Ölümünden
iki yıl önce babam kendi yazıları, el yazmaları ve defterleriyle dolu küçük
bir bavul verdi bana. Her zamanki şakacı, alaycı havasını takınarak, kendisinden sonra,
yani ölümünden sonra onları okumamı istediğini söyleyiverdi.
“Bir bak bakalım,” dedi hafifçe utanarak, “işe yarar bir şey var mı içlerinde. Belki
benden sonra seçer, yayımlarsın.”
Benim yazıhanemde, kitaplar arasındaydık. Babam acı verici çok özel bir yükten
kurtulmak isteyen biri gibi, bavulunu nereye koyacağını bilemeden yazıhanemde
bakınarak dolandı. Sonra elindeki şeyi dikkat çekmeyen bir köşeye usulca bıraktı.
İkimizi de utandıran bu unutulmaz an biter bitmez ikimiz de her zamanki rollerimize,
hayatı daha hafiften alan, şakacı, alaycı kimliklerimize (personas) geri dönerek
rahatladık. Her zamanki gibi havadan sudan, hayattan, Türkiye’nin bitip tükenmez
siyasi dertlerinden ve babamın çoğu başarısızlıkla sonuçlanan işlerinden, çok da fazla
kederlenmeden, söz ettik.
Babam gittikten sonra bavulun etrafında birkaç gün ona hiç dokunmadan aşağı yukarı
yürüdüğümü hatırlıyorum. Küçük, siyah, deri bavulu, kilidini, yuvarlak kenarlarını ta
çocukluğumdan biliyordum. Babam kısa süren yolculuklara çıkarken ve bazen de evden
iş yerine bir yük taşırken taşırdı onu. Çocukken bu küçük bavulu açıp yolculuktan
dönen babamın eşyalarını karıştırdığımı, içinden çıkan kolonya ve yabancı ülke
kokusundan hoşlandığımı hatırlıyordum. Bu bavul benim için geçmişten ve çocukluk
hatıralarımdan çok şey taşıyan tanıdık ve çekici bir eşyaydı, ama şimdi ona
dokunamıyordum bile. Niye? Elbette ki bavulun içindeki gizli yükün esrarengiz ağırlığı
yüzünden.
Bu ağırlığın anlamından söz edeceğim şimdi. Bir odaya kapanıp, bir masaya oturup, bir
köşeye çekilip kağıtla kalemle kendini ifade eden insanın yaptığı şeyin, yani edebiyatın
anlamı demek bu.
Babamın bavuluna dokunup onu bir türlü açamıyordum, ama içindeki defterlerin
bazılarını biliyordum. Bazılarına bir şeyler yazarken babamı görmüştüm. Bavulun
içindeki yük ilk defa duyduğum bir şey değildi. Babamın büyük bir kütüphanesi vardı,
gençlik yıllarında, 1940’ların sonunda, İstanbul’da şair olmak istemiş, Valery’yi
Türkçe’ye çevirmiş, ama okuru az, yoksul bir ülkede şiir yazıp edebi bir hayatın
zorluklarını yaşamak istememişti. Babamın babası –dedem- zengin bir iş adamıydı,
babam rahat bir çocukluk ve gençlik geçirmişti, edebiyat için, yazı için zorluk çekmek
istemiyordu. Hayatı bütün güzellikleriyle seviyordu, onu anlıyordum.
Beni babamın bavulunun içindekilerden uzak tutan birinci endişe tabii ki okuduklarımı
beğenmeme korkusuydu. Babam da bunu bildiği için tedbirini almış, bavulun
içindekileri ciddiye almayan bir hava da takınmıştı. Yirmi beş yıllık bir yazarlık 2
hayatından sonra bunu görmek beni üzüyordu. Ama edebiyatı yeterince ciddiye
almadığı için babama kızmak bile istemiyordum… Asıl korkum, bilmek, öğrenmek bile
istemediğim asıl şey ise babamın iyi bir yazar olması ihtimaliydi. Babamın bavulunu
asıl bundan korktuğum için açamıyordum. Üstelik nedeni kendime açıkça
söyleyemiyordum bile. Çünkü babamın bavulundan gerçek, büyük bir edebiyat çıkarsa
babamın içinde bir bambaşka adam olduğunu kabul etmem gerekecekti. Bu korkutucu
bir şeydi. Çünkü ben o ilerlemiş yaşımda bile babamın yalnızca babam olmasını
istiyordum; yazar olmasını değil.
Benim için yazar olmak, insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o kişiyi yapan alemi sabırla
yıllarca uğraşarak keşfetmesidir: Yazı deyince önce romanlar, şiirler, edebiyat geleneği
değil, bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede
kelimelerle bir yeni alem kuran insan gelir gözümün önüne. Bu adam, ya da bu kadın,
daktilo kullanabilir, bilgisayarın kolaylıklarından yararlanabilir, ya da benim gibi otuz
yıl boyunca dolmakalemle kağıt üzerine, elle yazabilir. Yazdıkça kahve, çay, sigara
içebilir. Bazen masasından kalkıp pencereden dışarıya, sokakta oynayan çocuklara,
talihliyse ağaçlara ve bir manzaraya, ya da karanlık bir duvara bakabilir. Şiir, oyun ya
da benim gibi roman yazabilir. Bütün bu farklılıklar asıl faaliyetten, masaya oturup
sabırla kendi içine dönmekten sonra gelir. Yazı yazmak, bu içe dönük bakışı kelimelere
geçirmek, insanın kendisinin içinden geçerek yeni bir alemi sabırla, inatla ve mutlulukla
(joy) araştırmasıdır. Ben boş sayfaya yavaş yavaş yeni kelimeler ekleyerek masamda
oturdukça günler, aylar, yıllar geçtikçe, kendime yeni bir alem kurduğumu, kendi
içimdeki bir başka insanı, tıpkı bir köprüyü ya da bir kubbeyi taş taş kuran biri gibi
ortaya çıkardığımı hissederdim. Biz yazarların taşları kelimelerdir. Onları elleyerek,
birbirleriyle ilişkilerini hissederek, bazen uzaktan bakıp seyrederek, bazen
parmaklarımızla ve kalemimizin ucuyla sanki onları okşayarak ve ağırlıklarını tartarak
kelimeleri yerleştire yerleştire, yıllarca inatla, sabırla ve umutla yeni dünyalar kurarız.
Benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamda değil, inat ve
sabırdadır. Türkçe’deki o güzel deyiş, iğneyle kuyu kazmak bana sanki yazarlar için
söylenmiş gibi gelir. Eski masallardaki, aşkı için dağları delen Ferhat’ın sabrını severim
ve anlarım. Benim Adım Kırmızı adlı romanımda, tutkuyla aynı atı yıllarca çize çize
ezberleyen, hatta güzel bir atı gözü kapalı çizebilen İranlı eski nakkaşlardan söz ederken
yazarlık mesleğinden, kendi hayatımdan söz ettiğimi de biliyordum. Kendi hayatını
başkalarının hikâyesi olarak yavaş yavaş anlatabilmesi, bu anlatma gücünü içinde
hissedebilmesi için, bana öyle gelir ki, yazarın masa başında yıllarını bu sanata ve
zanaata sabırla verip, bir iyimserlik elde etmesi gerekir. Kimine hiç gelmeyen, kimine
de pek sık uğrayan ilham meleği bu güveni ve iyimserliği sever ve yazarın kendini en
yalnız hissettiği, çabalarının, hayallerinin ve yazdıklarının değerinden en çok şüpheye
düştüğü anda, yani hikâyesinin yalnızca kendi hikâyesi olduğunu sandığı zamanda, ona 3
içinden çıktığı dünya ile kurmak istediği alemi birleştiren hikâyeleri, resimleri, hayalleri
sanki sunuverir. Bütün hayatımı verdiğim yazarlık işinde benim için en sarsıcı duygu,
beni aşırı mutlu eden kimi cümleleri, hayalleri, sayfaları kendimin değil bir başka gücün
bulup bana cömertçe sunduğunu zannetmem olmuştur.
Babamın çantasını açıp defterlerini okumaktan korkuyordum, çünkü benim girdiğim
sıkıntılara onun asla girmeyeceğini, yalnızlığı değil arkadaşları, kalabalıkları, salonları,
şakaları, cemaate karışmayı sevdiğini biliyordum. Ama sonra başka bir akıl
yürütüyordum: Bu düşünceler, çilekeşlik ve sabır hayalleri benim hayat ve yazarlık
deneyimimden çıkardığım kendi önyargılarım da olabilirdi. Kalabalığın, aile hayatının,
cemaatin ışıltısı içinde ve mutlu cıvıltılar arasında yazmış pek çok parlak yazar da vardı.
Üstelik babam, çocukluğumuzda, aile hayatının sıradanlığından sıkılarak bizi bırakmış,
Paris’e gitmiş, otel odalarında –başka pek çok yazar gibi- defterler doldurmuştu.
Bavulun içinde o defterlerin bir kısmının olduğunu da biliyordum, çünkü bavulu
getirmeden önceki yıllarda babam hayatının o döneminden bana artık söz etmeye de
başlamıştı. Çocukluğumda da söz ederdi o yıllardan, ama kendi kırılganlığını, şair-yazar
olma isteğini, otel odalarındaki kimlik sıkıntılarını anlatmazdı. Paris kaldırımlarında
nasıl sık sık Sartre’ı gördüğünü anlatır, okuduğu kitaplar ve gördüğü filmlerden çok
önemli haberler veren biri gibi heyecanla ve içtenlikle söz ederdi. Yazar olmamda
paşalardan ve din büyüklerinden çok evde dünya yazarlarından söz eden bir babamın
olmasının payını elbette hiç aklımdan çıkarmazdım. Belki de babamın defterlerini bunu
düşünerek, büyük kütüphanesine ne kadar çok şey borçlu olduğumu hatırlayarak
okumalıydım. Bizimle birlikte yaşarken babamın –tıpkı benim gibi- bir odada yalnız
kalıp kitaplarla, düşüncelerle haşır neşir olmak istemesine, yazılarının edebi niteliğine
çok önem vermeden, dikkat etmeliydim.
Ama yapamayacağım şeyin de tam bu olduğunu, babamın bıraktığı çantaya bu
huzursuzlukla bakarken hissediyordum. Babam bazen kütüphanesinin önündeki divana
uzanır, elindeki kitabı ya da dergiyi bırakır ve uzun uzun düşüncelere, hayallere dalardı.
Yüzünde şakalaşmalar, takılmalar ve küçük çekişmelerle sürüp giden aile hayatı
sırasında gördüğümden bambaşka bir ifade, içe dönük bir bakış belirirdi, bundan
özellikle çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda babamın huzursuz olduğunu anlar,
endişelenirdim. Şimdi yıllar sonra bu huzursuzluğun insanı yazar yapan temel
dürtülerden biri olduğunu biliyorum. Yazar olmak için, sabır ve çileden önce içimizde
kalabalıktan, cemaatten, günlük sıradan hayattan, herkesin yaşadığı şeylerden kaçıp bir
odaya kapanma dürtüsü olmalıdır. Sabır ve umudu yazıyla kendimize derin bir dünya
kurmak için isteriz. Ama bir odaya, kitaplarla dolu bir odaya kapanma isteği bizi
harekete geçiren ilk şeydir. Bu kitapları keyfince okuyan, yalnızca kendi vicdanının
sesini dinleyerek başkalarının sözleriyle tartışan ve kitaplarla konuşa konuşa kendi
düşüncelerini ve alemini oluşturan özgür, bağımsız yazarın ilk büyük örneği, modern 4
edebiyatın başlangıcı Montaigne’dir elbette. Babamın da dönüp dönüp okuduğu, bana
okumamı öğütlediği bir yazardı Montaigne. Dünyanın neresinde olursa olsun, ister
Doğu’da ister Batı’da, cemaatlerinden kopup kendilerini kitaplarla bir odaya kapatan
yazarlar geleneğinin bir parçası olarak görmek isterim kendimi. Benim için hakiki
edebiyatın başladığı yer kitaplarla kendini bir odaya kapatan adamdır.
Ama kendimizi kapattığımız odada sanıldığı kadar da yalnız değilizdir. Bize önce
başkalarının sözü, başkalarının hikâyeleri, başkalarının kitapları, yani gelenek dediğimiz
şey eşlik eder. Edebiyatın insanoğlunun kendini anlamak için yarattığı en değerli
birikim olduğuna inanıyorum. İnsan toplulukları, kabileler, milletler edebiyatlarını
önemsedikleri, yazarlarına kulak verdikleri ölçüde zekileşir, zenginleşir ve yükselirler,
ve hepimizin bildiği gibi, kitap yakmalar, yazarları aşağılamalar milletler için karanlık
ve akılsız zamanların habercisidir. Ama edebiyat hiçbir zaman yalnızca milli bir konu
değildir. Kitaplarıyla bir odaya kapanan ve önce kendi içinde bir yolculuğa çıkan yazar,
orada yıllar içinde iyi edebiyatın vazgeçilmez kuralını da keşfedecektir: Kendi
hikâyemizden başkalarının hikâyeleri gibi ve başkalarının hikâyelerinden kendi
hikâyemizmiş gibi bahsedebilme hüneridir edebiyat. Bunu yapabilmek için yola
başkalarının hikâyelerinden ve kitaplarından çıkarız.
Babamın bir yazara fazlasıyla yetecek bin beş yüz kitaplık iyi bir kütüphanesi vardı.
Yirmi iki yaşımdayken, bu kütüphanedeki kitapların hepsini okumamıştım belki, ama
bütün kitapları tek tek tanır, hangisinin önemli, hangisinin hafif ama kolay okunur,
hangisinin klasik, hangisinin dünyanın vazgeçilmez bir parçası, hangisinin yerel tarihin
unutulacak ama eğlenceli bir tanığı, hangisinin de babamın çok önem verdiği bir Fransız
yazarın kitabı olduğunu bilirdim. Bazen bu kütüphaneye uzaktan bakar, kendimin de bir
gün ayrı bir evde böyle bir kütüphanemin, hatta daha iyisinin olacağını, kitaplardan
kendime bir dünya kuracağımı düşlerdim. Uzaktan baktığımda bazen babamın
kütüphanesi bana bütün alemin küçük bir resmiymiş gibi gelirdi. Ama bizim
köşemizden, İstanbul’dan baktığımız bir dünyaydı bu. Kütüphane de bunu gösteriyordu.
Babam bu kütüphaneyi yurtdışı yolculuklarından, özellikle Paris’ten ve Amerika’dan
aldığı kitaplarla, gençliğinde İstanbul’da 1940’larda ve 50’lerdeki yabancı dilde kitap
satan dükkanlardan aldıklarıyla ve her birini benim de tanıdığım İstanbul’un eski ve
yeni kitapçılarından edindikleriyle yapmıştı. Yerel, milli bir dünya ile Batı dünyasının
karışımıdır benim dünyam. 1970’lerden başlayarak ben de iddialı bir şekilde kendime
bir kütüphane kurmaya başladım. Daha yazar olmaya tam karar vermemiştim, İstanbul
adlı kitabımda anlattığım gibi, artık ressam olmayacağımı sezmiştim ama hayatımın ne
yola gireceğini tam bilemiyordum. İçimde bir yandan her şeye karşı durdurulmaz bir
merak ve aşırı iyimser bir okuyup öğrenme açlığı vardı; bir yandan da hayatımın bir
şekilde “eksik” bir hayat olacağını, başkaları gibi yaşayamayacağımı hissediyordum. Bu
duygumun bir kısmı, tıpkı babamın kütüphanesine bakarken hissettiğim gibi, merkezden 5
uzak olma fikriyle, İstanbul’un o yıllarda hepimize hissettirdiği gibi, taşrada
yaşadığımız duygusuyla ilgiliydi. Bir başka eksik yaşam endişesi de tabii ister resim
yapmak olsun, ister edebiyat olsun, sanatçısına fazla ilgi göstermeyen ve umut da
vermeyen bir ülkede yaşadığımı fazlasıyla bilmemdi. 1970’lerde, sanki hayatımdaki bu
eksiklikleri gidermek ister gibi aşırı bir hırsla İstanbul’un eski kitapçılarından babamın
verdiği parayla solmuş, okunmuş, tozlu kitaplar satın alırken bu sahaf dükkanlarının, yol
kenarlarında, cami avlularında, yıkık duvarların eşiklerinde yerleşmiş kitapçıların
yoksul, dağınık ve çoğu zaman da insana umutsuzluk verecek kadar perişan halleri beni
okuyacağım kitaplar kadar etkilerdi.
Alemdeki yerim konusunda, hayatta olduğu gibi edebiyatta da o zamanlar taşıdığım
temel duygu bu “merkezde olmama” duygusuydu. Dünyanın merkezinde, bizim
yaşadığımızdan daha zengin ve çekici bir hayat vardı ve ben bütün İstanbullular ve
bütün Türkiye ile birlikte bunun dışındaydım. Bu duyguyu dünyanın büyük çoğunluğu
ile paylaştığımı bugün düşünüyorum. Aynı şekilde, bir dünya edebiyatı vardı ve onun
benden çok uzak bir merkezi vardı. Aslında düşündüğüm Batı edebiyatıydı, dünya
edebiyatı değil, ve biz Türkler bunun da dışındaydık. Babamın kütüphanesi de bunu
doğruluyordu. Bir yanda bizim, pek çok ayrıntısını sevdiğim, sevmekten
vazgeçemediğim yerel dünyamız, İstanbul’un kitapları ve edebiyatı vardı, bir de ona hiç
benzemeyen, benzememesi bize hem acı hem de umut veren Batı dünyasının kitapları.
Yazmak, okumak sanki bir dünyadan çıkıp ötekinin başkalığı, tuhaflığı ve harika
halleriyle teselli bulmaktı. Babamın da bazen, tıpkı benim sonraları yaptığım gibi, kendi
yaşadığı hayattan Batı’ya kaçmak için roman okuduğunu hissederdim. Ya da bana o
zamanlar kitaplar bu çeşit bir kültürel eksiklik duygusunu gidermek için
başvurduğumuz şeylermiş gibi gelirdi. Yalnız okumak değil, yazmak da İstanbul’daki
hayatımızdan Batı’ya gidip gelmek gibi bir şeydi. Babam bavulundaki defterlerinden
çoğunu doldurabilmek için Paris’e gitmiş, kendini otel odalarına kapatmış, sonra
yazdıklarını Türkiye’ye geri getirmişti. Bunun da beni huzursuz ettiğini, babamın
bavuluna bakarken hissederdim. Yirmi beş yıl Türkiye’de yazar olarak ayakta
kalabilmek için kendimi bir odaya kapattıktan sonra, yazarlığın içimizden geldiği gibi
yazmanın, toplumdan, devletten, milletten gizlice yapılması gereken bir iş olmasına,
babamın bavuluna bakarken artık isyan ediyordum. Belki de en çok bu yüzden babama
yazarlığı benim kadar ciddiye almadığı için kızıyordum.
Aslında babama benim gibi bir hayat yaşamadığı, hiçbir şey için küçük bir çatışmayı
bile göze almadan toplumun içinde, arkadaşları ve sevdikleriyle gülüşerek mutlulukla
yaşadığı için kızıyordum. Ama ‘kızıyordum’ yerine ‘kıskanıyordum’ diyebileceğimi,
belki de bunun daha doğru bir kelime olacağını da aklımın bir yanıyla biliyor, huzursuz
oluyordum. O zaman her zamanki takıntılı, öfkeli sesimle kendi kendime “mutluluk
nedir?” diye soruyordum. Tek başına bir odada derin bir hayat yaşadığını sanmak mıdır 6
mutluluk? Yoksa cemaatle, herkesle aynı şeylere inanarak, inanıyormuş gibi yaparak
rahat bir hayat yaşamak mı? Herkesle uyum içinde yaşar gibi gözükürken, bir yandan da
kimsenin görmediği bir yerde, gizlice yazı yazmak mutluluk mudur aslında, mutsuzluk
mu? Ama bunlar fazla hırçın, öfkeli sorulardı. Üstelik iyi bir hayatın ölçüsünün
mutluluk olduğunu nereden çıkarmıştım ki? İnsanlar, gazeteler, herkes hep en önemli
hayat ölçüsü mutlulukmuş gibi davranıyordu. Yalnızca bu bile, tam tersinin doğru
olduğunu araştırmaya değer bir konu haline getirmiyor muydu? Zaten bizlerden, aileden
hep kaçmış olan babamı ne kadar tanıyor, onun huzursuzluklarını ne kadar
görebiliyordum ki?
Babamın bavulunu işte bu dürtülerle açtım ilk. Babamın hayatında bilmediğim bir
mutsuzluk, ancak yazıya dökerek dayanabileceği bir sır olabilir miydi? Bavulu açar
açmaz seyahat çantası kokusunu hatırladım, bazı defterleri tanıdığımı, babamın üstünde
öyle fazla durmadan onları bana yıllarca önce göstermiş olduğunu fark ettim. Tek tek
elleyip karıştırdığım defterlerin çoğu babamın bizi bırakıp Paris’e gittiği gençlik
yıllarında tutulmuştu. Oysa ben, tıpkı biyografilerini okuduğum, sevdiğim yazarlar gibi,
babamın benim yaşımdayken ne yazdığını, ne düşündüğünü öğrenmek istiyordum. Kısa
zaman içinde böyle bir şeyle karşılaşmayacağımı da anladım. Üstelik bu arada babamın
defterlerinin orasında burasında karşılaştığım yazar sesinden huzursuz olmuştum. Bu
ses babamın sesi değil diye düşünüyordum; hakiki (authentic) değildi, ya da benim
hakiki babam diye bildiğim kişiye ait değildi bu ses. Babamın yazarken babam
olamaması gibi huzursuz edici bir şeyden daha ağır bir korku vardı burada: İçimdeki
hakiki olamama korkusu, babamın yazılarını iyi bulamama, hatta babamın başka
yazarlardan fazla etkilendiğini görme endişemi aşmış, özellikle gençliğimde olduğu
gibi, bütün varlığımı, hayatımı, yazma isteğimi ve kendi yazdıklarımı bana sorgulatan
bir hakikilik buhranına dönüşüyordu. Roman yazmaya başladığım ilk on yılda bu
korkuyu daha derinden hisseder, ona karşı koymakta zorlanır, tıpkı resim yapmaktan
vazgeçtiğim gibi, bir gün yenilgiye uğrayıp roman yazmayı da bu endişeyle
bırakmaktan bazen korkardım.
Kapayıp kaldırdığım bavulun bende kısa sürede uyandırdığı iki temel duygudan hemen
söz ettim: Taşrada olma duygusu ve hakiki olabilme (authenticity) endişesi. Benim bu
huzursuz edici duyguları derinlemesine ilk yaşayışım değildi elbette bu. Bu duyguları,
bütün genişlikleri, yan sonuçları, sinir başları (nerve endings), iç düğümleri ve çeşit
çeşit renkleriyle ben yıllar boyunca okuyup yazarak, kendim masa başında araştırmış,
keşfetmiş, derinleştirmiştim. Elbette onları belli belirsiz acılar, keyif kaçırıcı
hassasiyetler ve ikide bir hayattan ve kitaplardan bana bulaşan akıl karışıklıkları olarak
özellikle gençliğimde pek çok kereler yaşamıştım. Ama taşrada olma duygusunu ve
hakikilik endişesini ancak onlar hakkında romanlar, kitaplar yazarak (mesela taşralılık
için Kar, İstanbul; hakikilik endişesi için Benim Adım Kırmızı ya da Kara Kitap) 7
bütünüyle tanıyabilmiştim. Benim için yazar olmak demek, içimizde taşıdığımız, en
fazla taşıdığımızı biraz bildiğimiz gizli yaralarımızın üzerinde durmak, onları sabırla
keşfetmek, tanımak, iyice ortaya çıkarmak ve bu yaraları ve acıları yazımızın ve
kimliğimizin bilinçle sahiplendiğimiz bir parçası haline getirmektir.
Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık. Bu bilginin
keşfi ve onun geliştirilip paylaşılması okura çok tanıdığı bir dünyada hayret ederek
gezinmenin zevklerini verir. Bu zevkleri, bildiğimiz şeylerin bütün gerçekliğiyle yazıya
dökülmesindeki hünerden de alırız elbette. Bir odaya kapanıp yıllarca hünerini
geliştiren, bir alem kurmaya çalışan yazar işe kendi gizli yaralarından başlarken bilerek
ya da bilmeden insanoğluna derin bir güven de göstermiş olur. Başkalarının da bu
yaraların bir benzerini taşıdığına, bu yüzden anlaşılacağına, insanların birbirlerine
benzediğine duyulan bu güveni hep taşıdım. Bütün gerçek edebiyat, insanların birbirine
benzediğine ilişkin çocuksu ve iyimser bir güvene dayanır. Kapanıp yıllarca yazan biri
işte böyle bir insanlığa ve merkezi olmayan bir dünyaya seslenmek ister.
Ama babamın bavulundan ve tabii İstanbul’da yaşadığımız hayatın solgun renklerinden
anlaşılabileceği gibi, dünyanın bizden uzakta bir merkezi vardı. Bu temel gerçeği
yaşamanın verdiği Çehovcu taşra duygusundan, bir diğer yan sonuç olan hakikilik
endişesinden (anxiety of authenticity) kitaplarımda çok söz ettim. Dünya nüfusunun
büyük çoğunluğunun bu duygularla yaşadığını, hatta daha ağırları olan eziklik, kendine
güvensizlik ve aşağılanma korkularıyla boğuşarak yaşadığını kendimden biliyorum.
Evet, insanoğlunun birinci derdi hâlâ, mülksüzlük, yiyeceksizlik, evsizlik… Ama artık
televizyonlar, gazeteler bu temel dertleri edebiyattan çok daha çabuk ve kolay bir
şekilde anlatıyor bize. Bugün edebiyatın asıl anlatması ve araştırması gereken şey,
insanoğlunun temel derdi ise, dışarıda kalmak ve kendini önemsiz hissetme korkuları,
bunlara bağlı değersizlik duyguları, bir cemaat olarak yaşanan gurur kırıklıkları,
kırılganlıklar, küçümsenme endişeleri, çeşit çeşit öfkeler, alınganlıklar, bitip
tükenmeyen aşağılanma hayalleri ve bunların kardeşi milli övünmeler, şişinmeler…
Çoğu zaman akıldışı ve aşırı duygusal bir dille dışa vurulan (express) bu hayalleri kendi
içimdeki karanlığa her bakışımda anlayabiliyorum. Kendimi kolaylıkla
özdeşleştirebildiğim (identify) Batı-dışı dünyada büyük kalabalıkların, toplulukların ve
milletlerin aşağılanma endişeleri ve alınganlıkları yüzünden zaman zaman aptallığa
varan korkulara kapıldıklarına tanık oluyoruz. Kendimi aynı kolaylıkla
özdeşleştirebildiğim Batı dünyasında da Rönesansı, Aydınlanmayı, Modernliği
keşfetmiş olmanın ve zenginliğin aşırı gururuyla milletlerin, devletlerin zaman zaman
benzer bir aptallığa yaklaşan bir kendini beğenmişliğe kapıldıklarını da biliyorum.
Demek ki, yalnızca babam değil, hepimiz dünyanın bir merkezi olduğu düşüncesini çok
fazla önemsiyoruz. Oysa, yazı yazmak için bizi yıllarca bir odaya kapatan şey tam tersi 8
bir güvendir; bir gün yazdıklarımızın okunup anlaşılacağına, çünkü insanların dünyanın
her yerinde birbirlerine benzediklerine ilişkin bir inançtır bu. Ama bu, kendimden ve
babamın yazdıklarından biliyorum, kenarda olmanın, dışarıda kalmanın öfkesiyle yaralı,
dertli (troubled) bir iyimserliktir. Dostoyevski’nin bütün hayatı boyunca Batı’ya karşı
hissettiği aşk ve nefret duygularını pek çok kereler kendi içimde de hissettim. Ama
ondan asıl öğrendiğim şey, asıl iyimserlik kaynağı, bu büyük yazarın Batı ile aşk ve
nefret ilişkisinden yola çıkıp, onların ötesinde kurduğu bambaşka bir alem oldu.
Bu işe hayatını vermiş bütün yazarlar şu gerçeği bilir: masaya oturup yazma
nedenlerimizle, yıllarca umutla yaza yaza kurduğumuz dünya, sonunda apayrı yerlere
yerleşir. Kederle ya da öfkeyle oturduğumuz masadan o kederin ve öfkenin ötesinde
bambaşka bir aleme ulaşırız. Babam da böyle bir aleme ulaşmış olamaz mıydı? Uzun
yolculuktan sonra o varılan alem, tıpkı uzun bir deniz yolculuğundan sonra sis
aralanırken bütün renkleriyle karşımızda yavaş yavaş beliren bir ada gibi bize bir
mucize duygusu verir. Ya da Batılı gezginlerin güneyden gemiyle yaklaştıkları
İstanbul’u sabah sisi aralanırken gördüklerinde hissettikleri şeylere benzer bu. Umutla,
merakla çıkılan uzun yolculuğun sonunda, orada camileri, minareleri, tek tek evleri,
sokakları, tepeleri, köprüleri, yokuşları ile birlikte bütün bir şehir, bütün bir alem vardır.
İnsan, tıpkı iyi bir okurun bir kitabın sayfaları içinde kaybolması gibi, karşısına
çıkıveren bu yeni alemin içine hemen girip kaybolmak ister. Kenarda, taşrada, dışarıda,
öfkeli ya da düpedüz hüzünlü olduğumuz için masaya oturmuş ve bu duyguları
unutturan yepyeni bir alem keşfetmişizdir.
Çocukluğumda, gençliğimde hissettiğimin tam tersine benim için artık dünyanın
merkezi İstanbul’dur. Neredeyse bütün hayatımı orada geçirdiğim için değil yalnızca,
otuz üç yıldır tek tek sokaklarını, köprülerini, insanlarını, köpeklerini, evlerini,
camilerini, çeşmelerini, tuhaf kahramanlarını, dükkanlarını, tanıdık kişilerini, karanlık
noktalarını, gecelerini ve gündüzlerini kendimi onların hepsiyle özdeşleştirerek
anlattığım için. Bir noktadan sonra, hayal ettiğim bu dünya da benim elimden çıkar ve
kafamın içinde yaşadığım şehirden daha da gerçek olur. O zaman, bütün o insanlar ve
sokaklar, eşyalar ve binalar sanki hep birlikte aralarında konuşmaya, sanki kendi
aralarında benim önceden hissedemediğim ilişkiler kurmaya, sanki benim hayalimde ve
kitaplarımda değil, kendi kendilerine yaşamaya başlarlar. İğneyle kuyu kazar gibi
sabırla hayal ederek kurduğum bu alem bana o zaman her şeyden daha gerçekmiş gibi
gelir.
Babam da, belki, yıllarını bu işe vermiş yazarların bu cins mutluluklarını keşfetmiştir,
ona önyargılı olmayayım diyordum bavuluna bakarken. Ayrıca, emreden, yasaklayan,
ezen, cezalandıran sıradan bir baba olmadığı, beni her zaman özgür bırakıp, bana her
zaman aşırı saygı gösterdiği için de ona müteşekkirdim. Pek çok çocukluk ve gençlik 9
arkadaşımın aksine, baba korkusu bilmediğim için hayal gücümün zaman zaman
özgürce ya da çocukça çalışabildiğine bazen inanmış, bazen da babam gençliğinde yazar
olmak istediği için yazar olabildiğimi içtenlikle düşünmüştüm. Onu hoşgörüyle
okumalı, otel odalarında yazdıklarını anlamalıydım.
Babamın bıraktığı yerde günlerdir hâlâ duran bavulu bu iyimser düşüncelerle açtım ve
bazı defterleri, bazı sayfaları bütün irademi kullanarak okudum. Babam ne mi yazmıştı?
Paris otellerinden görüntüler hatırlıyorum, bazı şiirler, bazı paradokslar, akıl
yürütmeler… Bir trafik kazasından sonra başından geçenleri zar zor hatırlayan, zorlansa
da fazlasını hatırlamak istemeyen biri gibi hissediyorum kendimi şimdi. Çocukluğumda
annem ile babam bir kavganın eşiğine geldiklerinde, yani o ölümcül sessizliklerden biri
başladığında babam havayı değiştirmek için hemen radyoyu açar, müzik bize olup biteni
daha çabuk unuttururdu.
Ben de benzeri bir müzik işlevi görecek ve sevilecek bir-iki söz ile konuyu
değiştireyim! Bildiğiniz gibi, biz yazarlara en çok sorulan, en çok sevilen soru şudur:
neden yazıyorsunuz? İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş
yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye
yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün
oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe
katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de
nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kağıdın,
kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her
şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum.
Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için
yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok
kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir
kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes
benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın
raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey
inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu
güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye
anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve
oraya —tıpkı bir rüyadaki gibi— bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak
için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için
yazıyorum.
Yazıhaneme gelip bavulu bırakışından bir hafta sonra, babam, her zamanki gibi elinde
bir paket çikolata (kırk sekiz yaşında olduğumu unutuyordu) beni gene ziyaret etti. Her
zamanki gibi gene hayattan, siyasetten ve aile dedikodularından söz edip gülüştük. Bir 10
ara babamın gözü bavulu bıraktığı köşeye takıldı ve onu oradan alıp kaldırdığımı anladı.
Göz göze geldik. Sıkıcı, utandırıcı bir sessizlik oldu. Ona bavulu açıp içindekileri
okumaya çalıştığımı söylemedim, gözlerimi kaçırdım. Ama o anladı. Ben de onun
anladığını anladım. O da benim onun anladığını anladığımı anladı. Bu anlayışlar da
birkaç saniye içinde ne kadar uzarsa ancak o kadar uzadı. Çünkü babam kendine
güvenen, rahat ve mutlu bir insandı: her zamanki gibi gülüverdi. Ve evden çıkıp
giderken bana her zaman söylediği tatlı ve yüreklendirici sözleri bir baba gibi yine
tekrarladı.
Her zamanki gibi babamın mutluluğunu, dertsiz, tasasız halini kıskanarak arkasından
baktım. Ama o gün içimde utanç verici bir mutluluk kıpırtısı da dolaşmıştı,
hatırlıyorum. Belki onun kadar rahat değilim, onun gibi tasasız ve mutlu bir hayat
sürmedim, ama yazının hakkını verdim duygusu, anladınız… Bunu babama karşı
duyduğum için utanıyordum. Üstelik babam, benim hayatımın ezici merkezi de
olmamış, beni özgür bırakmıştı. Bütün bunlar bize yazmanın ve edebiyatın, hayatımızın
merkezindeki bir eksiklik ile, mutluluk ve suçluluk duygularıyla derinden bağlı
olduğunu hatırlatmalı.
Ama hikâyemin bana daha da derin bir suçluluk duydurtan bir simetrisi, o gün hemen
hatırladığım bir diğer yarısı var. Babamın bavulunu bana bırakmasından yirmi üç yıl
önce, yirmi iki yaşımdayken her şeyi bırakıp romancı olmaya karar vermiş, kendimi bir
odaya kapatmış, dört yıl sonra ilk romanım Cevdet Bey ve Oğulları’nı bitirmiş ve henüz
yayımlanmamış kitabın daktilo edilmiş bir kopyasını okusun ve bana düşüncesini
söylesin diye titreyen ellerle babama vermiştim. Yalnız zevkine ve zekasına güvendiğim
için değil, annemin aksine, babam yazar olmama karşı çıkmadığı için de onun onayını
almak benim için önemliydi. O sırada babam bizimle değildi, uzaktaydı. Dönüşünü
sabırsızlıkla bekledim. İki hafta sonra gelince kapıyı ona koşarak açtım. Babam hiçbir
şey söylemedi, ama bana hemen öyle bir sarıldı ki kitabımı çok sevdiğini anladım. Bir
süre, aşırı duygusallık anlarında ortaya çıkan bir çeşit beceriksizlik (clumsiness) ve
sessizlik buhranına kapıldık. Sonra biraz rahatlayıp konuşmaya başlayınca, babam, bana
ya da ilk kitabıma olan güvenini aşırı heyecanlı ve abartılı bir dille ifade etti ve bugün
büyük bir mutlulukla kabul ettiğim bu ödülü bir gün alacağımı öylesine söyleyiverdi.
Bu sözü ona inanmaktan ya da bu ödülü bir hedef olarak göstermekten çok, oğlunu
desteklemek, yüreklendirmek için ona “bir gün paşa olacaksın!” diyen bir Türk babası
gibi söylemişti. Yıllarca da beni her görüşünde cesaretlendirmek için bu sözü tekrarladı
durdu.
bir bavul verdi bana. Her zamanki şakacı, alaycı havasını takınarak, kendisinden sonra,
yani ölümünden sonra onları okumamı istediğini söyleyiverdi.
“Bir bak bakalım,” dedi hafifçe utanarak, “işe yarar bir şey var mı içlerinde. Belki
benden sonra seçer, yayımlarsın.”
Benim yazıhanemde, kitaplar arasındaydık. Babam acı verici çok özel bir yükten
kurtulmak isteyen biri gibi, bavulunu nereye koyacağını bilemeden yazıhanemde
bakınarak dolandı. Sonra elindeki şeyi dikkat çekmeyen bir köşeye usulca bıraktı.
İkimizi de utandıran bu unutulmaz an biter bitmez ikimiz de her zamanki rollerimize,
hayatı daha hafiften alan, şakacı, alaycı kimliklerimize (personas) geri dönerek
rahatladık. Her zamanki gibi havadan sudan, hayattan, Türkiye’nin bitip tükenmez
siyasi dertlerinden ve babamın çoğu başarısızlıkla sonuçlanan işlerinden, çok da fazla
kederlenmeden, söz ettik.
Babam gittikten sonra bavulun etrafında birkaç gün ona hiç dokunmadan aşağı yukarı
yürüdüğümü hatırlıyorum. Küçük, siyah, deri bavulu, kilidini, yuvarlak kenarlarını ta
çocukluğumdan biliyordum. Babam kısa süren yolculuklara çıkarken ve bazen de evden
iş yerine bir yük taşırken taşırdı onu. Çocukken bu küçük bavulu açıp yolculuktan
dönen babamın eşyalarını karıştırdığımı, içinden çıkan kolonya ve yabancı ülke
kokusundan hoşlandığımı hatırlıyordum. Bu bavul benim için geçmişten ve çocukluk
hatıralarımdan çok şey taşıyan tanıdık ve çekici bir eşyaydı, ama şimdi ona
dokunamıyordum bile. Niye? Elbette ki bavulun içindeki gizli yükün esrarengiz ağırlığı
yüzünden.
Bu ağırlığın anlamından söz edeceğim şimdi. Bir odaya kapanıp, bir masaya oturup, bir
köşeye çekilip kağıtla kalemle kendini ifade eden insanın yaptığı şeyin, yani edebiyatın
anlamı demek bu.
Babamın bavuluna dokunup onu bir türlü açamıyordum, ama içindeki defterlerin
bazılarını biliyordum. Bazılarına bir şeyler yazarken babamı görmüştüm. Bavulun
içindeki yük ilk defa duyduğum bir şey değildi. Babamın büyük bir kütüphanesi vardı,
gençlik yıllarında, 1940’ların sonunda, İstanbul’da şair olmak istemiş, Valery’yi
Türkçe’ye çevirmiş, ama okuru az, yoksul bir ülkede şiir yazıp edebi bir hayatın
zorluklarını yaşamak istememişti. Babamın babası –dedem- zengin bir iş adamıydı,
babam rahat bir çocukluk ve gençlik geçirmişti, edebiyat için, yazı için zorluk çekmek
istemiyordu. Hayatı bütün güzellikleriyle seviyordu, onu anlıyordum.
Beni babamın bavulunun içindekilerden uzak tutan birinci endişe tabii ki okuduklarımı
beğenmeme korkusuydu. Babam da bunu bildiği için tedbirini almış, bavulun
içindekileri ciddiye almayan bir hava da takınmıştı. Yirmi beş yıllık bir yazarlık 2
hayatından sonra bunu görmek beni üzüyordu. Ama edebiyatı yeterince ciddiye
almadığı için babama kızmak bile istemiyordum… Asıl korkum, bilmek, öğrenmek bile
istemediğim asıl şey ise babamın iyi bir yazar olması ihtimaliydi. Babamın bavulunu
asıl bundan korktuğum için açamıyordum. Üstelik nedeni kendime açıkça
söyleyemiyordum bile. Çünkü babamın bavulundan gerçek, büyük bir edebiyat çıkarsa
babamın içinde bir bambaşka adam olduğunu kabul etmem gerekecekti. Bu korkutucu
bir şeydi. Çünkü ben o ilerlemiş yaşımda bile babamın yalnızca babam olmasını
istiyordum; yazar olmasını değil.
Benim için yazar olmak, insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o kişiyi yapan alemi sabırla
yıllarca uğraşarak keşfetmesidir: Yazı deyince önce romanlar, şiirler, edebiyat geleneği
değil, bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede
kelimelerle bir yeni alem kuran insan gelir gözümün önüne. Bu adam, ya da bu kadın,
daktilo kullanabilir, bilgisayarın kolaylıklarından yararlanabilir, ya da benim gibi otuz
yıl boyunca dolmakalemle kağıt üzerine, elle yazabilir. Yazdıkça kahve, çay, sigara
içebilir. Bazen masasından kalkıp pencereden dışarıya, sokakta oynayan çocuklara,
talihliyse ağaçlara ve bir manzaraya, ya da karanlık bir duvara bakabilir. Şiir, oyun ya
da benim gibi roman yazabilir. Bütün bu farklılıklar asıl faaliyetten, masaya oturup
sabırla kendi içine dönmekten sonra gelir. Yazı yazmak, bu içe dönük bakışı kelimelere
geçirmek, insanın kendisinin içinden geçerek yeni bir alemi sabırla, inatla ve mutlulukla
(joy) araştırmasıdır. Ben boş sayfaya yavaş yavaş yeni kelimeler ekleyerek masamda
oturdukça günler, aylar, yıllar geçtikçe, kendime yeni bir alem kurduğumu, kendi
içimdeki bir başka insanı, tıpkı bir köprüyü ya da bir kubbeyi taş taş kuran biri gibi
ortaya çıkardığımı hissederdim. Biz yazarların taşları kelimelerdir. Onları elleyerek,
birbirleriyle ilişkilerini hissederek, bazen uzaktan bakıp seyrederek, bazen
parmaklarımızla ve kalemimizin ucuyla sanki onları okşayarak ve ağırlıklarını tartarak
kelimeleri yerleştire yerleştire, yıllarca inatla, sabırla ve umutla yeni dünyalar kurarız.
Benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamda değil, inat ve
sabırdadır. Türkçe’deki o güzel deyiş, iğneyle kuyu kazmak bana sanki yazarlar için
söylenmiş gibi gelir. Eski masallardaki, aşkı için dağları delen Ferhat’ın sabrını severim
ve anlarım. Benim Adım Kırmızı adlı romanımda, tutkuyla aynı atı yıllarca çize çize
ezberleyen, hatta güzel bir atı gözü kapalı çizebilen İranlı eski nakkaşlardan söz ederken
yazarlık mesleğinden, kendi hayatımdan söz ettiğimi de biliyordum. Kendi hayatını
başkalarının hikâyesi olarak yavaş yavaş anlatabilmesi, bu anlatma gücünü içinde
hissedebilmesi için, bana öyle gelir ki, yazarın masa başında yıllarını bu sanata ve
zanaata sabırla verip, bir iyimserlik elde etmesi gerekir. Kimine hiç gelmeyen, kimine
de pek sık uğrayan ilham meleği bu güveni ve iyimserliği sever ve yazarın kendini en
yalnız hissettiği, çabalarının, hayallerinin ve yazdıklarının değerinden en çok şüpheye
düştüğü anda, yani hikâyesinin yalnızca kendi hikâyesi olduğunu sandığı zamanda, ona 3
içinden çıktığı dünya ile kurmak istediği alemi birleştiren hikâyeleri, resimleri, hayalleri
sanki sunuverir. Bütün hayatımı verdiğim yazarlık işinde benim için en sarsıcı duygu,
beni aşırı mutlu eden kimi cümleleri, hayalleri, sayfaları kendimin değil bir başka gücün
bulup bana cömertçe sunduğunu zannetmem olmuştur.
Babamın çantasını açıp defterlerini okumaktan korkuyordum, çünkü benim girdiğim
sıkıntılara onun asla girmeyeceğini, yalnızlığı değil arkadaşları, kalabalıkları, salonları,
şakaları, cemaate karışmayı sevdiğini biliyordum. Ama sonra başka bir akıl
yürütüyordum: Bu düşünceler, çilekeşlik ve sabır hayalleri benim hayat ve yazarlık
deneyimimden çıkardığım kendi önyargılarım da olabilirdi. Kalabalığın, aile hayatının,
cemaatin ışıltısı içinde ve mutlu cıvıltılar arasında yazmış pek çok parlak yazar da vardı.
Üstelik babam, çocukluğumuzda, aile hayatının sıradanlığından sıkılarak bizi bırakmış,
Paris’e gitmiş, otel odalarında –başka pek çok yazar gibi- defterler doldurmuştu.
Bavulun içinde o defterlerin bir kısmının olduğunu da biliyordum, çünkü bavulu
getirmeden önceki yıllarda babam hayatının o döneminden bana artık söz etmeye de
başlamıştı. Çocukluğumda da söz ederdi o yıllardan, ama kendi kırılganlığını, şair-yazar
olma isteğini, otel odalarındaki kimlik sıkıntılarını anlatmazdı. Paris kaldırımlarında
nasıl sık sık Sartre’ı gördüğünü anlatır, okuduğu kitaplar ve gördüğü filmlerden çok
önemli haberler veren biri gibi heyecanla ve içtenlikle söz ederdi. Yazar olmamda
paşalardan ve din büyüklerinden çok evde dünya yazarlarından söz eden bir babamın
olmasının payını elbette hiç aklımdan çıkarmazdım. Belki de babamın defterlerini bunu
düşünerek, büyük kütüphanesine ne kadar çok şey borçlu olduğumu hatırlayarak
okumalıydım. Bizimle birlikte yaşarken babamın –tıpkı benim gibi- bir odada yalnız
kalıp kitaplarla, düşüncelerle haşır neşir olmak istemesine, yazılarının edebi niteliğine
çok önem vermeden, dikkat etmeliydim.
Ama yapamayacağım şeyin de tam bu olduğunu, babamın bıraktığı çantaya bu
huzursuzlukla bakarken hissediyordum. Babam bazen kütüphanesinin önündeki divana
uzanır, elindeki kitabı ya da dergiyi bırakır ve uzun uzun düşüncelere, hayallere dalardı.
Yüzünde şakalaşmalar, takılmalar ve küçük çekişmelerle sürüp giden aile hayatı
sırasında gördüğümden bambaşka bir ifade, içe dönük bir bakış belirirdi, bundan
özellikle çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda babamın huzursuz olduğunu anlar,
endişelenirdim. Şimdi yıllar sonra bu huzursuzluğun insanı yazar yapan temel
dürtülerden biri olduğunu biliyorum. Yazar olmak için, sabır ve çileden önce içimizde
kalabalıktan, cemaatten, günlük sıradan hayattan, herkesin yaşadığı şeylerden kaçıp bir
odaya kapanma dürtüsü olmalıdır. Sabır ve umudu yazıyla kendimize derin bir dünya
kurmak için isteriz. Ama bir odaya, kitaplarla dolu bir odaya kapanma isteği bizi
harekete geçiren ilk şeydir. Bu kitapları keyfince okuyan, yalnızca kendi vicdanının
sesini dinleyerek başkalarının sözleriyle tartışan ve kitaplarla konuşa konuşa kendi
düşüncelerini ve alemini oluşturan özgür, bağımsız yazarın ilk büyük örneği, modern 4
edebiyatın başlangıcı Montaigne’dir elbette. Babamın da dönüp dönüp okuduğu, bana
okumamı öğütlediği bir yazardı Montaigne. Dünyanın neresinde olursa olsun, ister
Doğu’da ister Batı’da, cemaatlerinden kopup kendilerini kitaplarla bir odaya kapatan
yazarlar geleneğinin bir parçası olarak görmek isterim kendimi. Benim için hakiki
edebiyatın başladığı yer kitaplarla kendini bir odaya kapatan adamdır.
Ama kendimizi kapattığımız odada sanıldığı kadar da yalnız değilizdir. Bize önce
başkalarının sözü, başkalarının hikâyeleri, başkalarının kitapları, yani gelenek dediğimiz
şey eşlik eder. Edebiyatın insanoğlunun kendini anlamak için yarattığı en değerli
birikim olduğuna inanıyorum. İnsan toplulukları, kabileler, milletler edebiyatlarını
önemsedikleri, yazarlarına kulak verdikleri ölçüde zekileşir, zenginleşir ve yükselirler,
ve hepimizin bildiği gibi, kitap yakmalar, yazarları aşağılamalar milletler için karanlık
ve akılsız zamanların habercisidir. Ama edebiyat hiçbir zaman yalnızca milli bir konu
değildir. Kitaplarıyla bir odaya kapanan ve önce kendi içinde bir yolculuğa çıkan yazar,
orada yıllar içinde iyi edebiyatın vazgeçilmez kuralını da keşfedecektir: Kendi
hikâyemizden başkalarının hikâyeleri gibi ve başkalarının hikâyelerinden kendi
hikâyemizmiş gibi bahsedebilme hüneridir edebiyat. Bunu yapabilmek için yola
başkalarının hikâyelerinden ve kitaplarından çıkarız.
Babamın bir yazara fazlasıyla yetecek bin beş yüz kitaplık iyi bir kütüphanesi vardı.
Yirmi iki yaşımdayken, bu kütüphanedeki kitapların hepsini okumamıştım belki, ama
bütün kitapları tek tek tanır, hangisinin önemli, hangisinin hafif ama kolay okunur,
hangisinin klasik, hangisinin dünyanın vazgeçilmez bir parçası, hangisinin yerel tarihin
unutulacak ama eğlenceli bir tanığı, hangisinin de babamın çok önem verdiği bir Fransız
yazarın kitabı olduğunu bilirdim. Bazen bu kütüphaneye uzaktan bakar, kendimin de bir
gün ayrı bir evde böyle bir kütüphanemin, hatta daha iyisinin olacağını, kitaplardan
kendime bir dünya kuracağımı düşlerdim. Uzaktan baktığımda bazen babamın
kütüphanesi bana bütün alemin küçük bir resmiymiş gibi gelirdi. Ama bizim
köşemizden, İstanbul’dan baktığımız bir dünyaydı bu. Kütüphane de bunu gösteriyordu.
Babam bu kütüphaneyi yurtdışı yolculuklarından, özellikle Paris’ten ve Amerika’dan
aldığı kitaplarla, gençliğinde İstanbul’da 1940’larda ve 50’lerdeki yabancı dilde kitap
satan dükkanlardan aldıklarıyla ve her birini benim de tanıdığım İstanbul’un eski ve
yeni kitapçılarından edindikleriyle yapmıştı. Yerel, milli bir dünya ile Batı dünyasının
karışımıdır benim dünyam. 1970’lerden başlayarak ben de iddialı bir şekilde kendime
bir kütüphane kurmaya başladım. Daha yazar olmaya tam karar vermemiştim, İstanbul
adlı kitabımda anlattığım gibi, artık ressam olmayacağımı sezmiştim ama hayatımın ne
yola gireceğini tam bilemiyordum. İçimde bir yandan her şeye karşı durdurulmaz bir
merak ve aşırı iyimser bir okuyup öğrenme açlığı vardı; bir yandan da hayatımın bir
şekilde “eksik” bir hayat olacağını, başkaları gibi yaşayamayacağımı hissediyordum. Bu
duygumun bir kısmı, tıpkı babamın kütüphanesine bakarken hissettiğim gibi, merkezden 5
uzak olma fikriyle, İstanbul’un o yıllarda hepimize hissettirdiği gibi, taşrada
yaşadığımız duygusuyla ilgiliydi. Bir başka eksik yaşam endişesi de tabii ister resim
yapmak olsun, ister edebiyat olsun, sanatçısına fazla ilgi göstermeyen ve umut da
vermeyen bir ülkede yaşadığımı fazlasıyla bilmemdi. 1970’lerde, sanki hayatımdaki bu
eksiklikleri gidermek ister gibi aşırı bir hırsla İstanbul’un eski kitapçılarından babamın
verdiği parayla solmuş, okunmuş, tozlu kitaplar satın alırken bu sahaf dükkanlarının, yol
kenarlarında, cami avlularında, yıkık duvarların eşiklerinde yerleşmiş kitapçıların
yoksul, dağınık ve çoğu zaman da insana umutsuzluk verecek kadar perişan halleri beni
okuyacağım kitaplar kadar etkilerdi.
Alemdeki yerim konusunda, hayatta olduğu gibi edebiyatta da o zamanlar taşıdığım
temel duygu bu “merkezde olmama” duygusuydu. Dünyanın merkezinde, bizim
yaşadığımızdan daha zengin ve çekici bir hayat vardı ve ben bütün İstanbullular ve
bütün Türkiye ile birlikte bunun dışındaydım. Bu duyguyu dünyanın büyük çoğunluğu
ile paylaştığımı bugün düşünüyorum. Aynı şekilde, bir dünya edebiyatı vardı ve onun
benden çok uzak bir merkezi vardı. Aslında düşündüğüm Batı edebiyatıydı, dünya
edebiyatı değil, ve biz Türkler bunun da dışındaydık. Babamın kütüphanesi de bunu
doğruluyordu. Bir yanda bizim, pek çok ayrıntısını sevdiğim, sevmekten
vazgeçemediğim yerel dünyamız, İstanbul’un kitapları ve edebiyatı vardı, bir de ona hiç
benzemeyen, benzememesi bize hem acı hem de umut veren Batı dünyasının kitapları.
Yazmak, okumak sanki bir dünyadan çıkıp ötekinin başkalığı, tuhaflığı ve harika
halleriyle teselli bulmaktı. Babamın da bazen, tıpkı benim sonraları yaptığım gibi, kendi
yaşadığı hayattan Batı’ya kaçmak için roman okuduğunu hissederdim. Ya da bana o
zamanlar kitaplar bu çeşit bir kültürel eksiklik duygusunu gidermek için
başvurduğumuz şeylermiş gibi gelirdi. Yalnız okumak değil, yazmak da İstanbul’daki
hayatımızdan Batı’ya gidip gelmek gibi bir şeydi. Babam bavulundaki defterlerinden
çoğunu doldurabilmek için Paris’e gitmiş, kendini otel odalarına kapatmış, sonra
yazdıklarını Türkiye’ye geri getirmişti. Bunun da beni huzursuz ettiğini, babamın
bavuluna bakarken hissederdim. Yirmi beş yıl Türkiye’de yazar olarak ayakta
kalabilmek için kendimi bir odaya kapattıktan sonra, yazarlığın içimizden geldiği gibi
yazmanın, toplumdan, devletten, milletten gizlice yapılması gereken bir iş olmasına,
babamın bavuluna bakarken artık isyan ediyordum. Belki de en çok bu yüzden babama
yazarlığı benim kadar ciddiye almadığı için kızıyordum.
Aslında babama benim gibi bir hayat yaşamadığı, hiçbir şey için küçük bir çatışmayı
bile göze almadan toplumun içinde, arkadaşları ve sevdikleriyle gülüşerek mutlulukla
yaşadığı için kızıyordum. Ama ‘kızıyordum’ yerine ‘kıskanıyordum’ diyebileceğimi,
belki de bunun daha doğru bir kelime olacağını da aklımın bir yanıyla biliyor, huzursuz
oluyordum. O zaman her zamanki takıntılı, öfkeli sesimle kendi kendime “mutluluk
nedir?” diye soruyordum. Tek başına bir odada derin bir hayat yaşadığını sanmak mıdır 6
mutluluk? Yoksa cemaatle, herkesle aynı şeylere inanarak, inanıyormuş gibi yaparak
rahat bir hayat yaşamak mı? Herkesle uyum içinde yaşar gibi gözükürken, bir yandan da
kimsenin görmediği bir yerde, gizlice yazı yazmak mutluluk mudur aslında, mutsuzluk
mu? Ama bunlar fazla hırçın, öfkeli sorulardı. Üstelik iyi bir hayatın ölçüsünün
mutluluk olduğunu nereden çıkarmıştım ki? İnsanlar, gazeteler, herkes hep en önemli
hayat ölçüsü mutlulukmuş gibi davranıyordu. Yalnızca bu bile, tam tersinin doğru
olduğunu araştırmaya değer bir konu haline getirmiyor muydu? Zaten bizlerden, aileden
hep kaçmış olan babamı ne kadar tanıyor, onun huzursuzluklarını ne kadar
görebiliyordum ki?
Babamın bavulunu işte bu dürtülerle açtım ilk. Babamın hayatında bilmediğim bir
mutsuzluk, ancak yazıya dökerek dayanabileceği bir sır olabilir miydi? Bavulu açar
açmaz seyahat çantası kokusunu hatırladım, bazı defterleri tanıdığımı, babamın üstünde
öyle fazla durmadan onları bana yıllarca önce göstermiş olduğunu fark ettim. Tek tek
elleyip karıştırdığım defterlerin çoğu babamın bizi bırakıp Paris’e gittiği gençlik
yıllarında tutulmuştu. Oysa ben, tıpkı biyografilerini okuduğum, sevdiğim yazarlar gibi,
babamın benim yaşımdayken ne yazdığını, ne düşündüğünü öğrenmek istiyordum. Kısa
zaman içinde böyle bir şeyle karşılaşmayacağımı da anladım. Üstelik bu arada babamın
defterlerinin orasında burasında karşılaştığım yazar sesinden huzursuz olmuştum. Bu
ses babamın sesi değil diye düşünüyordum; hakiki (authentic) değildi, ya da benim
hakiki babam diye bildiğim kişiye ait değildi bu ses. Babamın yazarken babam
olamaması gibi huzursuz edici bir şeyden daha ağır bir korku vardı burada: İçimdeki
hakiki olamama korkusu, babamın yazılarını iyi bulamama, hatta babamın başka
yazarlardan fazla etkilendiğini görme endişemi aşmış, özellikle gençliğimde olduğu
gibi, bütün varlığımı, hayatımı, yazma isteğimi ve kendi yazdıklarımı bana sorgulatan
bir hakikilik buhranına dönüşüyordu. Roman yazmaya başladığım ilk on yılda bu
korkuyu daha derinden hisseder, ona karşı koymakta zorlanır, tıpkı resim yapmaktan
vazgeçtiğim gibi, bir gün yenilgiye uğrayıp roman yazmayı da bu endişeyle
bırakmaktan bazen korkardım.
Kapayıp kaldırdığım bavulun bende kısa sürede uyandırdığı iki temel duygudan hemen
söz ettim: Taşrada olma duygusu ve hakiki olabilme (authenticity) endişesi. Benim bu
huzursuz edici duyguları derinlemesine ilk yaşayışım değildi elbette bu. Bu duyguları,
bütün genişlikleri, yan sonuçları, sinir başları (nerve endings), iç düğümleri ve çeşit
çeşit renkleriyle ben yıllar boyunca okuyup yazarak, kendim masa başında araştırmış,
keşfetmiş, derinleştirmiştim. Elbette onları belli belirsiz acılar, keyif kaçırıcı
hassasiyetler ve ikide bir hayattan ve kitaplardan bana bulaşan akıl karışıklıkları olarak
özellikle gençliğimde pek çok kereler yaşamıştım. Ama taşrada olma duygusunu ve
hakikilik endişesini ancak onlar hakkında romanlar, kitaplar yazarak (mesela taşralılık
için Kar, İstanbul; hakikilik endişesi için Benim Adım Kırmızı ya da Kara Kitap) 7
bütünüyle tanıyabilmiştim. Benim için yazar olmak demek, içimizde taşıdığımız, en
fazla taşıdığımızı biraz bildiğimiz gizli yaralarımızın üzerinde durmak, onları sabırla
keşfetmek, tanımak, iyice ortaya çıkarmak ve bu yaraları ve acıları yazımızın ve
kimliğimizin bilinçle sahiplendiğimiz bir parçası haline getirmektir.
Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık. Bu bilginin
keşfi ve onun geliştirilip paylaşılması okura çok tanıdığı bir dünyada hayret ederek
gezinmenin zevklerini verir. Bu zevkleri, bildiğimiz şeylerin bütün gerçekliğiyle yazıya
dökülmesindeki hünerden de alırız elbette. Bir odaya kapanıp yıllarca hünerini
geliştiren, bir alem kurmaya çalışan yazar işe kendi gizli yaralarından başlarken bilerek
ya da bilmeden insanoğluna derin bir güven de göstermiş olur. Başkalarının da bu
yaraların bir benzerini taşıdığına, bu yüzden anlaşılacağına, insanların birbirlerine
benzediğine duyulan bu güveni hep taşıdım. Bütün gerçek edebiyat, insanların birbirine
benzediğine ilişkin çocuksu ve iyimser bir güvene dayanır. Kapanıp yıllarca yazan biri
işte böyle bir insanlığa ve merkezi olmayan bir dünyaya seslenmek ister.
Ama babamın bavulundan ve tabii İstanbul’da yaşadığımız hayatın solgun renklerinden
anlaşılabileceği gibi, dünyanın bizden uzakta bir merkezi vardı. Bu temel gerçeği
yaşamanın verdiği Çehovcu taşra duygusundan, bir diğer yan sonuç olan hakikilik
endişesinden (anxiety of authenticity) kitaplarımda çok söz ettim. Dünya nüfusunun
büyük çoğunluğunun bu duygularla yaşadığını, hatta daha ağırları olan eziklik, kendine
güvensizlik ve aşağılanma korkularıyla boğuşarak yaşadığını kendimden biliyorum.
Evet, insanoğlunun birinci derdi hâlâ, mülksüzlük, yiyeceksizlik, evsizlik… Ama artık
televizyonlar, gazeteler bu temel dertleri edebiyattan çok daha çabuk ve kolay bir
şekilde anlatıyor bize. Bugün edebiyatın asıl anlatması ve araştırması gereken şey,
insanoğlunun temel derdi ise, dışarıda kalmak ve kendini önemsiz hissetme korkuları,
bunlara bağlı değersizlik duyguları, bir cemaat olarak yaşanan gurur kırıklıkları,
kırılganlıklar, küçümsenme endişeleri, çeşit çeşit öfkeler, alınganlıklar, bitip
tükenmeyen aşağılanma hayalleri ve bunların kardeşi milli övünmeler, şişinmeler…
Çoğu zaman akıldışı ve aşırı duygusal bir dille dışa vurulan (express) bu hayalleri kendi
içimdeki karanlığa her bakışımda anlayabiliyorum. Kendimi kolaylıkla
özdeşleştirebildiğim (identify) Batı-dışı dünyada büyük kalabalıkların, toplulukların ve
milletlerin aşağılanma endişeleri ve alınganlıkları yüzünden zaman zaman aptallığa
varan korkulara kapıldıklarına tanık oluyoruz. Kendimi aynı kolaylıkla
özdeşleştirebildiğim Batı dünyasında da Rönesansı, Aydınlanmayı, Modernliği
keşfetmiş olmanın ve zenginliğin aşırı gururuyla milletlerin, devletlerin zaman zaman
benzer bir aptallığa yaklaşan bir kendini beğenmişliğe kapıldıklarını da biliyorum.
Demek ki, yalnızca babam değil, hepimiz dünyanın bir merkezi olduğu düşüncesini çok
fazla önemsiyoruz. Oysa, yazı yazmak için bizi yıllarca bir odaya kapatan şey tam tersi 8
bir güvendir; bir gün yazdıklarımızın okunup anlaşılacağına, çünkü insanların dünyanın
her yerinde birbirlerine benzediklerine ilişkin bir inançtır bu. Ama bu, kendimden ve
babamın yazdıklarından biliyorum, kenarda olmanın, dışarıda kalmanın öfkesiyle yaralı,
dertli (troubled) bir iyimserliktir. Dostoyevski’nin bütün hayatı boyunca Batı’ya karşı
hissettiği aşk ve nefret duygularını pek çok kereler kendi içimde de hissettim. Ama
ondan asıl öğrendiğim şey, asıl iyimserlik kaynağı, bu büyük yazarın Batı ile aşk ve
nefret ilişkisinden yola çıkıp, onların ötesinde kurduğu bambaşka bir alem oldu.
Bu işe hayatını vermiş bütün yazarlar şu gerçeği bilir: masaya oturup yazma
nedenlerimizle, yıllarca umutla yaza yaza kurduğumuz dünya, sonunda apayrı yerlere
yerleşir. Kederle ya da öfkeyle oturduğumuz masadan o kederin ve öfkenin ötesinde
bambaşka bir aleme ulaşırız. Babam da böyle bir aleme ulaşmış olamaz mıydı? Uzun
yolculuktan sonra o varılan alem, tıpkı uzun bir deniz yolculuğundan sonra sis
aralanırken bütün renkleriyle karşımızda yavaş yavaş beliren bir ada gibi bize bir
mucize duygusu verir. Ya da Batılı gezginlerin güneyden gemiyle yaklaştıkları
İstanbul’u sabah sisi aralanırken gördüklerinde hissettikleri şeylere benzer bu. Umutla,
merakla çıkılan uzun yolculuğun sonunda, orada camileri, minareleri, tek tek evleri,
sokakları, tepeleri, köprüleri, yokuşları ile birlikte bütün bir şehir, bütün bir alem vardır.
İnsan, tıpkı iyi bir okurun bir kitabın sayfaları içinde kaybolması gibi, karşısına
çıkıveren bu yeni alemin içine hemen girip kaybolmak ister. Kenarda, taşrada, dışarıda,
öfkeli ya da düpedüz hüzünlü olduğumuz için masaya oturmuş ve bu duyguları
unutturan yepyeni bir alem keşfetmişizdir.
Çocukluğumda, gençliğimde hissettiğimin tam tersine benim için artık dünyanın
merkezi İstanbul’dur. Neredeyse bütün hayatımı orada geçirdiğim için değil yalnızca,
otuz üç yıldır tek tek sokaklarını, köprülerini, insanlarını, köpeklerini, evlerini,
camilerini, çeşmelerini, tuhaf kahramanlarını, dükkanlarını, tanıdık kişilerini, karanlık
noktalarını, gecelerini ve gündüzlerini kendimi onların hepsiyle özdeşleştirerek
anlattığım için. Bir noktadan sonra, hayal ettiğim bu dünya da benim elimden çıkar ve
kafamın içinde yaşadığım şehirden daha da gerçek olur. O zaman, bütün o insanlar ve
sokaklar, eşyalar ve binalar sanki hep birlikte aralarında konuşmaya, sanki kendi
aralarında benim önceden hissedemediğim ilişkiler kurmaya, sanki benim hayalimde ve
kitaplarımda değil, kendi kendilerine yaşamaya başlarlar. İğneyle kuyu kazar gibi
sabırla hayal ederek kurduğum bu alem bana o zaman her şeyden daha gerçekmiş gibi
gelir.
Babam da, belki, yıllarını bu işe vermiş yazarların bu cins mutluluklarını keşfetmiştir,
ona önyargılı olmayayım diyordum bavuluna bakarken. Ayrıca, emreden, yasaklayan,
ezen, cezalandıran sıradan bir baba olmadığı, beni her zaman özgür bırakıp, bana her
zaman aşırı saygı gösterdiği için de ona müteşekkirdim. Pek çok çocukluk ve gençlik 9
arkadaşımın aksine, baba korkusu bilmediğim için hayal gücümün zaman zaman
özgürce ya da çocukça çalışabildiğine bazen inanmış, bazen da babam gençliğinde yazar
olmak istediği için yazar olabildiğimi içtenlikle düşünmüştüm. Onu hoşgörüyle
okumalı, otel odalarında yazdıklarını anlamalıydım.
Babamın bıraktığı yerde günlerdir hâlâ duran bavulu bu iyimser düşüncelerle açtım ve
bazı defterleri, bazı sayfaları bütün irademi kullanarak okudum. Babam ne mi yazmıştı?
Paris otellerinden görüntüler hatırlıyorum, bazı şiirler, bazı paradokslar, akıl
yürütmeler… Bir trafik kazasından sonra başından geçenleri zar zor hatırlayan, zorlansa
da fazlasını hatırlamak istemeyen biri gibi hissediyorum kendimi şimdi. Çocukluğumda
annem ile babam bir kavganın eşiğine geldiklerinde, yani o ölümcül sessizliklerden biri
başladığında babam havayı değiştirmek için hemen radyoyu açar, müzik bize olup biteni
daha çabuk unuttururdu.
Ben de benzeri bir müzik işlevi görecek ve sevilecek bir-iki söz ile konuyu
değiştireyim! Bildiğiniz gibi, biz yazarlara en çok sorulan, en çok sevilen soru şudur:
neden yazıyorsunuz? İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş
yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye
yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün
oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe
katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de
nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kağıdın,
kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her
şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum.
Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için
yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok
kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir
kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes
benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın
raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey
inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu
güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye
anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve
oraya —tıpkı bir rüyadaki gibi— bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak
için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için
yazıyorum.
Yazıhaneme gelip bavulu bırakışından bir hafta sonra, babam, her zamanki gibi elinde
bir paket çikolata (kırk sekiz yaşında olduğumu unutuyordu) beni gene ziyaret etti. Her
zamanki gibi gene hayattan, siyasetten ve aile dedikodularından söz edip gülüştük. Bir 10
ara babamın gözü bavulu bıraktığı köşeye takıldı ve onu oradan alıp kaldırdığımı anladı.
Göz göze geldik. Sıkıcı, utandırıcı bir sessizlik oldu. Ona bavulu açıp içindekileri
okumaya çalıştığımı söylemedim, gözlerimi kaçırdım. Ama o anladı. Ben de onun
anladığını anladım. O da benim onun anladığını anladığımı anladı. Bu anlayışlar da
birkaç saniye içinde ne kadar uzarsa ancak o kadar uzadı. Çünkü babam kendine
güvenen, rahat ve mutlu bir insandı: her zamanki gibi gülüverdi. Ve evden çıkıp
giderken bana her zaman söylediği tatlı ve yüreklendirici sözleri bir baba gibi yine
tekrarladı.
Her zamanki gibi babamın mutluluğunu, dertsiz, tasasız halini kıskanarak arkasından
baktım. Ama o gün içimde utanç verici bir mutluluk kıpırtısı da dolaşmıştı,
hatırlıyorum. Belki onun kadar rahat değilim, onun gibi tasasız ve mutlu bir hayat
sürmedim, ama yazının hakkını verdim duygusu, anladınız… Bunu babama karşı
duyduğum için utanıyordum. Üstelik babam, benim hayatımın ezici merkezi de
olmamış, beni özgür bırakmıştı. Bütün bunlar bize yazmanın ve edebiyatın, hayatımızın
merkezindeki bir eksiklik ile, mutluluk ve suçluluk duygularıyla derinden bağlı
olduğunu hatırlatmalı.
Ama hikâyemin bana daha da derin bir suçluluk duydurtan bir simetrisi, o gün hemen
hatırladığım bir diğer yarısı var. Babamın bavulunu bana bırakmasından yirmi üç yıl
önce, yirmi iki yaşımdayken her şeyi bırakıp romancı olmaya karar vermiş, kendimi bir
odaya kapatmış, dört yıl sonra ilk romanım Cevdet Bey ve Oğulları’nı bitirmiş ve henüz
yayımlanmamış kitabın daktilo edilmiş bir kopyasını okusun ve bana düşüncesini
söylesin diye titreyen ellerle babama vermiştim. Yalnız zevkine ve zekasına güvendiğim
için değil, annemin aksine, babam yazar olmama karşı çıkmadığı için de onun onayını
almak benim için önemliydi. O sırada babam bizimle değildi, uzaktaydı. Dönüşünü
sabırsızlıkla bekledim. İki hafta sonra gelince kapıyı ona koşarak açtım. Babam hiçbir
şey söylemedi, ama bana hemen öyle bir sarıldı ki kitabımı çok sevdiğini anladım. Bir
süre, aşırı duygusallık anlarında ortaya çıkan bir çeşit beceriksizlik (clumsiness) ve
sessizlik buhranına kapıldık. Sonra biraz rahatlayıp konuşmaya başlayınca, babam, bana
ya da ilk kitabıma olan güvenini aşırı heyecanlı ve abartılı bir dille ifade etti ve bugün
büyük bir mutlulukla kabul ettiğim bu ödülü bir gün alacağımı öylesine söyleyiverdi.
Bu sözü ona inanmaktan ya da bu ödülü bir hedef olarak göstermekten çok, oğlunu
desteklemek, yüreklendirmek için ona “bir gün paşa olacaksın!” diyen bir Türk babası
gibi söylemişti. Yıllarca da beni her görüşünde cesaretlendirmek için bu sözü tekrarladı
durdu.
Babam 2002 yılı Aralık ayında öldü.
İsveç Akademisi’nin bana bu büyük ödülü, bu şerefi veren değerli üyeleri, değerli
konuklar, bugün babam aramızda olsun çok isterdim.
İsveç Akademisi’nin bana bu büyük ödülü, bu şerefi veren değerli üyeleri, değerli
konuklar, bugün babam aramızda olsun çok isterdim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder