TEYAKKUZ

ve yüzün kelimelerden tanınmaz hale geldiğinde ve Allah seni teslim aldığında.

31 Mayıs 2016 Salı

manastırlı hilmi bey’e dördüncü mektup



Yıllar geçmedi, yıllar eskidi
Dokunduğum yerde kalıyorum
Yaşlı bir kelebek gibi.

Yeni bir renk buldum bugün, suyun akışı rengi
Oyuğumdan çıktım
Çıkmamı duydum
Bir süre yürüdüm yürüdüm
Hiç kimsenin ağzını dayayıp da
Suyunu içmediği bir çeşme gibi durdum
Durdum ki
Önce bir elektrik mavisi çöktü içime
Sanki bir suya anlatıldım da bilinemedim
Ben
Benzersiz bir geyiği okşar gibi
Yol boyunca insanların
Sevgisizliği okşayıp geçtim
Yol boyunca insanların
Uzak yakınlığını
Okşayıp geçtim
Sinema girişlerindeki fotoğraflara baktım ?bir süre?
Çürük elma kokulu bir sokağa girdim
Küçük bir alana çıktım
Cemal'i okuldan aldım
Sonra...
Kestiydim saçlarını çoktan
Gözleri bir çift medüza şimdi
Cemal'i
Kurtuluş'ta unutulmuş bir bahçe için
Bahane cemal
Kolları iğreti, kısa
Kır yolları gibi tekdüze bir anlatım yürüyüşünde
Anlamsız
Ve yanyana gelince beton yapılarla
Hep aynı soğuk ve yapışkan hüzün
Yedeğine alıyor ikisini de
Oysa pencerelerden sarkan ışıklar bile
Herbiri başka başka
Acılar başka başka
Her günkü sözler, her günkü konuşmalar
Aynı plaklarla aynı şarkılar
Tutmuyor hiç birbirini
Ve
Mutluluk
Bir kibrit çöpü ne kadarcık yanarsa.

Eski bir lokantadayız Hilmi Bey
Beyoğlu'nda, arka sokaklarda
Karşıdaki vitrinde
Yeni cilalanmış bir tabut
Bu garip gün sonundan sanki
Pespembe üç haç eklenmiş ağzına
Cemal'in
Sadece pasta yiyor şimdilik
Duvardaki denizkızına bakıyor ara sıra
Bir düğmesi kopuk ceketinin
Tırnakları tertemiz
Gömleği buruşuk –biraz-
Bazı belirtiler bazı belirtilerle buluşunca
Sözleşiyor kafasında insanın:
Bu çocuk beni hiç sevmedi
Sevmeyecek.


Kim kimi sevdi? kim kimle yaşıyor ki?
Bezik oynuyoruz, rakı içiyoruz
Ve konuşmuyoruz gerekmedikçe
Arada mektup yazıyorum sana
Ah, olmayan sana. hiç olmadın ki
Bunu kendime, cemile'ye söylüyoruz.

Bitti yalnızlıklar, bir büyük yalnızlık var artık
İki kaktüs gibiyiz Cemal'le ben
Kendi çöllerimizden koparılmış.

Edip Cansever
Gönderen Süleyman Unutmaz zaman: 00:32 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

30 Mayıs 2016 Pazartesi

manastırlı hilmi bey'e ikinci mektup, manastırlı hilmi bey'e üçüncü mektup, edip cansever













Susmanın su kenarındayız bugün
Ne kadar sevgiyle konuşsak -konuşuyoruz da-
Korkuyoruz gözgöze gelince Hilmi Bey
Korkuyoruz
Sanki gözler rakiptir de birbirine -öyle değil mi-
Ve bir yokuştan iner gibi oluyoruz
Bir yokuştan bir yokuşa sürekli
– Nereye?
– Bilmem ki
Ellerimizde alkol sesleri, saçlarımızda
Alkol sesleri
Dağlarımızda, içdenizlerimizde
Ve günler günlerin içinde öyle yavaş ki
Yerine saplanıyor bir sürahi
Pencereler şaşkın
Perdeler bir uzak yol kadar uzun
Ve balkon
Kendi dudaklarında şimdi
Donmuş bir tavus kuşu
Bir tavus kuşu yontusu belki
Ne tuhaf
Demin de aşağıdan bir bando geçti
Sormak isterdim sana
Bir bando şefinin hüznü nedir Hilmi Bey
Bir bando şefinin uykusu
Nasıl bir uykudur ki Hilmi Bey
Ne kötü
Elimde bir çiçekle yaz geçti.
Ve bugün
Çepçevre oturduk masanın başına gene
Bezik oynadık Hilmi Bey -her gün oynuyoruz ya-
Giysisiz, sadece kombinezonlarımızla -öyle işte-
Oda çok sıcaktı -lal renkli çini soba-
Seniha korse takıyor, yahudi matmazel
Nerdeyse çıplaktı -terliyor terliyor terliyor-
Ve Cemal bir köşeden bize bakıyordu
Bakmıyor gibi bakıyordu
Durmuyor gibi duruyordu da
Benim anlamadığım işte bu
Dün dudağını kesti çarşıda
Kırmızı bir balıkla oynuyordu
Öptü bir ara balığı -neden-
Öperken dudağını kesti
Balık da kırmızıydı, kan da
Ve balık yüzerekten geçti -gördüm iyice-
Dudaklarından
Durdu Cemal gibi biraz ötede
Durmuyor gibi durdu
Ağlamadı, hiçbir şey söylemedi
Bu çocuk anlaşılmayanın ta kendisi
Yalnızca sordu, bu yüzden sana soruyorum ben de
Melekler dişi midir Hilmi Bey
Dişidir diye tutturdu
Yani ben..
Öyleyse neyim
Elimde bir yapma çiçekle.
Adım Cemile ya, çok seviyorum adımı ben
Çocukluğudur insanın adı
Cemal şimdilik Cemal’dir -evet, öyledir-
Benimkisi bir anımsama -Cemile-
Cemal – Cemile: yeni fışkırmış bir marulun sesi
Ezilmiş iki vişne
Ve akşam
Akşam ki sallanacak hamağını buldu
Buluyor
Sular menekşelendi Hilmi Bey
Karpuz lambanın altında
Yorgunum biraz -bütün gün içtim-
Hepimiz içtik
Cemal odasından çıkmadı hiç
Tangolar çaldık üstüste
Eski tangolar -bin dokuz yüz on beşlerde ne vardı
Ben pencereden bakarken
Kimseler ölmemişti
Ölüm diye bir şey yoktu ki Hilmi Bey
Var mıydı?-
Yüzümden bir şeyler aktı aktı
İçim de menekşelendi Hilmi Bey
Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
Hiçbir yere gitmiyor.
Nedense odasına kapandıkça Cemal
Soyundukça soyunuyor yahudi matmazel
Hırslı bir dişi gibi
Ester, diyorum, Ester
Gülümsüyor hafifçe
Bir başka gülümsemeyi karşılar gibi
Öpüşürken gördün mü sen iki öpüşmeyi
Hilmi Bey
Tam öyle
Hızla giyiniyor sonra, dışarı çıkıyor
Üç kişi kalıyoruz birden
Yeni ısırılmış bir elma gibi kalıyoruz
Parlıyor yeşil tarafımız kendi aydınlığında
İçimde bir soğukluk
Dışımda bir begonya.
Karanlık iyice dışarısı
Rakımızı bitirdik -üçümüz-
Cemal odasından çıkmıyor
Birazdan Ester de gelecek
Koltuğa çökecek, bir sigara yakacak
Gene bir haç gibi olacağız dördümüz
Bir evin içinde kocaman bir haç
Kutsal değil, kirli
Coşkulu değil, kırık dökük
Sevinçle çekeceğiz onu kendimize.



manastırlı hilmi bey'e üçüncü mektup


Yaşamaya yerleşiyor seniha
Kendi yaşamına
-Güvercinsiz bir avlu mu? olabilir
Sırları dökülmüş bir ayna?-
Oysa çok geçti
Yıllar yıllar yıllar
Her geçen yıl elinde sanki
Yıprak, filizî yıllar
'Şey' sözcüğü gibi bağıntısız
Ağaççileği gibi durduğu yerde bir ezinti
Piyano tuşları -tek tek bakıldığında-
Çarçabuk bir göz atıldığında ayrıntısız -beyaz-
Yıllar
Seniha
Gözlerinin altı uzun menekşe.


Dün korkuttu beni -bazan oluyor-
Kocası İzmir'de yaşıyor, Karşıyaka'da
Sahici bir ayrılığın dikişini dikiyor Seniha
Mavi mavi
Usul usul yani
Kocası -ben sevmedim hiçbir zaman-
İkizini bulmuş diyorlar. Seniha aldırmıyor pek ,
Aldırmıyor da
Pudralar, kremler tiksindiriyor onu
Bu yüzden bohemya kâseyi kırdı dün sabah
Saçlarını kesecek oldu
Sonra da sustu sustu sustu
Akşama dek
Hüzünler acılaşıyor Hilmi bey
Geceler katı ve parlak
-Ansızın yere düşen
Laciverdî bir kestane sesi-
Acılar da acılaşıyor gittikçe
Sanki
Bir azarlanmayla ölümünü düşünen çocuklar gibi.
 

Ödünç alıyorum seni bazen
Çoğu kez geceleri
Niye almayayım -kaç güz geçti-
Islak kaputun gibi kokardı güzler
Seni sevdiğimi unutmuşum Hilmi bey
Seni de unutmak istiyorum artık
Unutmak! ama nasıl
Sözgelimi çok hızlı oynuyorum beziği
İçkiyi çabuk çabuk içiyorum
Her şey bir hıza dönüşüyor -çoğu zaman-
Odamı giyiniyorum
Odamı soyunuyorum
Yerlerini değiştiriyorum eşyaların
Dışarı çıksam, bir tramvaya binsem
Bir durak ötede hemen iniyorum.


Boynumdaki annemden kalma kolye
-Pembe bir buğu, uçup gidiyor-
Bazan koparıyorum, yeniden diziyorum
Gökyüzünde kalın sırça ben
Dünyaya tutuyorum kendimi, bakılıyorum
Nedense hep böyle sanıyorum
'Nerdesin, akşam oldu'
Biraz anımsıyorum
Sen bahçe kapısından girerken
Bir kendim gibi caddelerdeyim
Zamanın minesi soldu Hilmi bey
Demeye getiriyorum.
 

Geçenlerde Nisuaz'a gittim
Cemal'e birlikte
Hasır koltuklara oturduk
Dışarda kar serpeliyordu. İki elma, külde pişirilmiş
Giderek küçülüyordu -gözleri Cemal'in-
Kahveyle konyak içtim
Cemal tarçın içti, konuştu biraz
Herkes bana bakıyor, herkes bana bakıyor, herkes
Bana bakıyor -bana öyle geliyor-
Bacaklarım -işte!- güzeldir çok
Aralık kapıdan kış kokusu doldu içeriye
Ürperdim -işte!- omuzlarım da güzeldir
Ama ben
Kaçarak yaklaşıyorum her görünmeye
Uzaktan uzağa gözgözeyim
Uzaktan uzağa öpüşüyorum
Uzaklarda biriyle sevişiyorum
Erkeğe benzer yalnız bir dişiyim ben.
 

Evet evet öyleyim
Hiç değilse öyle olmalıyım
Her neyse...
Az sonra Muhassen geldi -tanımazsın-
Kurtuluş'ta, aynı caddede oturuyoruz
Sevişmenin gölgesi gibidir yalnızken
Düşünmenin dişisi
Evini işletiyor -bana ne bundan-
Konyak içiyor o da
Sonra bir konyak daha
Kıpkırmızı gülüyor -gülsün, iyi-
Bütün gövdesiyle gülüyor
Bende gülüyorum
Vitrinlerdeki kesme bardaklar
Şarap şişeleri, bir gemi resmi
Gülüyor durmadan hepsi
 

Karşıda bir ev, kırk odalı sanki
Her odada bir boy aynası
Her boy aynasında
Beyoğlu'nun bir parçası
Durmaksızın gülüyor
Yağan kar hemen eriyor yere düşer düşmez
Gülmüyor, gülümsüyor
Makyajını tazeliyor Muhassen
Kalkıp gidiyor
Acının kış ayları, diyor birdenbire Cemal
İçine çekilip de soğuktan
Oyuncağını orda bulamayan
Bir çocuk gibi
-Evet, hiç çocuk olmadı Cemal
Olmayacak da-
Kalkacağız birazdan
Acının kış ayları
Ne yapsam belirsizim.


Eve dönüyoruz -soldu minesi zamanın-
Bugün de bir şey yaptık
Tam kapıdan gireceğiz
Uzakta bir laterna sesi
Bir kadın ağlaması
Pencereden sarkıtılmış bir sepet
Sepette bir karnıbahar patlaması
Sarı elmalar
İçeri giriyoruz
Bu kapı hiç değişmez mi, diyor Cemal
Bu kapı
Ve her şey.


http://sibiryaberberi.blogspot.com.tr/2012/12/manastrl-hilmi-beye-birinci-mektup.html


Gönderen Süleyman Unutmaz zaman: 19:10 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

24 Mayıs 2016 Salı

“YAŞANMAMIŞ KARLAR ALTINDA BÜTÜN KIŞ”






Gönderen Süleyman Unutmaz zaman: 03:32 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

"yaşanmamış karlar altında bütün kış"


Gönderen Süleyman Unutmaz zaman: 02:09 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

23 Mayıs 2016 Pazartesi

ARJANTİN'den


Gönderen Süleyman Unutmaz zaman: 01:25 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

22 Mayıs 2016 Pazar

fazla heveslenme sen buraya





Gözlerimi açtım. Bahar gelmiş.

Bahar! 

İnanılmaz ama olmuş işte. Ağaçları tutmuş, karşı dağları. En son denize değmiş ucu. Yosunların keyfi gelmeye başlamış. Su böcekleri, karides kımıltıları ve mürekkep balığının evlilik telaşı var ortalıkta. Bunları göremez insan ama kokusunu duyar. Bahar dediğimiz hayatın göğüslerinden ve kalçalarından taşıyor en çok. 

Üstelik her baharın ayrı kokusu var. Doğduğunuz günden ölmeden önce gördüğünüz son bahara kadar düşünün. Tek tek. Hepsinin ayrı kokusu yok mu? Öldükten sonra gelen baharların da rayihası farklı. Onları bulup çıkarmak biraz daha zor ama. 
Ah, pardon! Siz nereden bileceksiniz bunu. Daha ölmediniz. Olunca bana hak vereceksiniz. Döngü ölümden sonra da sürüyor. Bahar yine geliyor. Sadece üst üste yığılıp çökmüş kendi zamanınızı ayıklamak, yeniden tertipli hale getirmek biraz vakit alıyor. Ölünce ilk bozulan zihnin referansları oluyor. Bu, her sabah yürüdüğünüz yolda fark etmeden aklınıza kazıdığınız detayların aniden kaybolmasına benziyor biraz da. Bakkal İbrahim Amcanın dükkânının yerinde boşluk oluyor misal. Tek gözlü tekir kedi gidiyor da her zaman tünediği çöpün yanında bir turunç ağacı bitmiş oluyor. Turunçta iğde. İğde de Calypso. Onların yanında kırmızı beresi ve metal çerçeve gözlükleriyle Kaptan Cousteau zargana ve dilim kalamar satıyor. 

Ezcümle, burada bahar var! 

Bahar olunca da hikâye de oluyor işte. 

Afyonum patlayınca kalkıp yürüdüm. Kordon’dayım. 

Çocuğun birisi, “Abi kasketine kâğıt yapışmış,” dedi yanımdan geçerken. 
Baktım –kasketim de varmış bu arada benim– gerçekten bir not var. 
“Dalgakıran’dayım. Atla gel.” 
Sait Faik 

Baloncular geçti yanımdan. Kazanında mısır haşlayan bir amcaya sordum. 
“Şurada sandallar var. Birine rica et götürür seni.” 
Balıkçı kafa dengi çıktı. Sait Abi’yi tanıyormuş. 
“Eline olta alıp bir defa sallamadı. Ama nerede ne çıkar adı gibi biliyor. Sürü geçerken hissediyor. Gülümsüyor, sigara yakıyor. O zaman işte hepimiz gösterdiği yere atıyoruz oltaları.” 
“Ne zamandır burada?” diyorum. 
“Vallahi geçende konuştuk bunu aramızda. Kimse hatırlayamadı. En yaşlımız Hüseyni Baba var. Onun çocukluğunda da görünürmüş buralarda.” 
Gülümsüyorum. 
“Bir öl de o zaman görürsün kafa karışıklığını,” diyorum içimden. 
Sait Abi, Pasaport’un çımacılarıyla konuşuyor. Beni görünce el ediyor. 
Sandal kuğu gibi yanaştı taşlığa. Atladım. 
“Sen kilo mu aldın?” 
Güldüm. 
“Abi, biz kilo alıp veriyor muyuz?” 
“Sen tam bizden sayılmazsın. Her an geri postalayabilirler seni.” 
Biraz bozuldum bu lafına ama abimiz sonuçta. Bir de tecrübe sahibi. Üstelik hikâyeci. 
Ama şeytan da dürttü beni. Azıcık kızdırsam ne olur ki? 
“Abi, Sedat Simavi, Hürriyet gazetesinde senin hikâyelerine 5 lira, röportajlarına 10 lira çıkartmış muhasebeden, hani?” 
“Ee, öyle. Ne olmuş?” 
“Sen de öfkelenmişsin.” 
Ağır ağır sövdü. 
“Hikâye yazmam için bir külfete, bir masrafa gerek yokmuş. Bir kâğıt, bir kalem yetermiş. Öyle dedi deyyus.” 
Susuyor. Canını mı sıktım acaba? 
“Sence de öyle mi? Hikâye yazan müflis tüccar gibi mi?” 
“Abi,” dedim. “Bu iş hâlâ böyle. Yani ben en son bıraktığımda, yazık, diyorlardı bize.” 
Güldü yine. 
“Çok düşündüm, neden bunları yazdım, diye. Burada insanın vakti bol oluyor. Sonra anladım ki, hep var olduğunu düşündüğümüz bir okur için yazıyoruz biz hikâyeleri. Orada, bilmediğimiz bir yerde, cumbalı bir evde, ya da apartman dairesinde, belki çocukları doyurmuş, çantalarını hazırlamış, yakalarını, önlüklerini takmış sonra iki gözlerinden öpüp uğurlamış birisi için yazıyoruz. Sabahın hay huyu geçtikten sonra ferahlayacak. Belki de koşarak işe gidecek. İncire ya da tütüne. Yolda, Selçuk Vapurunda iskele tarafına, bahar güneşine oturup kitabını açacak. Bizim hikâyemizi okuyacak. Mesut olacak ve huzurla saçlarını geriye atacak. Sonra da çaycı çocuğa gülümseyecek. Ha? Olmaz mı? Belki de biz işte onun için, bizi seven sadece bir okur için yazıyoruz bütün bunları.” 
“Neden olmasın abi,” dedim. 
“Burnun kanıyor,” dedi. 
Elimi attım ılıktı. 
“Sana dedim ben. Daha buraya ait değilsin. Çok da heveslenme vaktinden önce. Git gölgeye yat biraz.” 

Balıkçıların çardağına yürüdüm. 

Sait Abi, cebinden kayrak bir taş çıkardı. Eğilip fırlattı denize. 
“ Bir, iki, üç, dört… Hey be, canına yandığımın mübareği!”

Ahmet Büke
Gönderen Süleyman Unutmaz zaman: 16:41 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

kar


Kar yağdı durmadan üç gün üç gece,
Tıkandı geçitler yollar kapandı.
Yalnızlığın buzdan çetelesinde
Kimseler umursamadı karı.
Yüzlerinde iğreti bir kibirle
Hep düşürmekten korktukları,
Dalıp gittiler günlük işlerine.
Diz boyu birikmiş kar içinde
Yürürdük uzatarak açtığımız kanalı,
İki kar güvesi gibi sokaklarda seninle
Anardık bütün yitik aşkları
Bu karlı kış gününde.
Güngörmüş dağlara karşı
Sımsıcak öpüşürdük sarılıp birbirimize.
-Sevgilim, yanımda olsaydın keşke!
Şölensiz, sevinçsiz yaşıyoruz şimdilerde,
Bir iğdiş ve buruşuk zamanı.
Kimsenin türküsü yok dilinde
Karşılayacak yağan karı
Coşkulu ve sarhoş sesiyle.
Bıçak açmıyor ağızları;
Acı, yalnız acı var yüreklerde.
Kar yağdı durmadan üç gün üç gece,
Yaslandı duvarlara, kapıları zorladı,
Pencerelerden baktı ev içlerine.
Kar hiç böyle kimsesiz kalmadı
Kendi özgül tarihinde.
Çıngırakların, kızakların karı
Yağdı herşeyin üstüne sessiz bir öfkeyle.
Birikti bir çamaşır ipine bile.
Saçaklardan sarktı,
Attı kendini gürültüyle yere,
Kimse sahip çıkmadı;
Yığıldı kaldı duvar diplerine.
Yalnız kuş ayakları
Bastılar incelikle göğsüne.
-Sevgilim, yanımda olsaydın keşke!
Kar var yaşadığımız günlerde.
Umutsuzluk çevremizi kuşattı,
Kıtlık kıran gündemde.
Yine de ele güne karşı,
Özenle saklıyorum yüreğimde
Sana duyduğum aşkı,
Dört yanım kar içinde.


metin altıok
Gönderen Süleyman Unutmaz zaman: 14:30 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

21 Mayıs 2016 Cumartesi

21.5.2016


 "Bile bile ölüme gittiğimize inanamıyorum "

 Hava kapalı ve Olağan Şüpheliler'de Verbal  saldıracakları gemiye bakarken söyledi bunu. izlediğimden beri hava kapalı oldukça hatırlarım. Çok veciz değil ama filmin ve o sahnenin tüm gerçekliği var burada:

 Keşif esnasında, kaybolmuş umutları ve limana saldırma mecburiyetleri kıskacında sanırım McManus " New York'ta bu gece yağmur yağacakmış' der. Bundan önce Verbal o cümleyi söyler: "Bile bile ölüme gittiğimize inanamıyorum. "
Gönderen Süleyman Unutmaz zaman: 18:04 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

14 Mayıs 2016 Cumartesi

ihsan abi




    
Gönderen Süleyman Unutmaz zaman: 00:55 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

8 Mayıs 2016 Pazar

beyrut


                                                               


       
   


                                                                   




   
Gönderen Süleyman Unutmaz zaman: 05:10 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

7 Mayıs 2016 Cumartesi

tükenen'e











Gönderen Süleyman Unutmaz zaman: 23:39 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

KENDİSİNE ŞİİR YAZILAN'A dergah 315de, BENİM BAZI SOKAKLARI YOK ETTİĞİMİ DÜŞÜNÜYORLAR hece 233'de.bunları paylaşmaktan da bıktım.



"yıkılsındır kapısı mora çalan ey sonsuz
ben ki düşerken yazdım bilmem ki o ne anlar"






"'Sanki ıslık olup bende başlayacak saçlarından aşağılık sokaklar'
Gönderen Süleyman Unutmaz zaman: 02:19 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

3 Mayıs 2016 Salı

KIYMETLİMİZ İHSAN YÜCE




  Yukarıdaki fotoğrafta İhsan Yüce muhtemelen film çekimi için gittiği bir köyde, köylülerle objektife bakmış, bize bakmış. Hem orada hem değil. Hem Beyoğlu taraflarında kitapçılarda ya da çiçek pasajında vakit geçiren bir adam hem de fotoğrafın çekildiği coğrafyanın adamlarından biri. Hem orada hem değil. Eğer  Beyoğlu ya da Paris’te çekilen bir fotoğrafı olsaydı, İhsan Yüce o fotoğrafta da sırıtmazdı. 

  Mesela alttaki fotoğrafta oldukça şehirli. Oradaki yüzü ve bakışları “gerçek” İhsan Yüce. Çöpçüler Kralı, Kibar Feyzo veya Sultan filmindeki adamla bu adam bir değil…Bu fotoğraftaki baba adam, hayatla hesabını görmüş, huzurlu bir yüzle Salacak'taki eski evinde ailesiyle sofraya oturmuş, her zamanki dağınık saçları yorgun alnına düşmüş bir sanatçı. Buradaki fotoğrafta ağa, muhtar, üçkağıtçı vs. yani can verdiği o karakterler yok ama "onların bazısını ben yazdım, onları ben oynadım ve hepsi de bu yarı yorgun yarı huzurlu göz kapaklarımın altındalar" diyen bir adam var. Bana fotoğrafın söylediği bu.

    
                      

  Oyunculuk başarısıdır gerçek hayatla filmdeki karakterler arası farktır şudur budur…

  Böyle bir adam yaşadı, filmler çekti, senaryolar yazdı, yönetmenlik yaptı, unutulmaz bir ses de bıraktı bize. Çoğu kimse ismini bile bilmez ama yüzüne aşinadır. İsmi jenerikte bile üst sıralarda yer almaz. Kibar Feyzo gibi sağlam bir filmin senaryosu ona aittir mesela.. Hulusi Kentmen, Kadir Savun, Nubar Terziyan, Erol Taş daha çok tanınır karakter oyuncularından. “Yan rollerde” İhsan Yüce kadar harcanmamıştır hiç biri. Hakkını sonradan da olsa vermişlerdir. Ama İhsan Yüce bana kalırsa hala meçhul bir ses, meçhul bir yüz.

  İşte İhsan Yüce’yi anlatmanın damarı burası: Demem o ki İhsan Yüce hem vardı hem yoktu. Vardı, çünkü doğum ölüm tarihi belli, yaşadığı hayatı olan, tiyatro kuran, çocukları olan vs. bir insan. Ama yoktu da çünkü filmlerde yaşayıp ölen, o yüzden hep ekranın içinde yaşayacak olan ve olmadığı için de hiç ölmeyecek olan bir adam. Turgut Uyar’ın Dranas için kullandığı “mutlu bir tesadüftür” benzetmesi İhsan Yüce için geçerlidir. O olmasaydı en azından Kibar Feyzo olmazdı. O olmasaydı, oynadığı karakterleri yine birsi oynardı ama bu kadar gerçek kılamazdı onları…
                                  

                         İhsan Yüce ( Elazığ 1929- İstanbul 15. Mayıs.1991)

  İzmir Atatürk Lisesi ve İktisadi ve Ticari İlimler Akademisinde okudu. Bir süre özel şirketlerde muhasebecilik yaptı. Sanat yaşamına 1952'de İzmir'de Halk ve Çocuk Tiyatrosunda başladı. Bir sezonluk ömrü olan Bizim Tiyatro'yu kurdu. 1965-1966 arasında Lale Oraloğlu Tiyatrosunda çalıştı. 1968 yılında üç arkadaşı ile birlikte Ankara Drama Tiyatrosunu kurdu. Bu tiyatroda Suç ve Ceza ileSahne Işıkları isimli oyunları sahneledi ve ilgi gördü. Gen-Ar, Arena ve Direklerarası Tiyatrolarında çalışmalarını sürdürdü.
  Altın Yumru filmi ile oyuncu olarak sinemaya geçti. Ertem Eğilmez'in yönettiği Senede Bir Gün, Bir Millet Uyanıyor, Sürtüğün Kızı gibi filmlerde oyunculuğunu sürdürdü. Bu arada senaryo yazmaya başladı. Aslıer Film şirketini kurdu, senaristliğini, yönetmenliğini ve oyunculuğunu yaptığı Hayat Cehennemi adlı filmi yaptı. 1976 Antalya Altın Portakal Film Festivalinde İşte Hayat filmindeki kompozisyonu ile En Başarılı Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü aldı. 1981 Antalya Altın Portakal Film Festivalinde Derya Gülü isimli filmdeki rolüyle En Başarılı Erkek Oyuncu ödülünü aldı.
  125'i aşkın filmde oynamış olan Yüce'nin resim ve heykel çalışmaları da bulunmaktadır. Şiirlerinin ise çoğu yayımlanmamıştır; en ünlü şiiri Ekmek Şarap Sen ve Ben'dir. 1991 yılında, ölümünün ardından Karacaahmet mezarlığına defnedilmiştir.
  Kaynak :vikipedia.

http://sibiryaberberi.blogspot.com.tr/2016/01/ihsan-yuce-hem-sekspir-hem-turgut-uyar.html




  "İhsan Yüce 1991 yılında vefat ettiğinde, Can Yücel, Salacak’taki cenaze evinde düzenlenen ufak törene katılır. Daha sonra, kendisini Üsküdar’a götürmesi için Yusuf Ekşi’ye ricada bulunur.


  Yusuf Ekşi, ricayı kabul eder. Ama meraklıdır da, Can Baba’ya neden mezarlığa gelmediğini sorar. Can Yücel, sararmış bıyıklarını ve sakallarını okşayarak cevap verir o tok sesiyle: “İnsan arkadaşını hiç gömebilir mi yahu?”


"150’den fazla filmde oynamıştır, bunların 56’sının senaryosunu yazmış, 6’sını da yönetmiştir. "



  Ben hep merak etmişimdir Elazığ’da doğup, Anadolu’nun ücra bir yerinden Türk sinemasının sağlam bir karakter oyuncusu olma yolculuğunu, içinde yaşadığı yolculuğu da…

  Nubar Terziyan, Hulusi Kentmen, Kadir Savun hep iyi adamdır. Erol Taş hep kötü adamdır. Ama İhsan Yüce iyi adamı da kötü adamı da aynı yetkinlikle oynar. Aslında bu isimlerle alakası bile yoktur İhsan Yüce’nin.  Hayat iyi adamlarla dolu olmadığı için eski filmlerin sunduğu yapay dünya az biraz mutluluk masalıdır da ama İhsan Yüce bizi aldatmaz o anlamda.  Bu sebeple ben Nubar Terziyan’ı ya da Hulusi Kentmen’i değil İhsan Yüce’yi severim. İhsan Yüce gerçektir. Herkes oynarken o tüm varlığıyla filmdedir. İyice bakılırsa “oyuncu değil bu adam, oradan biri filme alınmış” dersiniz. Ama daha dikkatle bakılınca da filmde gördüğümüz kişinin iyi bir oyuncu olduğunu ve  “oynamadan” döktürdüğünü de anlarız.

  Hayatıyla ilgili, özellikle anılarıyla ilgili pek bir şey yok internette. Oda tvde yeğeninin yazdığı yazı biraz hayatıyla ilgili ayrıntılara değinmiş. http://odatv.com/dayim-ihsan-yuce-2301161200.html

“Yüce'nin resim ve heykel çalışmaları da bulunmaktadır. Şiirlerinin ise çoğu yayımlanmamıştır”

“. Bir keresinde okuldan iyice sıkılmışım, ya futbolcu olacağım ya "artist". İhsan Yüce'ye "Dayı beni de artist yapsana" dedim. Başrol istiyorum mümkünse. "E ağla bakalım bir" dedi, "ağlamadan olmuyor mu?" "ülen, artist olacaksan önce ağla dendiği an ağlayacaksın…" 

    İşte buradaki “ülen” diyen adam, “ekmek şarap sen ve ben” şiirindeki adam, sultan filmindeki mahalleyi anında satan muhtar rolündeki acımasız adam, kibar feyzo’daki işini bilen ağa, erkek güzeli sefil bilo’daki dürbününü kimseye kaptırmayan zoraki eşkıya, postacı’daki iyi kalpli kayınpeder, çiçek abbas’taki dertli baba, yılanların öcü’ndeki kötü muhtar, derya gülü’ndeki alkolik Haşim kaptan, fazilet’teki ihtiyar – ki son iki filminden biri- define avcısı, çöpçüler kralı’ndaki kızını işine gelene vermek isteyen aç gözlü baba, deli deli küpeli’deki deli, yılanların öcü’ndeki muhtar, selvi boylum al yazmalım’daki iyi adam vs. hepsi aynı kişi ve değil. Hepsi İhsan Yüce ama hiç biri değil. Alabildiğine hayatın içinden ve görsek yabancılık çekmeyeceğimiz ve karikatürize edilmeden, komedi filmlerinin doğası gereği biraz hafifletilse de çok iyi vurgulanmış karakterler… Sultan filmindeki muhtarın yeri ayrı, onda hiçbir fazlalık, hafiflik yok. Sağlam.

  Belki de fazla dokunmamalı. O, o filmlerdeki haliyle sürekli yaşamalı, bir filmde karşımıza çıkı vermeli aynı hayatta olduğu gibi. Hayatı nasıldı ve neler yapardı, huyu suyu neydi, anıları olsa keşke falan demeyip bir şeylerin imgesi olarak kalmalı o…

  


  Bazı adamlar vardır yanına yaklaşıp muhabbet etmek istersin ve sağlam küfür yersin, odur İhsan Yüce. Ya da selam verip oturduğunda ekmeğini sigarasını seninle paylaşır, Anadolu der, kavak ağaçları der, tarhana çorbası der, gevrek kahkahalar atar, argoyu diline yakıştırır, o da İhsan Yüce’dir. Yanında yabancılık çekmezsin. Hakiki bir adamdır. Gün olur Şekspirden, Nazım Hikmet’ten bahseder, gün olur yaralı bir aşk hikayesi anlatır başından geçen, İhsan Yüce’dir o da. Odur, ona benzeyen adamlardır. Benim sık sık aklıma gelen bir yüzdür, bir sestir o…

    Her şey biraz da kaybolan çocukluğa benziyor hayata ve bu ölümlerin içimizdeki izlerine bakınca. Çocukluk nasıl hepimizin taşrasıysa, bu filmler ve İhsan Yüce de öyle benim için, sizin için. Sislere bulanmış geçmiş zaman manzaralarının bir yerinde pos bıyıklı ve sigaralı bir ses gerçekten yaşadığımız bir hatıraya dönüşebiliyor. O kadar yakın ve o kadar uzak...

   Yine de bu yazı tam olarak meramımı anlatmaktan uzak. Neyin eksikliği bana bunları yazdırıyor tam olarak hissedebiliyorum ama hissettiğim gibi anlatamıyorum. Belki sessiz sedasız yaşayıp aynı şekilde ölmesi , belki filmlerde gördüğümüzün ötesinde bir dünyası olduğuna inanmam, belki, sanki bizim köyden uzaktan akrabamız bir amcayı daha dün kaybetmişiz gibi his...

  12 gün sonra 25. ölüm yıldönümüymüş...








Gönderen Süleyman Unutmaz zaman: 01:48 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş
Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa
Kaydol: Kayıtlar (Atom)

kavim

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

uçan hollandalı

Fotoğrafım
Süleyman Unutmaz
Profilimin tamamını görüntüle

bunlar onlar

  • ►  2025 (68)
    • ►  Haziran (10)
    • ►  Mayıs (11)
    • ►  Nisan (6)
    • ►  Mart (16)
    • ►  Şubat (11)
    • ►  Ocak (14)
  • ►  2024 (81)
    • ►  Aralık (14)
    • ►  Kasım (8)
    • ►  Ekim (7)
    • ►  Eylül (17)
    • ►  Ağustos (10)
    • ►  Temmuz (1)
    • ►  Haziran (3)
    • ►  Mayıs (7)
    • ►  Nisan (5)
    • ►  Mart (2)
    • ►  Şubat (6)
    • ►  Ocak (1)
  • ►  2023 (61)
    • ►  Aralık (2)
    • ►  Ekim (6)
    • ►  Eylül (9)
    • ►  Ağustos (18)
    • ►  Temmuz (2)
    • ►  Haziran (3)
    • ►  Mayıs (7)
    • ►  Nisan (5)
    • ►  Mart (3)
    • ►  Şubat (5)
    • ►  Ocak (1)
  • ►  2022 (55)
    • ►  Aralık (5)
    • ►  Kasım (4)
    • ►  Ekim (10)
    • ►  Eylül (6)
    • ►  Temmuz (1)
    • ►  Haziran (5)
    • ►  Mayıs (6)
    • ►  Nisan (3)
    • ►  Mart (4)
    • ►  Şubat (3)
    • ►  Ocak (8)
  • ►  2021 (72)
    • ►  Aralık (10)
    • ►  Kasım (10)
    • ►  Ekim (3)
    • ►  Eylül (4)
    • ►  Haziran (2)
    • ►  Mayıs (9)
    • ►  Nisan (3)
    • ►  Mart (12)
    • ►  Şubat (14)
    • ►  Ocak (5)
  • ►  2020 (113)
    • ►  Aralık (13)
    • ►  Kasım (6)
    • ►  Ekim (18)
    • ►  Eylül (12)
    • ►  Ağustos (5)
    • ►  Temmuz (4)
    • ►  Haziran (7)
    • ►  Mayıs (11)
    • ►  Nisan (14)
    • ►  Mart (9)
    • ►  Şubat (9)
    • ►  Ocak (5)
  • ►  2019 (109)
    • ►  Aralık (19)
    • ►  Kasım (7)
    • ►  Ekim (11)
    • ►  Eylül (17)
    • ►  Temmuz (6)
    • ►  Haziran (3)
    • ►  Mayıs (9)
    • ►  Nisan (7)
    • ►  Mart (6)
    • ►  Şubat (16)
    • ►  Ocak (8)
  • ►  2018 (132)
    • ►  Aralık (6)
    • ►  Kasım (10)
    • ►  Ekim (3)
    • ►  Eylül (15)
    • ►  Ağustos (3)
    • ►  Temmuz (1)
    • ►  Haziran (12)
    • ►  Mayıs (12)
    • ►  Nisan (13)
    • ►  Mart (16)
    • ►  Şubat (20)
    • ►  Ocak (21)
  • ►  2017 (168)
    • ►  Aralık (16)
    • ►  Kasım (29)
    • ►  Ekim (21)
    • ►  Eylül (11)
    • ►  Haziran (19)
    • ►  Mayıs (13)
    • ►  Nisan (7)
    • ►  Mart (14)
    • ►  Şubat (20)
    • ►  Ocak (18)
  • ▼  2016 (132)
    • ►  Aralık (7)
    • ►  Kasım (20)
    • ►  Ekim (11)
    • ►  Eylül (4)
    • ►  Ağustos (3)
    • ►  Temmuz (8)
    • ►  Haziran (7)
    • ▼  Mayıs (15)
      • manastırlı hilmi bey’e dördüncü mektup
      • manastırlı hilmi bey'e ikinci mektup, manastırlı h...
      • “YAŞANMAMIŞ KARLAR ALTINDA BÜTÜN KIŞ”
      • "yaşanmamış karlar altında bütün kış"
      • ARJANTİN'den
      • fazla heveslenme sen buraya
      • kar
      • 21.5.2016
      • ihsan abi
      • beyrut
      • tükenen'e
      • KENDİSİNE ŞİİR YAZILAN'A dergah 315de, BENİM BAZI ...
      • KIYMETLİMİZ İHSAN YÜCE
      • dünyayı taşıyor omuzların, carlos drummond andrade
      • mandalinalar.
    • ►  Nisan (8)
    • ►  Mart (17)
    • ►  Şubat (18)
    • ►  Ocak (14)
  • ►  2015 (147)
    • ►  Aralık (10)
    • ►  Kasım (22)
    • ►  Ekim (23)
    • ►  Eylül (24)
    • ►  Temmuz (8)
    • ►  Haziran (14)
    • ►  Mayıs (10)
    • ►  Nisan (7)
    • ►  Mart (8)
    • ►  Şubat (2)
    • ►  Ocak (19)
  • ►  2014 (169)
    • ►  Aralık (18)
    • ►  Kasım (33)
    • ►  Ekim (16)
    • ►  Eylül (35)
    • ►  Ağustos (8)
    • ►  Temmuz (23)
    • ►  Haziran (19)
    • ►  Nisan (5)
    • ►  Mart (7)
    • ►  Şubat (3)
    • ►  Ocak (2)
  • ►  2013 (203)
    • ►  Aralık (10)
    • ►  Kasım (7)
    • ►  Ekim (20)
    • ►  Eylül (16)
    • ►  Temmuz (1)
    • ►  Haziran (18)
    • ►  Mayıs (21)
    • ►  Nisan (31)
    • ►  Mart (34)
    • ►  Şubat (21)
    • ►  Ocak (24)
  • ►  2012 (354)
    • ►  Aralık (27)
    • ►  Kasım (29)
    • ►  Ekim (19)
    • ►  Eylül (26)
    • ►  Ağustos (4)
    • ►  Haziran (37)
    • ►  Mayıs (34)
    • ►  Nisan (30)
    • ►  Mart (70)
    • ►  Şubat (35)
    • ►  Ocak (43)
  • ►  2011 (228)
    • ►  Aralık (23)
    • ►  Kasım (6)
    • ►  Ekim (21)
    • ►  Eylül (21)
    • ►  Temmuz (7)
    • ►  Haziran (3)
    • ►  Mayıs (16)
    • ►  Nisan (28)
    • ►  Mart (37)
    • ►  Şubat (10)
    • ►  Ocak (56)
  • ►  2010 (28)
    • ►  Aralık (15)
    • ►  Kasım (13)
Basit teması. Blogger tarafından desteklenmektedir.