Nurettin Albayrak
Yüce dağ başından kopup gelen bir türkü gibiydi Nurettin. İnce, uzun, yakışıklı.
Yüzü tunç misali. Güneş yanığı, sarı buğday yanığı, poyraz yanığı.
Kahkaha ile güldüğünü görmedim. Tebessüm ederdi. Melûl, mahzun bakardı. Yüzünde hep o hüzün.
Derler ki Hafız Şerif Vasgirt'te (Erzincan'a bağlı bir köy. Yeni adı Işıkpınar) minareye çıkıp bir türküye asılsa şehir merkezinde duyulurmuş.
Yeşil ördek gibi daldım göllere
Sen düşürdün beni dilden dillere
Başım alıp giden gurbet illere
Ne sen beni unut ne de ben seni
Sevdiğim cemalin, güneşim, ayım
Seni seven âşık çeker ezvakın
Getir el basayım kelam-ı kadim
Ne sen beni unut ne de ben seni.
Türküyü söyleyen sanatçılar “ezvakın” kelimesini ağızlarında yuvarlıyor, ne olduğu anlaşılmıyordu. Yahu hoca şuna bir bak, dedim. Baktı. “Izdırap” imiş.
Biz Erzincan'da Erzincanlı dört arkadaş. Ben, Dayı Muammer, Orhan Aktepe bir de Nurettin.
Ne çok su başı gezdik, elimizde güveç. Mürdüm eriklerinin gölgesinde oturduk. Nurettin cömertti, hizmet ehli idi. Her işe o koşardı. Tuhaf bir hatıra var şimdi aklımda. O da şu: Fırat'a balığa gitmiştik. Naci Terzi de (sonra Erzincan milletvekili oldu) vardı yanımızda. Birden bir adam bağırıp çağırmaya başladı uzağımızda. Nurettin'le ikimiz koşup yetiştik. “Kızım Fırat'a gitti” diye feryat ediyor.
Nurettin'le göz göze geldik. Anında soyunup dökündük. Kara donlar ile kanlı Fırat'a atladık. Bulanık girdapların ortasına. Yürek ister. Bir daldık yok. Nefeslendik, bir daha. Yine yok. Üçüncüde bulduk kızı. Bir ucundan ben bir ucundan o, yüzüp çıkardık kıyıya. Uzattık bir ağacın dibine. Yuttuğu suyu boşaltmak için çabaladık, nafile. 15-16 yaşlarında bir kız. Babası taş kesildi, başı önüne düştü. Yanında küçük kardeşi. Gözleri yuvalarından fırlamış. Jandarma geldi.
Bunu niçin anlattım? Nurettin böyle idi. Ölümüne arkadaş.
Erzincan Lisesi'nde benden üç devre geride imiş. Ben o yıllarda koltuğunun altında bir kitap, kenar-köşe kahvelere takılıyorum. Meğer o da koltuğunun altında kitap ile dolaşırmış.
Vasgirt'te dişbudak, söğüt gölgeleri altında sulanmış, süpürülmüş toprak kokusu, tahta masa-tahta sandalye, yanıbaşımızda çağlayarak dökülen değirmen suyu ve Selami'nin demli çayları.
Yolumuz orada kesişti.
İkimiz de türkü severdik. O hem çalar hem söylerdi.
Ne kadar çok gittik oraya
Ben, Dayı Muammer, Orhan Aktepe bir de Nurettin.
Sonra ben İstanbul'a gittim. O da peşimden geldi. Sanki ağabeyime bir şey olursa yanında olayım diyordu. İstanbul'da durağımız Beyaz Saray çarşısı Enderum Kitabevi. Arkadaşlara “İşte bu Nurettin, kardaşımdır, kardaştan ileri” dedim. Hizmet, hürmet, merhametten; saygı ve sevgiden mürekkepti. Elbette benden çok, çok daha vefalı idi.
Şimdi önümde bir fotoğraf. Çemberlitaş'ta Erenler kahvesinden (Çorlulu Ali Paşa Medresesi) çıkmış, duvar dibine dizilmişiz. Ayaktakiler soldan sağa: Ali Bulaç, Nurettin, Durali Yılmaz, ben, Cumali Ünaldı, Beşir Ayvazoğlu. Oturanlar: Mustafa Uzun, Mustafa Ruhi Şirin, İsmail Kara, Muhsin Mete.
Giden gidiyor, geride solgun fotoğraflar kalıyor. Son olarak Sedef Büfe'de yemek yedik. Çıkınca sarıldık birbirimize. Şimdi gözlerim dolarak hatırlıyorum. “Elveda” demişiz birbirimize. O kendi hastalığını, ben kendi hastalığımı kucaklayıp savuştuk.
Birbirimizden habersiz; o hastaneye, ben bıçak altına yatmışız.
O gitti, ben kaldım. Mekânı cennet olsun.
Mihrican mı değdi
Gülün mü soldu
Gel ağlama garip bülbül ağlama
Felek kimi baştan başa güldürdü
Bölük bölük turna geçiyor gökyüzünden. Dualarımı onlar ile gönderiyorum. Kabri üzerinden esen yeller benden ona, ondan bana haber taşıyor. Umarım öte tarafta yine beraber oluruz.
Ben, Dayı Muammer, Orhan Aktepe bir de Nurettin.
yeni şafak, 22 mart 2016
yeni şafak, 22 mart 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder