Gözlerimi açtım. Bahar gelmiş.
Bahar!
İnanılmaz ama olmuş işte. Ağaçları tutmuş, karşı dağları. En son denize değmiş ucu. Yosunların keyfi gelmeye başlamış. Su böcekleri, karides kımıltıları ve mürekkep balığının evlilik telaşı var ortalıkta. Bunları göremez insan ama kokusunu duyar. Bahar dediğimiz hayatın göğüslerinden ve kalçalarından taşıyor en çok.
Üstelik her baharın ayrı kokusu var. Doğduğunuz günden ölmeden önce gördüğünüz son bahara kadar düşünün. Tek tek. Hepsinin ayrı kokusu yok mu? Öldükten sonra gelen baharların da rayihası farklı. Onları bulup çıkarmak biraz daha zor ama.
Ah, pardon! Siz nereden bileceksiniz bunu. Daha ölmediniz. Olunca bana hak vereceksiniz. Döngü ölümden sonra da sürüyor. Bahar yine geliyor. Sadece üst üste yığılıp çökmüş kendi zamanınızı ayıklamak, yeniden tertipli hale getirmek biraz vakit alıyor. Ölünce ilk bozulan zihnin referansları oluyor. Bu, her sabah yürüdüğünüz yolda fark etmeden aklınıza kazıdığınız detayların aniden kaybolmasına benziyor biraz da. Bakkal İbrahim Amcanın dükkânının yerinde boşluk oluyor misal. Tek gözlü tekir kedi gidiyor da her zaman tünediği çöpün yanında bir turunç ağacı bitmiş oluyor. Turunçta iğde. İğde de Calypso. Onların yanında kırmızı beresi ve metal çerçeve gözlükleriyle Kaptan Cousteau zargana ve dilim kalamar satıyor.
Ezcümle, burada bahar var!
Bahar olunca da hikâye de oluyor işte.
Afyonum patlayınca kalkıp yürüdüm. Kordon’dayım.
Çocuğun birisi, “Abi kasketine kâğıt yapışmış,” dedi yanımdan geçerken.
Baktım –kasketim de varmış bu arada benim– gerçekten bir not var.
“Dalgakıran’dayım. Atla gel.”
Sait Faik
Baloncular geçti yanımdan. Kazanında mısır haşlayan bir amcaya sordum.
“Şurada sandallar var. Birine rica et götürür seni.”
Balıkçı kafa dengi çıktı. Sait Abi’yi tanıyormuş.
“Eline olta alıp bir defa sallamadı. Ama nerede ne çıkar adı gibi biliyor. Sürü geçerken hissediyor. Gülümsüyor, sigara yakıyor. O zaman işte hepimiz gösterdiği yere atıyoruz oltaları.”
“Ne zamandır burada?” diyorum.
“Vallahi geçende konuştuk bunu aramızda. Kimse hatırlayamadı. En yaşlımız Hüseyni Baba var. Onun çocukluğunda da görünürmüş buralarda.”
Gülümsüyorum.
“Bir öl de o zaman görürsün kafa karışıklığını,” diyorum içimden.
Sait Abi, Pasaport’un çımacılarıyla konuşuyor. Beni görünce el ediyor.
Sandal kuğu gibi yanaştı taşlığa. Atladım.
“Sen kilo mu aldın?”
Güldüm.
“Abi, biz kilo alıp veriyor muyuz?”
“Sen tam bizden sayılmazsın. Her an geri postalayabilirler seni.”
Biraz bozuldum bu lafına ama abimiz sonuçta. Bir de tecrübe sahibi. Üstelik hikâyeci.
Ama şeytan da dürttü beni. Azıcık kızdırsam ne olur ki?
“Abi, Sedat Simavi, Hürriyet gazetesinde senin hikâyelerine 5 lira, röportajlarına 10 lira çıkartmış muhasebeden, hani?”
“Ee, öyle. Ne olmuş?”
“Sen de öfkelenmişsin.”
Ağır ağır sövdü.
“Hikâye yazmam için bir külfete, bir masrafa gerek yokmuş. Bir kâğıt, bir kalem yetermiş. Öyle dedi deyyus.”
Susuyor. Canını mı sıktım acaba?
“Sence de öyle mi? Hikâye yazan müflis tüccar gibi mi?”
“Abi,” dedim. “Bu iş hâlâ böyle. Yani ben en son bıraktığımda, yazık, diyorlardı bize.”
Güldü yine.
“Çok düşündüm, neden bunları yazdım, diye. Burada insanın vakti bol oluyor. Sonra anladım ki, hep var olduğunu düşündüğümüz bir okur için yazıyoruz biz hikâyeleri. Orada, bilmediğimiz bir yerde, cumbalı bir evde, ya da apartman dairesinde, belki çocukları doyurmuş, çantalarını hazırlamış, yakalarını, önlüklerini takmış sonra iki gözlerinden öpüp uğurlamış birisi için yazıyoruz. Sabahın hay huyu geçtikten sonra ferahlayacak. Belki de koşarak işe gidecek. İncire ya da tütüne. Yolda, Selçuk Vapurunda iskele tarafına, bahar güneşine oturup kitabını açacak. Bizim hikâyemizi okuyacak. Mesut olacak ve huzurla saçlarını geriye atacak. Sonra da çaycı çocuğa gülümseyecek. Ha? Olmaz mı? Belki de biz işte onun için, bizi seven sadece bir okur için yazıyoruz bütün bunları.”
“Neden olmasın abi,” dedim.
“Burnun kanıyor,” dedi.
Elimi attım ılıktı.
“Sana dedim ben. Daha buraya ait değilsin. Çok da heveslenme vaktinden önce. Git gölgeye yat biraz.”
Balıkçıların çardağına yürüdüm.
Sait Abi, cebinden kayrak bir taş çıkardı. Eğilip fırlattı denize.
“ Bir, iki, üç, dört… Hey be, canına yandığımın mübareği!”
Ahmet Büke
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder