Benim için babaydı o. Tuhaf, amma tuhaf şey. Gülüşüne bayılırdım.
Başkaları için, Albert Camus bir efsaneydi, baba değil. Bilincinde olmadığım ve
babamın bizden uzak tuttuğu şöhret, erkek kardeşimle benim üstümüze düştü ve
ezdi bizi. 14 yaşındaydım. Hiç kimse, hiç ama hiç kimse benim acı
çekebileceğimi düşünmedi. Annem bile. Darmadağın olmuştu. Babamın ölümünden
hemen sonra, Agathe’ı, küçükken babamın bana verdiği dişi kediyi ameliyat
ettirmek gerektiğini söyledi bana.
Babamın şöyle bir şarkı mırıldanışını hâlâ duyar gibiyim: “Agathe,
cici kedi, ne güzel patileri…” Sağa sola yavrular dururdu Agathe –bizim evde
özgürlük vardı, kedilere bile– yavruları vermeden önce iki ay evde tutardık.
Kedi yavrularına bayılırdım. Annem bana “Ne yapacağız bunları? Baban veriyordu.
Bizden kimse almaz ki” dedi. Haklıydı. İşte o zaman hayat neymiş anladım. Annem
kediyi ameliyat ettirdi.
Okulda babamın mesleği sorulduğu zaman, ben de “yazar” diye yanıt
verdiğimde dert oluyordu bu bana. Marangoz bir meslek erbabıdır. Ya yazar? Evde
kalıp çalışma masasının başında bir şeyler karalayan adam miskinin teki
sayılır… Babamı rahatsız etmememiz beklenirdi. Ama rahatsız ettiğimizde de
hiçbir şey demezdi. Oturup kalkmak, yemek yemek ve başkalarına saygı göstermek
konusunda hem dikkatliydi hem de ciddi. Annemin ya da anneannemin tokatlarını
yeğlerdim fazlasıyla. Onlarlayken, bir aptallık ettiğimde kesilecek faturayı
bilirdim. Öderdim, gönül rahatlığıyla sıfırdan başlardım yeniden. Babamlayken
ela gözlerinin bir bakışı ve birkaç sözü yeterdi insanın kendini yerin dibine
geçmiş hissetmesi için. İlk komünyon ayinimi gerçekleştirmek istediğimi
söylediğimde bana Tanrı’ya inandığım için mi yoksa güzel bir elbisem ve
hediyelerim olsun diye mi bunu istediğimi sormuştu. İşin sarpa sardığını hemen
anladım. “Pek mi parlak bir şey bu sence?” En azından mesele açıktı.
Ona göre, başımızı sokacak bir yerimiz ve kitaplarımız varsa, bize
gereken her şeyimiz var demekti. Bizim evde lüzumsuz nedir bilinmezdi. Yararlı
hediyeler istemek gerekirdi. Noel’de bir okul çantası, güzel bir okul çantası
bile çok sevinilecek bir şey değildir. Babamın bana son yaş günü hediyesi bir
çalışma masasıydı. Güzel bir masa elbette… Ama ağır hastalanıp yattığımda bana
bir pikap hediye etti, Teppaz marka. O kadar tarzımız olmayan bir şeydi ki bu,
öleceğime büsbütün inanmıştım.
Anneme yardımcı olan bir hanım vardı. Yataklarımızı yapardık,
ayakkabılarımızı cilalardık ve o hanımın emrine amadeydik. Olağandı bu. Babam,
dolaylı yoldan, bu hanıma mesleğinden ötürü –temizlikçiydi kadın, babamın
annesiyle aynı meslektendi– saygı göstermemizi isterdi. Annesi sağırdı, ne
okuma bilirdi ne yazma. Kocası Birinci Dünya Savaşı’nda öldürüldüğünde,
yönetim, dedemin kafatasını parçalayan şarapnelin bir parçasını göndermiş ona.
Babaannem, çocuklarıyla birlikte, yaşça büyük olan Lucien ve kundaktaki
Albert’le, annesinin yanına, Cezayir’de Belcourt mahallesinde yaşamaya dönmüş.
Tatlı bir boyun eğişten ibaretti babaannem. Hepsi yoksulmuş, çok yoksul, başka
da bir şey düşünmüyorlarmış. Babam bir yerlerde “baskı görenlerin zekâsı
aslolana yönelir” diye yazmıştı. Burada aslolan, karın doyurmaya yetecek para
bulunup bulunamayacağıdır. Yarın değil, bu akşam. Babam bana büyükannesinden
söz ederken nefret ederdim o kadından çünkü sığır sinirinden yapılma bir
kamçıyla dövermiş babamı. Babaannem –genellikle sadece hareketlerle kendini
ifade eden biriydi– sırf “Kafasına vurma” diyebiliyormuş usulca. Daralmış,
kendi içine kapanmış bir dünyaymış bu, dışarıdayken içeride olduğundan daha
iyiymiş babam. Belcourt’lu bir oğlanmış o. Arkadaşlarıyla birlikte, barınağın
adamı Bay Galoufa’nın iki tekerlekli yük arabasıyla yarışırmış, başıboş
köpeklerle kedileri özgürlüğe kavuşturmak için.
Mahalledeki herkes gibi, pataouète konuşurmuş. Fransızca onun için
büyük bir başarı olmuş. 11 yaşındayken (!) ilkokul sona ermiş: Büyükannesi eve
para getirsin diye çalışmasını istemiş. Ama öğretmeni Louis Germain babamı fark
etmiş. Onun hakkını savunmuş ve kazanmış: Babam eğitimine devam edecektir
böylece. Lisede ilk defa adaletsizliği sezmiş. Başkalarının dünyasıyla
kendisininki arasında bulunan uçurumu. Daha sonraları Saint-Germain-des-Prés’de
de aynı şey olacaktır. Cüzamlı gibi bakarlar ona. Babam kendini cüzamlı gibi
hissetmiyordu ama. Morali tamdı. Ama adaletsizlik yerli yerindeydi, daima.
Fotoğraflarda, öğrencilerin çoğunda kocaman kravatlar var. Onda yok. Daha o
zamanlarda özgürmüş. Sonraları, “güzellik var, bir de aşağılananlar” dediğinde
ve “ne güzelliğe ne de aşağılananlara sadakatsizlik etmek” istemediğinde, işte
o zaman başladı her şey galiba.
17 yaşındayken, kan tükürmeye başlar. Verem. Ölümcül hastalık,
utanılası hastalık. O dönemde veremden ölünüyordu, veremliler de vebalıymış
gibi görülüyordu. O zamana kadar hiçbir şeye sahip değilmiş babam, yaşıyordur
işte. Ona doğal geliyormuş bu. Ama yaşamanın bile pek o kadar garanti
olmadığını öğrenir. Michelet sokağında kasap olan, teyzesinin kocası Acault’nun
yanına gider çünkü en azından orada iyi et yiyebilecektir. Enişte masondur,
evinde bir sürü kitap vardır. Babam o zamana kadar bir evde kitap görmemiştir
hiç. Daha sonraları agregasyon sınavına girmesine izin verilmez, hastalığı
bulaşıcı diye. 1939’da askere de alınmaz. Roger Nimier’nin yorumu: “Savaşı
Camus’nün akciğerleriyle yapmadık…” Nasıl, harika değil mi?
Futbolu bırakmak zorunda kalır. Oysa seviyormuş. Kaleciymiş. Ona
“Bastıbacak” diyorlarmış çünkü geç boy atmış. Sablettes plajı vardır hayatında,
deniz ve güneş. Ve daha o zamanlar, inanılmaz bir özgürlük duygusu, kadın
bedenlerinin, “bağlanma”nın, tiyatronun birbirine karıştığı. Alger républicain
gazetesinde sürdürdüğü gazeteciliğin bir de. Daha sonraları şöyle yazacaktır:
“Öncelikle, yoksulluk hiçbir zaman bir mutsuzluk kaynağı olmadı benim için:
Işık zenginliklerini yayıyordu onun üstüne.” Théodore de Banville’in Gringoire
oyununda Olivier le Daim’i oynadığı sırada günde 85 frank kazanıyormuş. Fena
sayılmaz! Ders veriyor, meteorolojide çalışıyor, bir de güreşiyormuş, burnunun
kırıldığı güne kadar.
23 yaşındayken, ki 1930’ların sömürge toplumunda inanılmaz ölçüde
modern gelen bir şey bu, ikisi eşcinsel üç kadınla birlikte ortak bir ev tutar.
Bu “Esaslı Ev”in taraçası Cezayir koyuna bakar. Louis Bénisti “Dünyanın
Karşısındaki Ev” adıyla resmetmişti evi. Babamın, adını Kierkegaard’dan alan
Kirk diye bir köpeği vardır. Yazmaya karar verir. İlk olarak, Tersi ve Yüzü’nü
yayınlar, 350 adet basılır yapıt. Kuşkusuz Oran’lı bir hanım arkadaşı
aracılığıyla tanışır annem Francine Faure ile, 1937’de. Annem Cezayir’de yüksek
matematik öğrenimi yapıyormuş.
Piyanistmiş. Baksanıza, nefis bir kadın. Babamla ilk yıllarına
ilişkin hiçbir şey anlatmadı bana. Onu hep sevdiğini biliyorum sadece. Babam da
onu seviyordu bence. Başka kadınlar, başka aşklar yaşadı. Ama annemi hiç
bırakmadı. Sanırım derin bir dostluk ve dayanışma vardı aralarında. Onları
kardeş sanıyordu görenler. Annem çok mutlu değildi bence ama bundan bütünüyle
babamın sorumlu olduğunu da sanmam. Annem bana birbirlerini hep sevdiklerini ve
bu sevginin hiç de vasat bir sevgi olmadığını söylemişti. 1 Kasım 1936’da babam
arkadaşı Pascal Pia ile birlikte Alger républicain’i kurar. Ekmek ve de
sardalya almak için tam denk gelir bu… “Kabiliye’de Sefalet” başlıklı röportaj
dizisini orada yazar. Adaletle, adaletsizliklerle, çeşitli olaylarla ilgilenir.
Hoş görülmez. Gazete sansürlenir. İş bulamaz ve Cezayir’den ayrılıp 1940’ta
Paris’e gitmek zorunda kalır. Çalıştığı Paris-Soir gazetesi, bürosunu Lyon’a
taşımıştır.
Annemle babam Lyon’da evlenir. Gazetenin dizgicileri anneme bir
demet menekşe hediye ederler. Annem Cezayir’e döndüğünde bir arkadaşına şöyle
yazacaktır: “Hiç kuşku yok ki temkinsizlik ettik. Savaş yokmuş gibi davranmak
istedik. Ve savaş bizi ayırdı.” İki yıl boyunca bildikleri tek bir şey vardır:
hayattadırlar, hepsi bu.
Veremi nükseden babam Pannelier’de Chambon-sur-Lignon bölgesine
yerleşmek zorunda kalır. Çevredeki çiftliklerde köylüler 5000 Yahudi çocuğu
saklayıp kurtaracaktır. Direniş hareketi orada, çok yakındadır. Babam Direniş’e
katılacaktır. Şöyle yazar: “İyice düşünüp taşındım ve dupduru bir zihinle
hareket ettim, çünkü görevim buydu.” Henri Frenay’nin Combat hareketine girer.
Hem Gallimard Yayınları’nda yeni kitap önerilerini okuyup değerlendirmektedir,
hem de yeraltı gazetesinin başyazarlığını yürütmektedir. Müthiş riske girer.
Épinay-sur-Orge doğumlu, Jacques ve Madeleine’den olma, makale yazarı “Albert
Mathé” adına düzenlenmiş sahte evraklar taşır üstünde. Tutuklanan, toplama kamplarına
gönderilen arkadaşları olur. Kimileri geri dönmez. İşte bu yüzden Direniş
madalyasının kendisine verilmesini istemediğini söylerdi hep. Yine de nişan ona
verildiğinde, Fransa Alman işgalinden kurtulduktan sonra bir gün, Combat
gazetesine gelir ve Ravensbrück’e sürgün gönderilen bir hanım arkadaşına “Kim
ihbar etti beni?” diye sorar.
1944’te babam Maria Casarès’le tanışır. Tiyatroda birlikte
çalışırlar. Severler birbirlerini, insanı yiyip bitiren bir tutkuyla. Annem
Cezayir’den Fransa’ya döndüğünde ne babam ne de annem bilir nasıl
buluşacaklarını. André Gide babama Vaneau sokağında bir stüdyo daire
kiralamıştır. Annem, “öyle soğuk olurdu ki parkenin çatlakları buz tutardı”
diye anlatırdı bana. Annemle babam yine de buluşmuş olsalar gerek ki birkaç ay sonra,
1945 Eylülü’nde ikiz kardeşim Jean ve ben dünyaya gelmişiz. Hayat kolay
değilmiş. Annem hamileyken iki bebek için yemek karnesi istemiş. “Gerek yok,
biri ölebilir” diye yanıt vermişler. Annemle babamın kendilerine ait bir
dairesi yokmuş. Paris’te ya da şehir dışında, arkadaşlarının evlerinde
kalıyorlarmış. Michel Gallimard’ın evinde, emeklerken, İnsanlık Durumu’nu
kemirmişiz. Hem de sıradan bir nüshayı değil, orijinalini! Babam 1946’da
Amerika’ya uzun bir yolculuğa çıktığında kilolarca çikolata, şeker, un, pirinç
ve yumurta tozu; 14 kilo sabun, 15 kilo da bebe maması getirmişti.
Babam kitaplarını, oyunlarını yazmaya devam eder. Maria da oyunculuğa. Beni ilgilendirmez bu, hayat işte. Ama evde, Maria aleyhinde tek bir söz duymadım. 1980’li yıllarda, annemin ölümünden sonra tanıştım onunla. Nice’teydim. Bir oyun oynuyordu orada.
Babam kitaplarını, oyunlarını yazmaya devam eder. Maria da oyunculuğa. Beni ilgilendirmez bu, hayat işte. Ama evde, Maria aleyhinde tek bir söz duymadım. 1980’li yıllarda, annemin ölümünden sonra tanıştım onunla. Nice’teydim. Bir oyun oynuyordu orada.
Tiyatroya not bıraktım. Birbirimize bir sürü şey anlattık. Güzel
oldu biraraya gelişimiz. Son derece hayat dolu, sıcak, komik bir insandı.
Çikolata yedik. Sigara içiyordu, korkunç öksürük krizlerine tutuluyordu. Bir
sigarayı söndürür söndürmez yenisini yakıyordu. Babam ve o birbirlerine
benziyorlardı. Ne olursa olsun, delice bir yaşama aşkı vardı her ikisinde de.
İnsan katlanıyor. Ama kabulleniyor da.
Fransa’nın Alman işgalinden kurtulduğu sıralarda babam Sartre ve
Beauvoir’la çok sık görüşür. Saint-Germain-des-Prés’de hep eğlence, hep dans,
hep içki âlemleri vardır. Ama babam onların arasında hep biraz aykırı düştüğü
izlenimini taşımıştır. Akdenizliydi, École normale’de okumamıştı, burjuva
kökenli değildi. Sartre ona “sokak serserisi” dediğinde büsbütün yanlış
sayılmazdı söylediği. Arkadaşı Camus’nün yanındayken kendisinin de alçaldığı
duygusunu taşıyordu biraz. Beauvoir’a gelince, onun babama zaafı vardır,
karşılık görmeyen. Bu gerçekten bir zaaf mıydı yoksa entelektüel bir merak mı?
Bir erkeği tanımak için diyordu –Beauvoir’da bilimseldi her şey!– onunla yatmak
gerek. Brassaï’nin şu fotoğrafına bakın: Babam Picasso’nun bir oyununu sahneye
koymuştu: Kuyruğundan Yakalanan Arzu. Lacan, Cécile Éluard, Picasso, Valentine
Hugo, Leiris’ler, Sartre ve Beauvoir var karede. Peki babam kime bakıyor?
Köpeğe.
Yazmak, kendini yanlış anlaşılmaya ve anlaşılmamaya maruz bırakmak
demektir. Bunu iyi biliyordu babam. Küçük bir kızdım ama çevresindeki saldırganlığı
seziyordum. 1951’de Başkaldıran İnsan yapıtıyla bir tabuyu sarstı. O dönemde
Sovyetler Birliği’ne dokunma hakkınız yoktu. Oysa herkes gulag’ın varolduğunu
biliyordu. İyi bir amaç uğruna deniyordu. Susuluyordu. Babam konuşmaya karar
vermişti. Bu da kimsenin hoşuna gitmiyordu. Bir gün –daha sonraları anladım ki
Francis Jeanson’un Sartre’ın emriyle kitabı inanılmaz ölçüde sert eleştirdiği,
Les Temps Modernes ile aralarındaki korkunç polemikten sonraymış– babamı
salonda, alçak bir koltukta, başını eğmiş otururken buldum. “Üzgün müsün baba?”
dedim ona. Başını kaldırdı, gözlerimin içine baktı ve “Hayır, yalnızım” diye
yanıt verdi. Hiç unutmadım bunu. Öyle çileden çıkartıyordu ki bu durum beni!
Benimleyken yalnız olamayacağını ona nasıl söylemeli, bilmiyordum.
1956’nın Ocak ayında, L’Express’te “Siviller İçin Ateşkes”
başlıklı yazısını kaleme aldığında sadece yazmakla kalmadı. Her iki cepheden
sivillerin korunmasını önermek üzere Cezayir’e gitti. Genel valilik önceden
belirlenmiş salonda bulunmasını engelledi. Babam, aşırı uçların “Camus’ye
ölüm!” diye bağırışları arasında toplantıyı Kazba’ya kaydırdı. İş bir kan
gölünde sona erecek diye çok korktu. Camus’nün Cezayir hakkında hiçbir şey
söylemediği iddiasında bulunmaya cüret edenleri düşünüyorum da! 1945’te, Setif
katliamlarını ifşa ettiğinde de yapayalnız bırakılmıştı. Dolayısıyla babam, her
sözcüğün şiddeti daha da artırdığını düşünmeye başladığı âna kadar yazmaya
devam etti. FLN’nin (Milliyetçi Kurtuluş Cephesi) Messali Hacı yanlılarını
tasfiye ettiğini biliyordu; tek partiyle ve devlet diniyle bir Cezayir
kurulursa ilk kurbanların Cezayirliler olacağını da biliyordu. O zamandan beri
olup bitenlere bakınca, belki de büsbütün yanılmadığı söylenebilir. 1960’tan
itibaren hiçbir şey söylemediği bir gerçektir. Ama haklı bir gerekçesi vardı.
Mezardaydı da ondan.
Büyükannem Nobel edebiyat ödülünden “İkramiyeni aldığın zaman…”
diye söz ederdi… Babam yaşça biraz küçük buluyordu kendisini. “Şahsen ben
Malraux’ya oy verirdim” derdi. O gün lisede herkes bana bir acayip bakmıştı.
Bir arkadaşıma, elbisemin kenarı falan mı söküldü, yoksa tuhaf bir şeyim mi var
diye sorunca güldü: “Paris-Match’a çıkmışsın!” Paris-Match bana bir şey ifade
etmiyordu. Evde okunan bir dergi değildi. Olup bitenlerin farkına varamamıştım
kesinlikle. Babam kardeşimle beni İsveç’e götürmek istemedi çünkü Nobel
Akademisi’nin bizim yol masraflarımızı ödemesi için herhangi bir neden
göremiyordu. Cor de Chasse’tan bir smokin kiraladı. Anneme de Balmain’in o çok
güzel fildişi elbisesini hediye etti. Elbise hâlâ bende, sadece rengi biraz
sarardı. Neyse, annemle babam bütün dünyanın bakışları altında Stockholm’e
gittiler. Törende yaptığı konuşmayı, Cezayir’deki ilkokul öğretmeni Louis
Germain’e ithaf etti babam.
Hiç mal mülk sahibi olmamış olan babam, uzun zaman civarda bir ev
aradı. Yaklaşık yirmi kilometre ilerideki Isle-sur-la-Sorgue’a, arkadaşı René
Char’ı görmeye çok sık giderdi. En sonunda 1958 yılında Lourmarin’deki bu eski
çiftliği buldu. Babam eski eşya almaya bayılırdı. Annemle biz iki kardeş eve ilk
geldiğimizde her yeri dayayıp döşemiş, mobilyaları, perdeleri, yatak
örtülerini, hepsini yerleştirmişti. Hatta tencereleri ve süzgeçleri bile satın
almıştı. Bir sürü tuhaf nesne vardı, bitpazarından gelme: azizlerden kalma
eşyalar, kutsal ekmek kapları. Bayılmıştım. Bir odam vardı, babamın seçtiği
güzel mobilyalarla döşeli. Tıpkı hediye paketi gibi bir ev.
[4 Ocak 1960’ta Yonne bölgesinde düz ve çorak bir yolda, Camus’nün arkadaşı Michel Gallimard’ın kullandığı Facel Vega marka araba bir çınara tosladı. Michel Gallimard ölümcül biçimde yaralandı. Albert Camus kaza yerinde can verdi. 46 yaşındaydı. Çantasında İlk Adam’ın bitmemiş elyazılı metni vardı, “bu kitabı asla okuyamayacak olan kişiye” yani annesine ithaf edilmişti yapıt.]
[4 Ocak 1960’ta Yonne bölgesinde düz ve çorak bir yolda, Camus’nün arkadaşı Michel Gallimard’ın kullandığı Facel Vega marka araba bir çınara tosladı. Michel Gallimard ölümcül biçimde yaralandı. Albert Camus kaza yerinde can verdi. 46 yaşındaydı. Çantasında İlk Adam’ın bitmemiş elyazılı metni vardı, “bu kitabı asla okuyamayacak olan kişiye” yani annesine ithaf edilmişti yapıt.]
Odasında yazı takımı vardı. Babam ayakta yazardı, siyah ya da
lacivert mürekkeple. Ama burada, bu taraçada, yere oturarak yazdı İlk Adam’ı.
Serviye karşı. Servi hâlâ yerli yerinde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder