31 Mart 2017 Cuma

metin altıok, bir acıya kiracı

Sen ey kendiyle yetinen!
Fosforun yeri gece,
Ne yapar gecesiz ateşböceği?
Belki anlamsız ve delice
Kumrunun inanılmaz yuvası
Bir direğin tepesinde.
Ama boşluktur biraz da
bir kuşu biçimleyen,
Bence böyle, seni bilemem.
Sen ey kendiyle yetinen!
Ne derlerse desinler
Su eğimine gidecek.
Sen şaraba banılmış ekmek!
Deltasıyız bütün sözlerin
ve söz sonunda bak nasıl
senle bana gelecek.
Sen yarım kalmış bir aşkın
Kaçınılmaz sürgünü,
Katlanan göğsündeki kayaya,
Sen orda şimdi bir hüznü köpürt,
Ben bir çocuğa su vereyim burada,
Ben ki kiracıyım bir acıya.
Sen imzalarsın sabah akşam
Defterini bensizliğin,
Bense kanla öderim
Kirasını kaldığım evin.
Bir takvimi tersten açardık,
Eğer isteseydin.
Sen ey kendiyle yetinen!
Artık suyumuz bulanık,
bir güneş bile olsa sonunda,
yolumuz kırık, önümüz karanlık
ve ağır tuğrası alnımızda
padişah yalnızlığın,
ama yine de umudumuz kalabalık

26 Mart 2017 Pazar

PAZAR MEZARI


Kitap okumak nasıl bir şeydi? 
Kin gütmek.Nasıl bir?
Demirden cümleler nasıl bir şeydi? 
Yanan bir evde yaşamak 
Hiç bir şeye inanmamak
Hiçliğe bile
Nasıldı?

İntihar edememek?

25 Mart 2017 Cumartesi

"ben, dayı muammer, orhan aktepe bir de nurettin." mustafa kutlu



Nurettin Albayrak


Yüce dağ başından kopup gelen bir türkü gibiydi Nurettin. İnce, uzun, yakışıklı.



Yüzü tunç misali. Güneş yanığı, sarı buğday yanığı, poyraz yanığı.


Kahkaha ile güldüğünü görmedim. Tebessüm ederdi. Melûl, mahzun bakardı. Yüzünde hep o hüzün.


Derler ki Hafız Şerif Vasgirt'te (Erzincan'a bağlı bir köy. Yeni adı Işıkpınar) minareye çıkıp bir türküye asılsa şehir merkezinde duyulurmuş.


Yeşil ördek gibi daldım göllere


Sen düşürdün beni dilden dillere


Başım alıp giden gurbet illere


Ne sen beni unut ne de ben seni


Sevdiğim cemalin, güneşim, ayım


Seni seven âşık çeker ezvakın


Getir el basayım kelam-ı kadim


Ne sen beni unut ne de ben seni.


Türküyü söyleyen sanatçılar “ezvakın” kelimesini ağızlarında yuvarlıyor, ne olduğu anlaşılmıyordu. Yahu hoca şuna bir bak, dedim. Baktı. “Izdırap” imiş.


Biz Erzincan'da Erzincanlı dört arkadaş. Ben, Dayı Muammer, Orhan Aktepe bir de Nurettin.


Ne çok su başı gezdik, elimizde güveç. Mürdüm eriklerinin gölgesinde oturduk. Nurettin cömertti, hizmet ehli idi. Her işe o koşardı. Tuhaf bir hatıra var şimdi aklımda. O da şu: Fırat'a balığa gitmiştik. Naci Terzi de (sonra Erzincan milletvekili oldu) vardı yanımızda. Birden bir adam bağırıp çağırmaya başladı uzağımızda. Nurettin'le ikimiz koşup yetiştik. “Kızım Fırat'a gitti” diye feryat ediyor.


Nurettin'le göz göze geldik. Anında soyunup dökündük. Kara donlar ile kanlı Fırat'a atladık. Bulanık girdapların ortasına. Yürek ister. Bir daldık yok. Nefeslendik, bir daha. Yine yok. Üçüncüde bulduk kızı. Bir ucundan ben bir ucundan o, yüzüp çıkardık kıyıya. Uzattık bir ağacın dibine. Yuttuğu suyu boşaltmak için çabaladık, nafile. 15-16 yaşlarında bir kız. Babası taş kesildi, başı önüne düştü. Yanında küçük kardeşi. Gözleri yuvalarından fırlamış. Jandarma geldi.


Bunu niçin anlattım? Nurettin böyle idi. Ölümüne arkadaş.


Erzincan Lisesi'nde benden üç devre geride imiş. Ben o yıllarda koltuğunun altında bir kitap, kenar-köşe kahvelere takılıyorum. Meğer o da koltuğunun altında kitap ile dolaşırmış.


Vasgirt'te dişbudak, söğüt gölgeleri altında sulanmış, süpürülmüş toprak kokusu, tahta masa-tahta sandalye, yanıbaşımızda çağlayarak dökülen değirmen suyu ve Selami'nin demli çayları.


Yolumuz orada kesişti.


İkimiz de türkü severdik. O hem çalar hem söylerdi.


Ne kadar çok gittik oraya


Ben, Dayı Muammer, Orhan Aktepe bir de Nurettin.


Sonra ben İstanbul'a gittim. O da peşimden geldi. Sanki ağabeyime bir şey olursa yanında olayım diyordu. İstanbul'da durağımız Beyaz Saray çarşısı Enderum Kitabevi. Arkadaşlara “İşte bu Nurettin, kardaşımdır, kardaştan ileri” dedim. Hizmet, hürmet, merhametten; saygı ve sevgiden mürekkepti. Elbette benden çok, çok daha vefalı idi.


Şimdi önümde bir fotoğraf. Çemberlitaş'ta Erenler kahvesinden (Çorlulu Ali Paşa Medresesi) çıkmış, duvar dibine dizilmişiz. Ayaktakiler soldan sağa: Ali Bulaç, Nurettin, Durali Yılmaz, ben, Cumali Ünaldı, Beşir Ayvazoğlu. Oturanlar: Mustafa Uzun, Mustafa Ruhi Şirin, İsmail Kara, Muhsin Mete.


Giden gidiyor, geride solgun fotoğraflar kalıyor. Son olarak Sedef Büfe'de yemek yedik. Çıkınca sarıldık birbirimize. Şimdi gözlerim dolarak hatırlıyorum. “Elveda” demişiz birbirimize. O kendi hastalığını, ben kendi hastalığımı kucaklayıp savuştuk.


Birbirimizden habersiz; o hastaneye, ben bıçak altına yatmışız.


O gitti, ben kaldım. Mekânı cennet olsun.


Mihrican mı değdi


Gülün mü soldu


Gel ağlama garip bülbül ağlama


Felek kimi baştan başa güldürdü


Bölük bölük turna geçiyor gökyüzünden. Dualarımı onlar ile gönderiyorum. Kabri üzerinden esen yeller benden ona, ondan bana haber taşıyor. Umarım öte tarafta yine beraber oluruz.


Ben, Dayı Muammer, Orhan Aktepe bir de Nurettin.


yeni şafak, 22 mart 2016

24 Mart 2017 Cuma

bir put olacakken yanlışlıkla biblo /onur ocak

3.

Abar kinim
Eşit aralıklarla dizilmiş bir boşluğa doğru
Muntazam bir obruğun duvarlarından sekerek
Varmaya çalıştığım yere ulaş
Antenlerin kıblesinden, sabit kuzeyden, ışıktan ve sesten daha uzağa
Dikkatlice bakıp görüyormuş gibi yaptığım saydam evren duvarlarına doğru abar
Onlar karanlık bir bitiş gördüler
Sen durma
İçi keskin taşlarla dolu
Daralan bir helezonun dışkıladığı o tarifsiz siyahsızlığa var
Orada kimse yok
Oturup kendi kiniyle konuşan
Kazan, kesen, bedenini katafalk olarak kullanan
Özünde müstakbel larvalar bulunduran
Hiç kimse
Orası diye bir yer yok

Başladı bir kere
Sırf bu yüzden devam etmeli
Ve bu dehşetli devam obur bir kadının öpülmüş yerlerine tekabül eder
Dostlarım! Ne kötü tat
Sürekli “onlar” diye başlayan bir çığlıkla bölünmeli bu serenat
Onlar bir kadının rahminden zehri emerek alır
Onlar bana bileğimi nasıl keseceğimi öğrettiler
Çoğunun tanrısından uzun yaşadım
Onlar toprağın altına doğru fışkıran birer gayzer
Kaçırmazlar asla cambazlık derslerini
Altındaki yerküreden düşmemeye çalışan bir dolu ahmak hepsi

Bu kadar yeter
Birisi çıkıp söylesin bunlar neden var?
Nemlendiriciler, salata çatalları, bizi Yuval’la akraba eden envanter
Bu kadar yeter
Kısık göz, sepya efekti
Gerçek olsa asla böyle güzel gülemezdi
Bu kadar yeter
İyi bir poz
Lütfen
Sonra paydos



22 Mart 2017 Çarşamba

kuşlu gazel



Koyup zarfın içine, üstünü acıyla pulladım
Sana bir sevinçlik menevişli kuş yolladım

Son kuşlarımdı bunlar, dedim telef olmasın
Geçti artık göğsümde kuş barınmaz anladım

Esti rüzgâr bozuk bozuk, örselendi yüreğim
Eksik gedik nem varsa ezberden tamamladım

Bende sönen şavkıması sürsün diye yaşamın
Bu kuşları senin için gözlerimde sakladım

Kim sürmüş Altıok Metin dünyanın sefasını
Kirletilmiş bir zamanı yürürken adım adım


METİN ALTIOK


heidegger'in kulübesi

“Kara Ormanların güneyinde geniş bir yayladaki sarp yamaçta, 1150 metre yüksekliğindeki tepede küçük bir kayak kulübesi vardır. Kulübenin zemini 6'ya 7 metredir. Alçak dam 3 odanın üstünü örter: Bir tarafı mutfak olan oturma odası, yatak odası ve bir çalışma odası. Bu benim çalışma dünyamdır… Ben bile aslında hiçbir zaman manzarayı böyle inceden inceye yoklamam. Mevsimlerin büyük iniş ve çıkışlarındaki saatlik, günlük-gecelik değişimlerini seyre dalarım. Dağların ağırlığı ve kütlelerinin sertliği, çam ağaçlarının temkinli büyümesi, parlayan, çiçeklenen çayırların sade ihtişamı, uzun güz akşamlarındaki dağ deresinin şırıldaması, derin karla kaplı düzlüğün sert sadeliği, bütün bunlar -gündelik varoluş boyunca- orada yukarıda sürer gider ve peş peşe gelir ve salınır durur. Bu manzara, yine de, yapmacık anlardaki keyifli bir dalış ve yapay bir empatide değil, aksine kendi varoluşunu, sadece, Çalışmanın içerisine yerleştirdiğinde bulur. Bu Dağ gerçekliği için mekânı sadece Çalışma açar. Çalışmanın gidişi manzarada olup bitenlere gömülmüştür. Soğuk kış akşamında sert bir kar fırtınası vuruşlarıyla kulübenin etrafında kıyameti kopardığında ve her şey karla kaplandığında ve örtüldüğünde, o zaman felsefenin yüksek zamanıdır. İşte o zaman, felsefenin soruları sade ve önemli olmak zorundadır. Her bir düşüncenin inceden inceye çalışılması, sert ve keskin olmaktan başka türlü olamaz. Dilsel biçim vermenin güçlüğü tıpkı fırtınaya karşı yükselen çam ağaçlarının direnişi gibidir. Ve felsefi çalışma, bir münzevinin tuhaf uğraşı olarak yürütülmez. Felsefi çalışma köylülerin yaptığı çalışmanın tam ortasına aittir. Genç köylü ağır kızağını sürükleye sürükleye yamaca çıkardığında ve kızağı hemen orada akgürgen kütükleriyle tepeleme yükledikten sonra tehlikeli bir bayırdan evinin avlusuna doğru yönelttiğinde; çoban ağır-düşünceli adımlarla sürüsünü yamaca doğru sürdüğünde; odasındaki köylü, çatısını onarmak için çok sayıda ince çatı tahtası hazırladığında, o zaman benim çalışmamla aynı türden bir çalışma yapmaktadırlar. Felsefi çalışma doğrudan köylülere ait olanın içinde kök salar… Şehirli sözümona bir taşra ikametiyle olsa olsa bir kez 'esinlenir.' Ancak benim bütün çalışmalarım, bu dağların ve köylülerin dünyası tarafından taşınmış ve yönlendirilmiştir. Şimdilerde ara sıra, orada yukarıdaki çalışmam; burada aşağıdaki toplantılar, konferans yolculukları, tartışmalar ve öğretim etkinlikleri nedeniyle uzunca bir süre sekteye uğramaktadır. Ancak tekrar yukarıya çıkar çıkmaz, kulübedeki varoluşumun daha ilk saatlerinde, önceki sorgulamalarımın bütün dünyası, dahası onları bıraktığım biçimiyle ortaya çıkıyor. Kendimi sadece çalışmanın salınımı içinde bulurum ve aslında onun gizli yasasını asla bütünüyle bilemem. Şehirliler çoğu zaman, dağların arasındaki köylülerin uzun, tekdüze Yalnız olma durumuna hayret ederler. Oysa bu Yalnız olma değil, tek başınalıktır. Gerçi insan büyük şehirlerde de neredeyse başka hiçbir yerde olamayacak kadar kolaylıkla yalnızlığa düşebilir. Ancak insan orada asla tek başına olamaz. Çünkü tek başınalık bizi tecrit eden değil, aksine bütün varoluşumuzun, bütün şeylerin özünün geniş yakınlığının içine doğru açılmasını sağlayan kendine özgü güçtür.”

heidegger'in kulübesi, dergah yay.

19 Mart 2017 Pazar

BANA ZAZACA ÖĞRET karabatak 31de

Bana Zazaca öğret bulutlara benzesin
Yaralı şarkıları alıp götürsün rüzgâr
Allah'ın karlarıyla insin de merhametin
Buğulu camlarında dinlensin hatıralar

Bana Zazaca öğret topraktan başlayarak
Sesinde çatallaşan buğdaylar kadar temiz
Sofrada sıcak ekmek bağrında kuş sesleri
Güneşte tazelenen iman gibi kalbimiz

Bana Zazaca öğret ısıtsın yağan karı
Bir şiire başlasın orada dalgın bahar
Takvimlerden bir mektup ulaşsın ellerine
Tren sesiyle dolsun yapayalnız odalar


...............................................................................

11 Mart 2017 Cumartesi

EDİP CANSEVER'E BİRİNCİ MEKTUP ve BANA BAKIP AĞLADIĞIN OLDU MU BABA? kitap-lık 190da


Dünya bir kez daha yüzümü kararttığında
Marşlarla ıskaladım zorbalığımızı


................................................

Sonsuzluk ne kadar kısaldı değil mi Edip Bey
Size böyle seslendim bunu duydum içimden
Yüksek kaldırımda birdenbire karşıma çıkan bir kasaba kahvesi gördüm
Belki onu siz de görüp geçtiniz
Belki tuşları kanamış bir piyano gibi hissettiniz kendinizi
Pera’dan Galata’ya doğru çırpınan bir üveyik hayal ettiniz
Bilmediğiniz bir dilde kar yağdı sayfalarınıza odanıza
Menekşelerin sessizce kurumasını seyrettiniz

8 Mart 2017 Çarşamba

AKILLI TELEFONUN KALBİ itibar 66da


Kimseye söylemeden ölüyor insan
Mevsimler bilmiyor geçtiklerini
Bende çay sesleri sende bir nisan
Anlıyor gözyaşının sildiklerini

Unutmak masada bir yığın yaprak
Eski bir gömleğe yağmur damlası
Unutmak Sirkeci’de uzun trenler
Unutmak bitmeyen imla hatası

Yıllar diyor adam sonra sessizlik
Sanıyor gecenin verdiklerini
O gecikmiş dua yorgun kitaplar
Yaşamak sayıyor öldüklerini

........................................

7 Mart 2017 Salı

CELTIC TRİBÜNLERİNDE FİLİSTİN BAYRAKLARI hece 243de





Bir beyaz el diledin şarkısı temiz bir yüz
Bir istasyon bir bahar menekşeli bulutlar
Boş bir evin içinde kendini arayan göz
Türkçe’nin kitabında bilmem kaç sayfa tutar

................................................

Sonrası uykusuzluk - vatan yahut sefalet
Utançla çiğnediğim o Temmuz sokakları
Yine de gülümsüyor Büyük Türk Şiiri’ne
Celtic tribünlerinde Filistin bayrakları















6 Mart 2017 Pazartesi

yürü behey bulgar dağı!



Yürü behey Bulgar Dağı!
Senden yüce dağ olma mı?
Sende yaylayan güzelin,
Yanakları ağ olma mı?

Bulgar Dağı iki çatal,
Arasında güller biter.
Bir yiğide bir yâr yeter,
İki seven del'olma mı?

Bulgar Dağı pare pare,
Kim'al giyer, kimi kare.
Selâm eylen nazlı yâre,
Ayrılanlar bir olma mı?

Yol üstünde iki hanlar,
Hani sana konan canlar?
Sevip sevip ayrılanlar,
Yanıp yanıp kül olma mı?

Karac'oğlan, seni gördüm,
Düşümü hayıra yordum.
Bugün güzellere sordum,
Bencileyin kul olma mı?

Karacaoğlan

5 Mart 2017 Pazar

mektup

Gelip bana aşklardan söz ediyorlar
Aşkların seçilen hatıralarından
Mektup beklemenin uzayından bakıyorlar
Kıskanmanın klasik huzurundan

Bir isim bulamadım sana
Sanatkâr bir yaz daha geçti sevgilim
Sıcaklar teorimin baş oyuncuları
Besbelli inanıyorsun bir şeyler kaldığına
Perdeyi daha kapatamadık sevgilim
Bitmemiş biyografilerin tüccar akşamına

Yazlar bitecek bana aşklardan bahsedecekler
Her şey bitmiş gibi bir kışa başlayacaklar
Bizse görmedik birbirimizi daha

Sürece inanarak sevgilim
Gelecek yaza da beraberiz
Tarihte adını arayarak bir bünyenin
Biten bir yazın teorisiyle sevgilim
"Gözlerinden amansız bir hasretle öperim"

Ahmet Güntan
İlk Kan

3 Mart 2017 Cuma

KABULLENMEYİ VE MÜMKÜN


Turgut Uyar büyük yakalı gömlekleri severdi. Sessizliği ve Türkiye'yi severdi. Disiplini, yalnızlığı ve içkiyi severdi. Kurtuluşun olmadığını şiir yazarak kabullenmeyi ve mümkün olanın bu olduğunu anlamayı severdi. Son aylarında kendini ölüme bırakmayı da sevdi.

Tanışsaydık tüm saygımla söylüyorum beni de severdi ama belli etmezdi.