12 Haziran 2017 Pazartesi

derinlikler, yevgeni zamyatin






4

Afimya ayıldığında kendini azizlerin altında buluyor, ikonaların köşesinde; kımıldayamıyor, ne elini ne ayağını oynatabiliyor.
— Öldüm mü Tanrım?
Hayır - sobanıönünde, komşusu Petrovna kurutmak için bazı şeyler asıyor. Afimya ona sesleniyor:
— Petrovna?
— Oh? Nihayet! Şükürler olsun sana, Tanrım. Seni bir daha canlı görebileceğimizi ummuyorduk, kimse ihtimal vermiyordu buna!..
– İki gözüm, bana doğruyu söyle, ne oldu?
— Bilsen iyi olacak. Çocuğu düşürdün. Küçük bebeğin acınası bir haldeydi. Oğlandı, belli oluyordu, sadece tırnakları yoktu henüz, gözleri açılmamıştı, küçük bir enik gibi…
Afimya sekinin üstüne sıçrıyor, bağırmaya başlıyor, ama kadın sesiyle değil, bir hayvan sesiyle. Ve derinliklerinin dibinden, hasat ertesindeki tarla gibi boş derinliklerinden bir kan seli fışkırıyor. Bu kan Piotra’ya, katiline karşı tükenmeyecek bir kinin doğmasına yol açıyor.
— Her şeyi affedebilirdim, zalimliklerini, işkencelerini, ama küçüçocuk, ama bebek…
Petrovna çırpınıyor, kanı soğuk suyla durduruyor.
— Ağla, canım, bütün gücünle ağla, canım, rahatlarsın. Katilin şehre gitti, daha dönmez.!
Gözyaşları artık sakinleştirmiyor Afimya’yı: akan gözyaşları yanan reçine gibi; kalbindeki ateş sürekli harlanıyor.
Dördüncü gün, Afimya kalktı: işler beklemez, küçük Vasya’nın açlıktan ağlamaktan sesi kısılmış, onu doyurmak gerek. Afimya isbanın etrafında dolanıyor, içeri giriyor: gençliğinin kuvveti rüzgârdaki duman gibi kaybolmuş; yanan gözlerinden başka hiçbir şeyi yok.
Dördüncü günün akşamında, Piotra evine dönüyor. Her şeyi handa bırakmışçizmelerini, ceketini, kasketini: çıplak geliyor. Kendini kapıya atıyor, eşiğe basıyor, yığılıyor, tek kelime etmeden, ve horlamaya başlıyor, ölü gibi yatıyor.
Piotra şehirde saç tıraşı olmuş. Afimya’nın hatırladığı ilk şey; bunu hep hatırlayacak: saçlar kısa kesilmiş, ensede, ip gibi bir hizada; saçların altında, boyun, kırmızı, derin çizgilerle dolu.
Bu boynu görüyor ve her şey alev alıyor, her şey dönmeye başlıyor. Afimya kıpırtısız duruyor, gözlerini ondan ayıramıyor: saçlar tıraşlı, derin çizgiler. Donmuş kalmış, bakıyor, zincirle bağlanmış gibi.
Ve, gözlerini bir an bile bu boyundan ayırmadan, baltaya uzanıyor; balta hep orada, kapının arkasında pervaza dayalı.
Baltayı kavrıyor - lanet, gücünü on kat arttırmış - ve bir hamlede, Piotra’ya vuruyor. Boynuna nişanlamıştı, derin çizgilere, ama saptırıyor baltayışakağa vuruyor. Kemik “krak” diye bir ses çıkarıyor, isbanın duvarlarını titreterek - gece, Afimya’nm gözlerinde, baltayı bırakıyor.
Piotra parmağmı bile oynatamadı; yatıyordu, öyle kaldışakak, çok hassas bir yer.
Ve Afimya’nın vücudundaki yangın sönüyor, tamamen sönüyor. Karanlıkta dolaşır gibi dolaşıyor, kendine soruyor:
“Ya şimdi… ya şimdi?… Onu nereye?… Ambara? Kilere?”
Fıçıdan su alıyor, küçük bir testi dolusu içiyor. İstavroz çıkarıyor: “Meryem Ana, koru beni”, ve çıplak ayaklarından tutuyor Piotra’yı, hâlâ ılık. Onu sürüklemek istiyor, yapamıyor; kurşun gibi. “Tanrım, ne olacak?” Bir kere daha tutuyor, bütün
kasları gerilmiş. Piotra kımıldamıyor, mezarında yatan bir ölü gibi.
Korku Afimya’yı sarıyor, ateş basıyor. Kaçmalı, mümkün olduğunca hızlı kaçmalı. Ama Piotra’nıüstünden atlayarak değil. Havale gelmiş gibi titriyor, olduğu yerde donup kalıyor, hayır, oraya doğru bir adım dahi atamayacak.
Afimya pencereden atlıyor, Selifontov’a koşuyor. İvanyuşa bahçedeki ambarda uyumayı sever, belki de hâlâ orada. Bütün gücüyle bağırıyor, İvanyuşa cevap veriyor; adını duyar duymaz kulakları dikiliyor.
İvanyuşa ambardan çıkıyor, hâlâ uykulu, sevgili küçüğünü tutuyor ama birden irkiliyor: “Bu artık Afimya değil, aynı değil…”
— Neyin var, yavrum, canım, neyin var böyle?
Afimya bir hıçkırıkla sarsılıyor, ağlamak istiyor, her şeyi aşığına söylemek; dudakları kuru, gözleri kuru, bir damla bile gözyaşı yok.
— Onu öldürdüm. Piotra’yı öldürdüm… işini bitirdim… senin küçük bebeğin için. Kurşun gibi ağır… yapamıyorum… yerde. Korkuyorum, gel.
Gidiyorlar. Pencereden giriyorlar, hırsızlar gibi. İsba sessiz, güçlükle soluyan Vasya sekinin üstünde. Piotra’yı yerde yatmış görüyorlar, sessiz, tavandaki lambadan puslu bir ışık vuruyor ona. İvanyuşa Afimya’yı kolundan tutuyor; onun titreyişine karşı bir şey yapamıyor; orada duruyorlar ikisi, titriyorlar.
Onu kollarıyla bacaklarından tutuyorlar, kaldırıyorlar. Bostanda sendeliyorlar. Bir kere düşürüyorlar, köpekler susuyor. İyi gidiyor, her şey sakin.
Şu lanet olası ay hariç, ay onları izliyor, orada, onları aydınlatıyor, dönmelerini, kendine bakmalarını istiyor.
— Artık yapamayacağım, oh, artık yapamayacağım! diyor Afimya yükünü bırakarak; ceset sebzelerin üstüne inerken donuk bir ses çıkarıyor, bir torba gibi.
İvanyuşa büyük bir çukur kazıyor, oldukları yerde, komşunun, Petrovna’nın bostanında. Afimya onu sıkıştırıyor, sürekli sıkıştırıyor:
Daha çabuk, hadi daha çabuk, artık dayanamayacağım.
Son gücüyle İvanyuşa yeri düzeltiyor, Piotra’nıüstüne toprak dolduruyor. Ve o ay, o lanetli ay, sırtlarında, ta içlerine işliyor.

5

Eylül bitti bile. Tarlalar kuru, boşıssız. Örümcek ağları havada uçuşuyor: onların etrafını sardığı insan fazla yaşamaz. Sabahları don, soğuk rüzgârlar, yağmurlu bulutlar olmalıydı şimdi; oysa inadına, sanki alay eder gibi, görülmemiş bir sıcak var. Çocuklar, Vorona nehrine yüzmeye, serinlemeye gidiyorlar.
“Koyun eti bozulacak sıcaktan. Tuzlamalı.”
Afimya kafasını buna takmadığı halde iyi biliyor ki bu iş bekleyemez. Koyun etini oyuktan çıkarıyor, baltayla parçalıyor, Piotra’nın Yüceltiliş Gününde getirdiği fıçılara koyuyor, üstüne tuz ve güherçile serpiyor.
İsba yine meraklı kadınlarla dolu, Afimya’yı çevrelemişler, soruyorlar, onu burunlarının dibine çekiyorlar. Doğru mu, ne oluyor? Koca ortadan yok oldu, bir iz bile bırakmadı. Bu olağan bir hal mi yani?
— Kocasız ne yapacaksın? Nasıl düzenleyeceksin işlerini? Toprak sahibiyle mi?
— Evet, herhalde.
— Kötü, eskisi gibi ha… Piotra, öylesine şehre mi gitti, hiçbir şey söylemedi mi? Öylesine, birden ortadan kayboldu, ha?
İsbaya giriyorlar, koku almaya çalışıyorlar… Afimya’nışalına dokunuyorlar. Sekinin köşesindeki küle bakıyorlar. Somunun kabuğundan bir parça koparıyorlar.
— Afimya, sen kara ekmek mi yaptın? Kabuğu bembeyaz.
Ve kara ekmekten Piotra’ya geliyorlar. Buğdayını kaça sattı? Kaç para getirdi? Hadi bakalım…
Afimya’yı usandırıyorlar, evet, usandırıyorlar. Onların neyine gerek, ne diye ilgileniyorlar? Onları güçlükle dışarı çıkarıyor.
Sonra, dolu fıçıları kilere indiriyor yine, ağırlıklarla sıkıştırıyor. Kilerin karanlık serinliğini hissediyor, bahçeye çıkıyor; sıcak vuruyor, başına vuruyor.
Buhar gibi, delicesine bir fikir uyanıyor, bir fırtına gibi geçiyor aklından:
“Sıcak… Bu sıcakta Piotra kokmaya başlayacak… Kokuyu alacaklar, anlayacaklar, onu bulacaklar…”
Afimya bostanda sararan otlara bakıyor, iç geçiriyor, sadece bir an ona öyle geliyor ki… ama evet, koku duyuluyor şimdiden, biraz geniz yakıcı, kötü bir koku.
İsbaya giriyor. Çalışıyor, bütün işini bitiriyor, her şey iyi gibi. Ama kafasında, zihninin derinliklerinde, bütün yollar kapalı, sabit bir fikir tarafından ele geçirilmişler, kıpırdayamıyorlar.
Afimya o gün bir şey yemiyor: sürekli acı, tatlı bir kokunun etkisi altında. Bir dakika uyku yok. “Belki de bu bir rüya? Belki de hiçbir şey yok?” İsbanın dışına koşuyor, basamakta duruyor, beyaz bir gölge gibi ve havayı soluyor. Köpek zincirini çekerek dönüp duruyor. Bağırıyor, burnunu havaya kaldırıyor. Yukarda, göz kırpan bir başkası, zalim ve kötü ay, alay eden bir büyücü gibi.
Sabah Afimya Selifontov’a gidiyor, İvanyuşa’yı gözlüyor. Yanına gidiyor, kafasını kaldırıyor, soluyor:
— İvanyuşa, duyuyor musun, daha şimdiden kokuyor, alıyor musun kokuyu, Piotra?
— Afimya, azizler aşkına, ne oluyor sana? Petrovna’nın bostanı buraya çok uzak, hiçbir şey duyamazlar.
– … ama köpek, kokuyu alıyor, görüyorsun… Söyle, ne yapacağız? Onu başka biçimde saklamalıöyle bırakmamalı.
— Sen delisin!. Nasıl böyle şeyler düşünebiliyorsun, bir ölüyü nasıçıkarırız? Hadi git, git, beni korkutuyorsun…
Onu terk mi ediyor? Tamam, terk ediyor. Artık Afimya için de önemi yok. Kurumuş ağaç gibi, yapraksız dal, sönmüş kömür gibi ruhu.
Akşam yemeğinden önce Afimya’nın bahçesine bir araba giriyor, iki adam çıkıyor içinden: şehirden bir beyefendi ve sivil komiser. Afimya şaşırmıyor, canını sıkmıyor. Boyun eğiyor, bir odun gibi duruyor, iki beyefendiye eşlik ediyor. Cevap veriyor, çeyiz sandıklarını gösteriyor, gömme dolapları açıyor, ambarlar, çatı katları. Sürekli Petrovna’nın bostanındaki o acı-tatlı kokuyu duyuyor, duyuyor ve şaşırıyor:
“Demek ki burunları yok, hiçbir koku alamadıklarına göre..”
Adamlar gidiyor, hiç koku almadılar. Toz duman olan yol sakinleşiyor. Duman yola çöküyor yine. Köyüçekingen, neredeyse kör, küçüışıkları parlamaya başlıyor. Ay doğuyor, daha da fazla ışıldıyor, daha yeşil, daha alaycı bir ışıltıyla.
Afimya için farketmiyor. Artık korkacak hiçbir şey yok, kurumuş bir ağaç gibi. Kocaman bir demir yabayla yalnız başına gidiyor bostana. Piotra’yı çıkarıyor mezarından: toprak kırmızı gömleğine işlemişölümcül günahtan daha kara. Kim veriyor Afimya’ya bu gücü? Onu bahçeye kadar, buğday kurutma yerine kadar sürüklüyor.
Feneri yakıyor ve kilere iniyor, tuzlanmış et dolu fıçıları boşaltıyor. İnsanın kendi yiyeceğini yok etmesi ne acıdır, Tanrı bilir! - ve eti büyük bir bezle örtüyor.
Buğday kurutma yerine geliyor, fener ve baltayla, aynı baltayla. Acele etmeden, büyük bir sükûnetle, bir an bile titremeden, bir rüyadaymış gibi, parçalıyor Piotra’yı. Kilere sürüklüyor, fıçılara dolduruyor, tuz ve güherçileyle kaplıyor, ağırlıkla sıkıştırıyor: diğeri gibi bu da et.
Afimya ertesi güne kadar kütük gibi uyuyor; artık koku duymuyor.

                                             6

Vasya’nın boğazı şişmiş, vücudunu kırmızı kabuklar kaplamışİki gündür hasta, iki gündür sobanın dibinde ağlıyor. Afimya hiçbir şey duymuyor. Ona bir çanak daha tirit, bir küçük testi daha su verip sekiye dönüyor, durgun, hiçbir şeyle uğraşmadan, kafası bomboş oturduğu yere.
Üçüncü gün Vasya artık ağlamıyor, küçük bir enik gibi inlemeye başlıyor, yürek sızlatarak. Bu inleme Afimya’nın içine işliyor. Oraya seğirtiyor, üzerine eğiliyor çocuğun:
“Benim küçüölüm, o da böyle inlemiştir, enik gibi. Böyle oynatmıştır bacaklarını, yüzü gözyaşlarından kapkara olmuştur…”
Bütün geceyi çocuğun yanında geçiriyor, üstüne eğilmiş olarak. Ama beraber olduğu Vasya değil, öteki, kendininki, doğurduğu ilk; günahkâr, duyarlığını yitirmiş, bir damla bile gözyaşı akıtmıyor. Gözleri kuru, dudakları kuru.
Gece sis çöküyor, doğan güneş donuk kırmızı. Afimya irkiliyor, pencereye dönüyor.
Sisin içinden geçen çan seslerini duyuyor. Ah evet, bugün pazar, istavroz çıkarmak için ellerini yıkamak istiyor, güç bulamıyor artık kendinde.
Ayinden çıktıktan sonra iyi Petrovna komşusunu ziyaret ediyor.
Kiliseden sonra, ciddi bir ifade almış yüzü, biraz günlük kokuyor, esmer yüzü kısa çizgilerle dolu.
Afimya onu karşılamak istiyor - mümkün değil. Petrovna kollarını gökyüzüne kaldırıyor, Afimya’nın kalkmasına engel oluyor.
— Bahtsızsın, şu halini bir görebilseydin!.. Seni mezara koysalar daha iyi. Yat, kıpırdama artık. Ben her şeyi yaparım.
Vasya’yı yıkıyor, sobayı yakıyor, kilere iniyor; pazar için etli çorba yapmak gerek.
Afimya yatmış Petrovna’ya bakıyor.
“Ben onun nesiyim? Hiçbir şeyi. Ama yine de geldi, evini bıraktı, burayla uğraşıyor, çalışıyor…”
Afimya Petrovna’nın becerikli ellerini seyrediyor, lahana dolu sahanı görüyor, büyük bir parça tuzlanmış et görüyor.
Ve tanıyor… Soluk alamıyor, ağzı açık kalıyor, sudan çıkmış balık gibi, konuşamıyor.
— Pio… Piotra… Dirseğine dayanıyor, gözleri donuk, bütün vücudu çuval gibi…
– Köyünü, anneni sayıklasan anlarım, ama Piotra nereden icabediyor? Piotra bitti, ayini yapıldı. Niye böyle çılgın gibisin? Onu özlüyor musun yoksa?
— Bak… Petrovna… Tanrım… Kilerde… Git bak… Mahvoldum…
Afimya bir kere daha yıkılıyor, gözlerini kapıyor - hayır, artık görmemeli; hiçbir şey, artık hiçbir şey görmemeli.
Petrovna homurdanarak kilere iniyor; ah bu genç kadınlar, kendilerini dinlemekten başka şey bilmezler.
Karanlık delikten geçip kilere, aşağı iniyor. Bir dakika bile durmuyor orada, fırlıyor dışarı, kavrulmuş bir kedi gibi; gördüğünden bembeyaz olmuş..
— Aziz İsa! Tanrı bizimle olsun, ne oldu?
Istavroz çıkarıyor, üç kere üst üste: bu bir hayal değil mi? Hayır, gördüğü tuzla kaplanmış eller…
Ama Petrovna içeri ilk girdiğinde nasılsa yine öyle dönüyor isbaya: sakin, çok ciddi; belki biraz elleri titriyor.
Afimya’nın başucuna, sekiye oturuyor, eliyle onun gözlerini sıvazlıyor, karmakarışık olmuş saçlarını okşuyor.
— Zavallı Afimyuşkam, zavallı küçüğüm…
Elinin altında Afimya baştan ayağa titriyor.
— Afimyuşka, küçük kızım, hayat ne korkunç… Afimyuşka, bahtsız kızım benim…
Ve Afimya’nın gözyaşları sel gibi fışkırıyor; buzlar çözülüyor. Buz çatlıyor ve Afimya bir nefeste her şeyi anlatabiliyor. Nasıl istediğini, bütün kalbiyle, doğum yapmayı, baltayı kapının arkasından nasıl aldığını, kocasının boynunu nasıl gördüğünü, derin çizgileri. Koku aldığına nasıl inandığını. Sözleri göz yaşlarıyla yıkanıyor.
Petrovna esmer başını sallıyor, yüzündeki ince çizgiler belirginleşiyor.
— Zavallı küçük aptal… İnsanlardan korkuyordu. Korkman gereken insanlar değil kendinsin. Doğru demiyor muyum, söyle.
Petrovna uzun uzun konuşuyor Afimya’yla - acı biraz hafifliyor, biraz soluklanıyor.
Pazartesi, sonbaharın başlangıcı, birkaç damla dökülüyor
gökyüzünden. Yağsa iyi, ekinler için iyi. Ve oradalar, hareketsiz ve sabırlı tanıklar yağmurun altında, Afimya’nın kapısında, bütün köyün kadınları ceketlerini giymiş, yaşlılar bastonlarına dayanmış.
Afimya, başından aşağı Petrovna’nın siyah şalını örtmüşçıkıyor evden: onun bu renk şalı yok. Şal yüzünü örtüyor, gözleri görünmüyor, sıkılmış dudaklarından başka hiçbir şey.
Bu artık Afimya değil. Ama hepsi tanıyorlar, o yüzü hepsi gördüler, koyu renk gözleri ve sıkılmış dudakları. Ama nerede? Hayır, rüyada değil. Burada değil mi, kilisenin duvarınıüstünden, hepsi birden bu kadının acı dolu yüzünü görmediler mi?
Ve hepsi, bir hamleyle, gençler ve yaşlılar, son bir defa eğiliyorlar. Ve hepsi, gençler ve yaşlılar, sesleniyorlar:
— Elveda, Afimyuşka: Tanrı seni bağışlasın.


Yevgeni Zamyatin (1884 -1937), Rusya

Gerek Çarlık dönemi Rusya’sında, gerekse Sovyet Devrimi sonrasında hep muhalif olarak kalan ve yazdıkları yüzünden baskıya uğrayan yenilikçi bir kalem olan Zamyatin, yazma özgürlüğünü de ancak ülkesinden zorlukla ayrılma pahasına elde edebilmiş bir yazardı. Nitekim, bugün, karşı-ütopya romanlarının en önemli öncülerinden biri sayılan Biz, Ötekiler’i de ilk olarak İngiltere’de basılabilmiş, tüm yazdıkları ise dünyada ancak Sovyetler Birliği’nde 1980’li yılların sonunda başlayan Yenileşme Dönemi ile birlikte yeniden gündeme gelebilmişti. (Bu sürece bağlı olarak ülkemizde de, yazarıünlü karşı-ütopyası dışındaki Taşkın, Kuzey, Üç Gün ve Mağara adlı öykü derlemelerinin birbiri ardına yayınlanması da ancak içinde bulunduğumuz ’90’ların başında mümkün olabilmiştir.)

Çeviren: Mehmet Fehmi İmre
İletişim, Kuzey, 1993


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder