; ondan sonra yüklenebildiğim kadar yüklendim.
***
Holden'in verandada oturduğunu gördüm; o daha beni falan görmemişti. Sandalyenin yanında bir bavul vardı beni görene kadar burnunu karıştırıyordu. Görünce Kenneth'in adını haykırdı.
"Mary'ye doktoru aramasını söyle," dedim nefes nefese. "Numara telefonun yanındaki şeyde. Kırmızı kalemle yazılı."
Holden tekrar Kenneth'in ismini haykırdı. İğrenç elini uzatıp Kenneth'ın burnundaki kumu neredeyse vurarak silkeledi.
"Acele et, Holden, lanet olsun!" deyip kucağımda Kenneth'le onu geride bıraktım. Holden'ın bütün evi aceleyle geçip mutfağa Mary'yi bulmaya gittiğini hissettim.
Birkaç dakika sonra, daha doktor gelmeden, annem ve babam arabayla evle cadde arasındaki yola girdi. Oyunun genç başrol oyuncusu Gweer de onlarla birlikteydi. Kenneth'in odasının penceresinde anneme işaret ettim; küçük bir kız gibi eve koştu. Odada onunla bir dakika konuştum; sonra merdivenlerde babamı geçip aşağı indim.
Daha sonra, doktor, annem ve babam yukarıda Kenneth'in odasındayken Holden'la ben verandada bekledik. Şu delikanlı Gweer de her nedense bizimle bekledi. Sonunda bana sessizce "Sanırım gitsem iyi olacak," dedi.
"Pekâlâ," dedim belli belirsiz. Etrafta aktörlerin olmasını istemiyordum.
"Yapabileceğim bir şey varsa-"
"Evine git, tamam mı delikanlı?" dedi Holden.
Gweer ona kederle gülümsedi ve gitmeye koyuldu. Çıkışını pek beğenmemiş gibi görünüyordu. Hizmetçi Mary'yle yaptığı kısa konuşmadan sonra meraklanmıştı da. "Ne oldu -kalp mi? O daha bir çocuk, öyle değil mi?"
"Evet."
"Evine git. Tamam mı?"
Sonradan gülesim geldi. Holden'a okyanusun bovling toplarıyla dolu olduğunu söyledim, ufak budala da başını sallayarak "Evet, Vincent" dedi, sanki neden bahsettiğimi biliyormuş gibi.
O gece sekizi on dakika geçe öldü.
Belki bunları yazıya dökmek onun artık bizi bırakıp gitmesini sağlar. Holden'la İtalya'ya gitti, benimle Fransa'ya, Belçika'ya, Lüksemburg'a ve Almanya'nın bir bölümüne geldi. Dayanamıyorum. Artık gitmeyi bilmeli.

"On seneden beri gardiyanlık ettiğinden ve kendisini bu işe ihtirasla verdiğinden kurnazlığı, birçok insanlarda olduğu gibi yalnız gözlerinde kalmamış, büyüyüp gelişerek hemen bütün vücudunu, hatta elbiselerini sarmıştı. Her hareketi sanki kurnazlıktan ibaretti. Bütün kurnaz adamlar gibi daima meşgul, daima telâşlı, daima yorgun ve daima rahatsızdı." Kemal Tahir Namuscular