22 Aralık 2015 Salı

resulullahla benim aramdaki farklar




resulullah süper bir insandı, ben o kadar değilim,
resulullah yolda ebu bekir’i görse ‘es selamu aleyküm ya sıddık’ derdi,
ben yolda ebu bekir’i görsem tanımam.
resulullah asla yalan söylemezdi; ben annem ölürken hiç ağlamadım.
ben annem ölürken çok ağladım çünkü annem
gırtlağından hırıltılar çıkarırken nasıl terliyordu, görmeliydiniz.

resulullah azrail’i yolda görse tanırdı;
ben azrail’i annemin yanında görseydim ona bir çift lafım olurdu,
derdim ki şimdi yani af edersin ama o sıktığın annemin gırtlağı.

resulullah olsa ona bunları söylesem o bana gülümserdi;
o bana gülümserdi ben ona derdim ki, anam babam yoluna feda olsun ey allah’ın resulü; fakat şu koca melek, annemin gırtlağını sıkıyor, bir şeyler yapamaz mıyız?

resulullah orada olsaydı annemin elini tutardı derdi ki ‘kızım ha gayret!’;
ben orada olsaydım annemin elini tutardım ve derdim ki ‘anneciğim ölmesen…’

ben oradaydım annemin elini tuttum ve dedim ki ‘anneciğim seni ben…’;
annem döndü bana bir baktı o bakışı görmeliydiniz

resulullah o bakışı görseydi merhametten ağlardı;
ben o bakışı gördüm haşyetten bayılacaktım ama annem elimden tuttu.

ne tuhaf, anneler ölürken bile çocuklarının

anneler ölürken bile çocuklarının ellerini bırakmıyor ne tuhaf…

resulullah çok şanslı bir insan
annesi öldüğünde o küçücüktü;
benim annem öldüğünde ben küçücük değildim,
zaten şanslı birisi de değilimdir, filmlerim iş yapmaz.

annem daha yeni öldü fazla uzaklaşmış olamaz!

olamaz dedim annem son nefesini alıp da vermeyince
verse de ben alsam onu, içim ferahlasa, siz de görseniz
resulullah tutsa annemin elinden birlikte geçseler çölü
nasıl olsa resulullah da ölü annem de ölü.

Ah Muhsin Ünlü

14 Aralık 2015 Pazartesi

fena'yı okuma denemesi

Şair kendi varlığının kalabilmesi adına çıktığı yolculuğu şiirle sağlayabiliyor. Şiirin ona açtığı yeni yol ve uzam, bazen onu kurtaran bir alanı da işaretliyor. On beş yıllık şiir yürüyüşünün geldiği nokta FENA’yı çıkardı Süleyman Unutmaz için. Çağımız insanının kaosunu işaret etti kapak. Kitabın adı da herkese yetecek anlam nüansını barındırıyor. Şiir toplamımız için yeni bir nefes niteliğinde. Kitaptaki ilk şiiriyle birlikte besmele, hamdele ve salveleyle hakka yönelir. Münacat’la başlar kitap. “ Ve bana göster rüyamda sonsuzluğu/ Sonsuzluğu rüyasında görmüş birinin/ Sabahını anlatayım onlara./…Sen hiç beni yalnız bırakmadın.” Şairin her insan gibi, anlatma derdi var. Bu dert sonsuzluk. Ama özne şair. ‘Onlar’ ise nesne olarak sosyal yapıdaki paydaşlar. Hoş şiirin ne kadar paydaşı kalmışsa.

Şiiri temellendiren, hatta kelimelerden örülmüş sağlam bir örgü haline getiren etkenlerin başında ontolojik meyil olduğu açıktır: Nefis sahibi her insan için asla vazgeçemeyeceği, kendini var kılmak zorunluluğu… Şiirin hakikate yaslanan, hatta bağlanan yanı bunu ifade etmek içinse eğer; nihai aşama da nefsini terbiye eden bir olgunluğa ulaşmaktır. Kalabalıkların içi ne kadar yalnızlar içindir bunu bilir modern birey. Yalnızlıklar için de şiir bire birdir bunu da şair bilir. Dostoyevski’nin de söylediği gibi, “Her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır... Her şeyi anlıyorum ve bu beni öldürecek.''

Şairlerin, müteşair ve söz ustası zanaat ehli gibi davrandıkları, cari olan yapı içinde tüm eleştirilere rağmen vazgeçemedikleri zaafları vardır. Şiirin özünü üçe beşe bakmadan bir ortaoyunu figüranı gibi harcamaları. Karadenizli, Rumelili, Kayserili, Ermeni, Rum, Yahudi, Sarhoş, Bekçi. Hepsinden bir miktar ya da hepsi bir yerde. Sahnede bedensel kıvraklıklar  ve mazrufu örtmek için zarf üzerine “dikkat kıvraklığı”. Bunu tiyatrocular yıllar boyu çalışarak elde ederler oysa. Bunlar abartıp şiirin reis-i cumhurunu bile seçerler! Hatta yüzyılın şairini bile seçerler. Şiire kendilerini pazarlama görevlisiymiş gibi davranırlar. Bir kez daha ve sağlam, titretip kendilerine, yani yitiklerine ulaştırmak gerek onları; bu da muhalif bir ahlak sahibine, (Süleyman’a) yakışırdı: “göğe uzatıp tanrısal kulaklarını/ vahiy bekler gibi ölü azizlerden/ şiir okuyor şairler/ gecenin müstehzi bakışı/ henüz dokunmuyor narin ruhlarına/…/ ne kadar hüzünlüler ne çok yorulmuşlar/…/ kendilerine gülümseyen kediler gibi.” (Şiir Gecesinde Şairler) 

Şairin varlık olarak içine doğduğu hayatı, kendisine sunulan yaşama formunu ve kendisinin oluşturduğu yaşama formunu, anlamlı/anlamsız kılma isteği, belki de bununla yüzleşmesi. Önünde olan olumsuzluklara ve insan aklıyla üretilmiş olan cari sisteme karşı aldığı tavır, geliştirdiği savunma refleksi. Her insanın yapısı farklı olduğu için, bu mekanizma bazen saldırı şeklinde de tebellür edebilir. Hem sistemi hem de toplumun normlarını yerden yere vurabilir. “büyük bir şiirin içinden konuşuyor gibisin/insanları sevememeyi öğrenmişsin/ sıkıntının inceliğisin.” (Zamanımızın Bir Kahramanı)

Esasen yeryüzünde tanımlanmış bir amaçla bulunmaktan mütevellit sancıların, zamane ile çatışık sonuçlara yol açması, şairi idealin olmasa da gerçekliğin dönüştürücü öznesi olmaya zorlar. Çünkü şiirden kurulan her bir form estetik bir güzellik ve inceliği peşin peşin ortaya koymayı amaçlar. “Aşk, diye bilinen yüzük lekesi/ Kalbimize çiviyle kazınan/ Her harfini bildiğimiz hayalsin sen/Ayırma yalnızlığını bizden.” (Sevgili Öyküler)

Ortalama hayat tarzının, şairi sınırlama eğilimi, onda hayatın bizatihi kendisine ve sistemsel getirilerine karşı bir zorlamanın psikolojik kırılmalarını ortaya çıkarır. Hayatın önüne çıkardığı cerbezelerle yüzleşme şekli, onu evvelemirde kendini tanıma ve tanımlamaya götürür. Bu yolculuk şairin şahsi tekamül evrelerini bir bir yaşamasını zorunluluk olarak vaz etmiştir. Bu en başta insanın kişisel gelişimidir.  “Ben onu hayattan geçerken gördüm/… oturduk sofrasına şu beyhude günlerin/… ben onu kalbime bakarken gördüm.” (Hasbelkader)

Şair kendi içindeki savaşta yitme lüksü olmayan insandır. Sadece kendini ilgilendiren içsel bir sorunu ve bu meselelerle mücadelesini farkındalık olarak sunarak şiirin özü olan şuura yaklaşmış sayılamaz. Bu içsel savaş sonuçlarının önemli olması, sosyal bir öz yakalanması bakımından,  sosyal öz’deki yaraların teşhisi bakımından değerlidir… Sosyal yaranın yanında bulunmalı, yarayı sağaltmalıdır. Mazlumun, mağdurun, masumun ve aşkın yanında bulunmalı, statükoyu silkeleyen, tehdit eden bir güç olmalıdır.Mesnevi okuyup sigara içen mütesettir kızlar kiminle evlenir Erkan?/ Mavi Marmara’dan galip dönen İslamcılarla mı?/ Risale-i nur talebeleri değil Erkan olur mu?/ Bak ben severim onları da onların evliliğini de/ Onların yumuşacık Müslümanlıklarında semirttikleri saadetlerini de”

İnsanı merkeze almak, insandan uzayan sosyal bir boyut yakalanması adına önemlidir. İşte şiirin varlık olarak, sağlam bir metin olmasının sırrı buradadır. Şairin kendi olması, kendi olarak kalmaması ile sağlanabilir. Çünkü asl’olan kendini yok edebilme eşiğine ulaşmaktır. Kendini/nefsini yok edebilmenin sosyale gömülmek olmadığını yinelemek şarttır bu noktada. Şair kendi gerçekliği üzerinden içinde yaşadığı sosyal yapı ile bağ kurmak durumundadır. Sosyal bir varlıktır nihayetinde. Eğer kendi gerçekliğini kutsamaya başlıyorsa şair, ben tuzağındaki sanal tahtına kuruluyorsa, içinde yaşadığı yapı ile arasına ördüğü duvar, toplumla kopan bağı, onu sırça sarayında erittikçe, şiiriyetini ve ahlakını da eritir. Oysa kişisel gerçekliği ile sosyal gerçekliğin bağı gün be gün sağlamlaşmalı, şairin durduğu yer sosyal yapı ile kesişmelidir. “Biraz monna biraz rosa yani aşkı nasıl servis edeceğini iyi bilen/Kitaplarda saklı yaralar gibiyken o kızların yüzleri/ Sadra şifa şeylerden güneşin gördüğü şeylerden bahseden/Aşkı 12den vurup o yüzleri yere seren”

Kendini soyutlayan her şairi, kendini yineleme tehlikesi bekler. Hayatla sıkı bağlar kurmaktan gelen ayrımdır, şiirin ve şairin farkı.  Bir diğer tehlikeyi de burada ifade etmek gerekiyor.  Şairin kendisine itibar ve anlam kazandıracak dünyevi oyunlarla iştigali ve bu esnada şiiri bir meta olarak kullanması,  şiirin/şiiriyetin hakiki/sahih alanına saldırıdır her yönüyle. Şairi koruyacak olan da yukarıda sözünü ettiğimiz gerçekliktir. Yani nefsî olanı, dünyevi olanı, moral değerler bakımından kabul edilebilir ölçülerde tutmak ve sosyal yapıyla bağdaştırmak.  Bu tasavvufta fena fil ihvan olarak karşılanır. Fena fil ihvan içeriğinde taşıdığı şeyler bakımından modern insan/şair için bir çeşit sigortadır. Diğer yandan dünyevi meşguliyetler, moral değerlere giden kapalı yolları açmak içindir. Yoksa maksat dünya değildir. Nefsin bencilliğini ve serkeşliğini kırmanın yegâne çaresi; Fena fil ihvandır. Eskiler diğergam olmak derler. Kardeşler için kendini yok etmek. Kendinden yola çıkan şair ulaştığı yerde kendini bulamamalıdır. İçinde yok olduğu bir şiiriyete ulaşmalıdır. Ulaşılması gereken bu yer, bir tavır almanın somut alanıdır, modern yaşama biçimine karşı. Bu tavrın adı; insanlığı harekete geçirecek sağlam ve gerçek şiire olan ihtiyaçtır. “Ben henüz ölmemiştim ellerimde salıncak/dağların Kürtçesinde mosmordu intiharlar/bir ova bir rüzgarı sorgulardı çırçıplak/…uzak kış uzak insan uzak ekmek uzak tan/hem sana delirirken bulurdum esenlikti.”
                                                                                                             

Ethem ERDOĞAN

YEDİ İKLİM 309, ARALIK 2015

12 Aralık 2015 Cumartesi

annem için

                                     
   

                                                                       Bir günümüz bile sensiz geçmezken
                                                                       Şimdi mezarına hasretiz anne...

Issız bir mezarlık, kimsesiz bir yer
Gölgesinde ulu, loş bir mâbedin
Bir yığın toprakla bir parça mermer
Sırrıyla haşr olmuş orda ebedin.

Bir yığın toprakla bir parça mermer,
Üstünde yazılı yaşınla, adın;
Baş ucunda matem renkli serviler
Hüznüyle titreşir sanki hayatın.

Seni gömdük anne yıllarca evvel
Göz yaşlarımızla bu ıssız yere
Kimsesiz bir akşam ziyaya bedel
Matem dağıtırken hasta kalblere.

Kimsesiz bir akşam, ezelden yorgun
Hüznüyle erirken Dicle de sessiz,
Öksüzlük denilen acıyla vurgun
Bir başka ölüydük bu toprakta biz.


Tanpınar

7 Aralık 2015 Pazartesi

ils sont eux


Ağır ceza reisi duruşmaya girerken
safir bir göz yapışıyor kırmızı yakasına
kırmızı yakaları var yargıç cübbelerinin
Fransız ihtilalelinden kalma.
Burslu okuduğu yıllardan kalma ceza reisinin
garip bir tarafı var
kaşlarını çatınca bir çocukluk
dolduruyor yüzünü
ürkünç bir uğursuzluk
gülümsediği sıra.
Garip bir tarafı var valinin
makam arabasına binerken her seferinde
bakır bir dudak karışıyor kırmızı saçlarına
saçlarını parmaklarıyla taradığı zamanlar
bu dudak
öpüyor onu hain bir yumuşaklıkla.
Safir göz görünmüyor yargıca
kendini valiye vermiyor bakır dudak
görmüyor alay komutanı tekmil alırken
gömleğine bir damla civanın sızdığını
bir gözyaşı, bir ukde anlamı kazanarak.
Kimse görmüyor buruşuk pardesüsüyle bir babanın
kırılgan bir yelpaze olduğunu akşam eve girince
karısı
katlanmış kilimlerle uyum içinde
kolunu büküyor, dayıyor elini yanağına
büyük kız kanepede bu ara
bir göl gezintisine çıkmıştır
kelebek ölülerinden bir ırmakta
sürüklenmektedir lisebirdeki oğlan.
Kız için
sırlara karışmaktır
bir gölün ortasında olmak
erkek kardeşi bir türlü
varamaz herhangi bir sırra…
İki yanında neden akar binlerce bu kelebek?
Binlerce kanatlı çekirge neden uçar
beyninin yukarsında?
Evde soba yanıyor
önce çalılar geçiyor çocukların boğazından
sonra ağaç kökleri yırtıyor damarlarını
bütün ailenin.
Dışarda soğuk
safirden, bakırdan, cıvadan bir gece uçuyor
gece uçarken kulaklarına dokunuyor bekçinin
bekçi
mavi zehir şiddetinde düdük çalarak
bir soru soruyor karanlığa
bütün cevaplar sendedir, saklama
diyor karanlık ona
bekçi en saklı yerinden bir banka broşürü
bir piyango bileti çıkarıp gösteriyor
copunu gösteriyor lisebirdeki oğlana
sonra acılı olduğu açıkça anlaşılan
bir kadına bıyık buruyor
buruk bir sabah
başlıyor acılı olduğu
açıkça anlaşılmayan
dünyada.
Ağır ceza reisi
santa luçia söylüyor traş olurken
maiyet memurluğundan beri aksatmadan
yaptığı gibi vali sabah sabah
parlatıyor
zaten pırıl pırıl olan siyah
kunduralarını.
Kışlada alay komutanı
barakaların kar altında öksüz
duruşlarına bakarak
susuyor, söylemiyor bildiği tek şiiri
'güzel olan hiçbir şey hülasa edilemez'
demiş çünkü Valéry.
Çünkü serbest düşünme zamanı geçti artık
şimdi mesai saati
disiplin kurulunun toplantısı var
arşivde sicil belgeleri damgalanacak
tayinler imzaya girecek
teftişe gidecek generaller
rüya, okşayış, Tevrat
gibi kelimeler
gündemin dışında.
Yurttaşlar uygunadım çalışmalarıyla
söktüler kariha yarımküresini yerinden
bir pusula koydular açtıkları boşluğa
titreyen, korkak ibresiyle bu pusula
kuzeyi gösteriyor serbest
düşünme zamanlarında;
safir bir göz görünce karıştırıyor yönü
tırnaklarını yiyor bakır bir
dudak ona yaklaşınca;
cıvadan bir gözyaşı
bari olsun istiyor
bütün mesai boyunca.
Buruşuk pardesülü adam dalgın
gittikçe daha dalgın, elinde cetvel
masada hesap makinesi, pusula
yetmiyor dibe dalmasına
bağlıyor kalın bir urganla beline
ağır bir sandık
salıyor kendini
yeşil yosunların
kırmızı balıkların
uçan kabarcıkların
derinliklerine
orada
bir sandık buluyor
yakutlar, altınlar, pırlantalar
adam dibe inmek için beline bağladığı
sandığını keşfediyor dibe ulaştığında.
Öyleyse adamın eyvah ışıdı yüreği
eve dönmesine gerekçe
bulamıyacak bir daha.
Eyvah çattı kaşlarını, ayağa kalktı yargıç
elindeki kalemi
gülümsüyor, kıracak!
Atıldı öne, denize doğru lisebirdeki oğlan
denize, yakuta, entegral hesaplarına.
Kardeşim!
diye haykırdı ablası arkasından
fırladı kanepeden
kopardı kafasını bekçinin
safirden bir baltayla.
Anneleri
mutfakta kalan son bakır sahanı
alüminyum olanıyla değiştirdi.
Mesainin bitimine on kala
istifa etti vali
çamurlu bir yoldan
yayan yürüdü sınıf arkadaşı
olan nalbantın dükkanına.
Alay komutanı oğlu için
otomobil satın aldı
Mercury marka.
Kış geçti, öksürük haplarıyla
geçti cumartesi
hiçbirşey söylemeyen sözlere varmak için
herşeyin sonuna kadar söylenmesi gerekti
incir… yarpuz… karamela…
la havle ve la kuvvete illa billah.

(1981)



İsmet Özel

6 Aralık 2015 Pazar

istanbul'u dinliyorum, orhan veli kanık



İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
                   
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
                   
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular
Çekiç sesleri geliyor doklardan
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
                   
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
                   
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Birşey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
                   
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul'u dinliyorum.
                   
                                 

kumgüzeli / ulus baker



En elde edilmemiş şiirdin sen. Kuşluk vakti yazılanlardan... Bıkkın bir rahibin, bir sabah, yorgun bir vezirin akşamın alacakaranlığında muhtemelen yazacağı... Masadan doymadan kalkmış gibi okunmalı... güzelsin...
Uzaktan zor seçilebilir bir harf... Hayır hayır! Şimdi anlıyorum... Gizli bir rakam, Kabala'dan... kumun üzerine çizilen... Çöldeyiz ve başka bir yerde değiliz... ama güzelsin...
Dansederken göğüsleri sallanan kadınlardan, karadelikleri saatlerce uçuşup duranlardan, sessiz sitemleri kargaşada bile belli olanlardan tırsma öyle kolay kolay... Öyleyse bu bir nasihat... çünkü güzelsin...
Onlar bitecekler: Çizgi roman gibi kolayca, tatile çıkarken boşanan yağmur gibi apansız, menemen pişirmek gibi aceleyle... hâlâ güzelsin...
İskemle hasır ve ayaklarında yatay, ayaklarını dizlerini böğrüne çekmeye razı olarak basabileceğin yatay tahta çubuklar... Rahatına düşkün keyiften uzak Osmanlı "effendi"sinin (ephendi?) garip kahvehane illeti bu iskemleler... Otur o illete gerçekten, çekinmeden, sereserpe... orada güzelsin...
Yılgın geçilir sokaklardan, kuş gibi değil, işportacı kertenkeleler gibi de değil... Ağır aksak, akşam dörtten sonra yaz günü... Akşam mı? O kayıtsızdır... Bildiği gibi değişir, geçer, gider... güzelsin...
Kes kulakları, geçir bir sicime... Ama kaybetme... Başka ne göstereceksin savaşa dair? Kara delikler işitmiş bu öyküyü... Islanarak... Ama güzeller...
Kalp kalbe karşı... Bir arkadaşın evinde... Çiçekmiş... Hemen uzmanı geçindim. Ah! O güneş ister. Ah! Bol su asla olmaz. Oysa hiç anlamam çiçekten... Devetabanını pazı sanabilirim... Neden yaptım bunu? Çiçeğin adı sardı beni... Çünkü güzelsin...
Sözlerine delik kulağım... Özürlere sağır... Kör bir kuyu olacağım... Sen ise, güzelsin...
Güzel sözcüğünü senden başkasına lâyık göremem... Ama bir önceki cümlede görmüş olabilirim... Aldırma, güzelsin...
Mikroskop mucidi Leeuwenkoek dostu ressam Vermeer'e "su böyle işte ve başka türlü değil" demiş... Bir öpüş damlasında milyarlarca gözle görülmez yaratık... Ressamın tarafını tutuyorum... Çünkü, güzelsin...
Birkaç tel beyaz... Bizi gazlamaz... Sakınmazsın görüntünü, biliyorum... Çünkü güzelsin...
Mikroskopun mucidi Leeuvvenhoek, aynı günde doğdukları, hep komşuluk yaşadıkları dostu ressam Vermeer'e bir su damlası gösterip, "su işte böyle ve değil başka türlü" demiş... Bir öpüş damlasında kanyuvarları... Mucidin tarafım tutsam da... Sen güzelsin...
Teleskopla bulamadım... Mikroskopla bulacağım... Ayın yüzeyinin de bir dokusu var elbet... Gözenekler, sivilceler... Onlarla çok güzelsin...
Neo-liberalizm, ruhçuluk, tarikat, entellektüel, ordu, çok-insansız şirketler, öykü yazarları, kestaneyi çizdirenler, uzaktan bakanlar, Şemdinliler, tavşan falcıları, kurban sömürgenleri, onmaz kuşkuculuk, araba tamircileri, taksitle alın tutkumu, hadi... Kazık ve pazarlık... Ama son kumarım sensin... Sen, güzelsin...
Sen, güzelsin... Kuraldışı... Bastıbacak... Minicik... Ama sen, güzelsin...
Kapımın eşiği, gözümün bakışı, son ruhsal tatil, duruşum, bozuluşumsun... Pazarlık etmem... Markette yoksun... Reklamın yok! Gerçekten... Güzelsin...
Kedi sakladım senden, öykü sakladım, belki bunu da saklayacağım... İhanet... Ama sen, güzelsin...
Ruhumu saran sacayağı, gözümün bağı, son ruhsal kaatil, ölümüm, mahvoluşumsun...
Cazgırlık etmem... Gönlünde yokum... Aşkımız, yok! Gerçekten... Güzeldin...

5 Aralık 2015 Cumartesi

gidemediklerimiz

görüyor musunuz?
denizin ötesinde
kumsaldan hayli uzakta
bir ev var
tek pencereli bir ev 
içerde bir iskemle
üzerinde gençliğim
bir yatak, bir yorgan, bir kırık masa..
bir ip sallanır boynumda.

odama sımsıcak iklimlerle geldiniz.
gözleriniz kararlıysa
sevmeye sevilmeye
bu gece sabaha dek
ipi siz çekeceksiniz.
sımsıcak deniz
gidemediklerimiz.


hür yumer

4 Aralık 2015 Cuma

sen güzelsin diye getirdiklerim


Sen güzelsin diye bak bu elmayı güneşli
bir yerden getirdim
eğildi dallar saygıyla o uzaktan getirdim
sedef kakmalı bir bıçak saplanmıştı toprak karanlığına
öldürücü bak sevimsiz bir aydınlıktan getirdim.
 
Ormanlar gibi içine düşmüş gibi dinç rüzgâr
büyülü bir düşünce gibiydi senin güzelliğin
sen bak bir dalın yaprakları hışırtısıyla
sen güzelsin diye bak bu elması karanlık 
bir topraktan getirdim.

Yılkı atlar koşardı ölmeden biraz önce
yeşil bir sarmaşık saçlarını isterdim
sen bak bir elmas bir elma dolgunluğunla
sen güzelsin diye bak bu elması karanlık 
bir topraktan getirdim
öldürücü, sevimsiz bir aydınlıktan getirdim.

 

Mustafa Altay Sönmez

3 Aralık 2015 Perşembe

2 Aralık 2015 Çarşamba

kaybola / edip cansever

Sana her zaman söylüyorum, senin yüzünde gülmek var
Bakınca bir yaşama ordusu çıkıyor aydınlığa
Bir çiçek geliyorsun yer altı çevresinden
Bir kartal gidiyorsun çıplağın ayaklarla
Şimdi bir pembeyi kovuşturuyor
Omzundan yukarıya üç kişi
Deli ediyor onları saçlarında
Bir karanfil çok
Bir karanfil azala azala

En saklı yerlerinden en güzelliğin çıkıyor
Ansızın doğan hayvanlar gibi güzel
Bakınca bir şiir canlıyorum dünyaya
Yapılan bir şeydir şiir; yuvarlak, kırmızı, geniş
En genişi en kırmızısı o ezilmişler katında
Şimdi bir gizliyi kovuşturuyor
Gözlerinden içeriye üç kişi
Deli ediyor onları mısralarımda
Bir karanfil az
Bir karanfil çoğala çoğala

Bilmem mi, ellerin vardır, umuttan yuvarlar çizer
Bakılan bir şeydir el, boşluğu dengede tutan
Bir uzantıdır işte umutla insan arası
Bir yonudur ne belli, görmekle anlaşılan
Geceden gün yapılan o sevişme yakınlığında.
Şimdi bir sevdayı izliyor
Uluslar arası üç kişi
Deli ediyor onları sonsuzda
Çok isimli bir çay
Çok yuvarlak bir masa.

Sanki bir tarih içindeyiz, günaydın minyatürler!
Üç köle uzanık bir dünyayı imzalıyaraktan
Ansızın dört köşe, ansızın ehram
En duymalı yerlerinde bir sessizlik
Güneşin çok parladığı bir arka
Başları dünyadan dışarıya sarkıyor
Bozgunda çiçekler örneği; duyulmaz bağırtılarla
Şimdi bir tarihi sürdürüyor
Yüzünün gizlerinde üç kişi
Deli ediyor onları Mısır'da
Bir insan az
Bir insan inana inana.

Duymakla, atların çıngıraklardan duyduğunu
Bir ateş yakımını dağda
En korkulu çağ bu, onu altımızdaki şehirlerden çıkarıyor
Küflü ev süsleri, geyik durmalı bir hayvan
Bizi bakmaya zorluyorlar ayrıca
Şimdi bir aydınlığı durduruyor
Beyazlar giyinmiş üç kişi
Deli ediyor onları boşlukta
Bir pencere az
Bir pencere kaybola kaybola...



//:: Sonrası Kalır - I, Edip Cansever'in Bütün Şiirleri, YKY, 2007 ( Yerçekimli Karanfil, Yeditepe Y., 1957)


29 Kasım 2015 Pazar

siz gidin barbarlarım bana bez bebek de yeter


Bir üçgenden içeri girmek istiyorum
tut beni Tanrım, o üçgenden içeri bırak
biri ne kadar küçük, ne kadar pembe
ben neyi çiğniyorum bir yanlarım açık
biri ne kadar filozof
hem açık hem çarşaf üstünde
neyi diliyorum şişman kızlardan
şişman kızlardan dilenmenin zamanı mı şimdi
ben üçüncü barbarın kestiği saçlarımı istiyorum
ama birden toprağa çekilen bir babaannenin
elleri elimde şimdi
arapça bilen akrabalar var, ne aç
kaç zaman geçti atılan pabuçlarım var
söyleyin ikinci barbar, bu pabuçlar daha mı dar
siz şimdi uyumak, yarına güzel olmak zorunda mısınız
siz yürüyerek üçgenlerin içine girmiyor
yürüyerek tarihin içine girmiyorsunuz
siz küçük burnunuzu kime saklıyorsunuz
annenizin en noktalısı annenize ne oldu
çamurdan kızların ellerini tuttum
benim babaanneme ne oldu
gördüm ki kasabanın kralları bile çamurdan
birinci barbarın tırnağı da inadına uzuyor
- dedim artık bez bebek de olur
bez bebek de yeter bana, parmağımı bez bebek de emer
belki büyür bilya oynar
sokaklarda sol memesi açık gezerdi kadınlar
evet evet, bez bebek de olurdu
hem elleri barbar ellerinden daha güzel
daha ince daha uzun daha lirik
bir elinden ben tutardım
bir elinden babaannem
Süleyman Can Portakal


gerçekten ne oluyor


Seni seviyorum
yabancı bir ülkeyi sever gibi
kayalıkları ve köprüyü sever gibi
ıssız bir akşam gibi kitapların kokusu sinmiş
bu dünyada sana yürüyorum
gökkubbenin altında
arasında iki ışığın
düşüncem, seni giyinmiş.


bu macera savaştan iki yıl önce başladı
bir köyde savaştan sonra sovyetlere ait olan
savaştan hatırladığım sadece yangın, muhteşemdi
artık öylesi görülmüyor
itfaiyenin sesine, pencereye koşardım
çocukluğum boyunca hep yoldaydım
kominist oldum
mezarlığa gittim ve melekleri öğrendim
artık öylesi görülmüyor
sella in curuli strumana Nonius sedet
İskenderiye'de kitapları yaktım
bir taş ile çiçek rolü oynadım ve kilise inşa ettim
kendi kendime şiirler yazdım sandalyede
sallandı aşağı yukarı
arkası yüksek olan bugünlerde öylesi bulunmuyor
yüksek bir şiirdir benim para bekleyişim
ne biçim hata, yanlış yol ve doğru yol değil
artı eksi 2'dir
geleceği yaşıyorum
okuyorum yarının gazetelerini
Kruşçev'i destekliyorum baykuşu
odadan odaya taşıyorum
ona uygun bir yer arıyorum, bu macera başladı..





Pentti Saarikoski

25 Kasım 2015 Çarşamba

karlı kayın ormanında, nazım hikmet

Karlı kayın ormanında 
yürüyorum geceleyin. 
Efkârlıyım, efkârlıyım, 
elini ver, nerde elin?


Ayışığı renginde kar, 
keçe çizmelerim ağır. 
İçimde çalınan ıslık 
beni nereye çağırır?


Memleket mi, yıldızlar mı, 
gençliğim mi daha uzak? 
Kayınların arasında 
bir pencere, sarı, sıcak.


Ben ordan geçerken biri : 
"Amca, dese, gir içeri." 
Girip yerden selâmlasam 
hane içindekileri.


Eski takvim hesabıyle 
bu sabah başladı bahar. 
Geri geldi Memed'ime 
yolladığım oyuncaklar.


Kurulmamış zembereği 
küskün duruyor kamyonet, 
yüzdüremedi leğende 
beyaz kotrasını Memet.


Kar tertemiz, kar kabarık, 
yürüyorum yumuşacık. 
Dün gece on bir buçukta 
ölmüş Berut, tanışırdık.


Bende boz bir halısı var 
bir de kitabı, imzalı. 
Elden ele geçer kitap, 
daha yüz yıl yaşar halı.


Yedi tepeli şehrimde 
bıraktım gonca gülümü. 
Ne ölümden korkmak ayıp, 
ne de düşünmek ölümü.


En acayip gücümüzdür, 
kahramanlıktır yaşamak : 
Öleceğimizi bilip 
öleceğimizi mutlak.


Memleket mi, daha uzak, 
gençliğim mi, yıldızlar mı? 
Bayramoğlu, Bayramoğlu, 
ölümden öte köy var mı?


Geceleyin, karlı kayın 
ormanında yürüyorum. 
Karanlıkta etrafımı 
gündüz gibi görüyorum.


Şimdi şurdan saptım mıydı, 
şose, tirenyolu, ova. 
Yirmi beş kilometreden 
pırıl pırıldır Moskova... 
 

 14 Mart 1956, 
                                                       

Moskova, Peredelkino



22 Kasım 2015 Pazar

orhan pamuk: babamın bavulu, nobel konuşması, 7 Aralık 2006


Ölümünden iki yıl önce babam kendi yazıları, el yazmaları ve defterleriyle dolu küçük
bir bavul verdi bana. Her zamanki şakacı, alaycı havasını takınarak, kendisinden sonra,
yani ölümünden sonra onları okumamı istediğini söyleyiverdi.
“Bir bak bakalım,” dedi hafifçe utanarak, “işe yarar bir şey var mı içlerinde. Belki
benden sonra seçer, yayımlarsın.”


Benim yazıhanemde, kitaplar arasındaydık. Babam acı verici çok özel bir yükten
kurtulmak isteyen biri gibi, bavulunu nereye koyacağını bilemeden yazıhanemde
bakınarak dolandı. Sonra elindeki şeyi dikkat çekmeyen bir köşeye usulca bıraktı.


İkimizi de utandıran bu unutulmaz an biter bitmez ikimiz de her zamanki rollerimize,
hayatı daha hafiften alan, şakacı, alaycı kimliklerimize (personas) geri dönerek
rahatladık. Her zamanki gibi havadan sudan, hayattan, Türkiye’nin bitip tükenmez
siyasi dertlerinden ve babamın çoğu başarısızlıkla sonuçlanan işlerinden, çok da fazla
kederlenmeden, söz ettik.


Babam gittikten sonra bavulun etrafında birkaç gün ona hiç dokunmadan aşağı yukarı
yürüdüğümü hatırlıyorum. Küçük, siyah, deri bavulu, kilidini, yuvarlak kenarlarını ta
çocukluğumdan biliyordum. Babam kısa süren yolculuklara çıkarken ve bazen de evden
iş yerine bir yük taşırken taşırdı onu. Çocukken bu küçük bavulu açıp yolculuktan
dönen babamın eşyalarını karıştırdığımı, içinden çıkan kolonya ve yabancı ülke
kokusundan hoşlandığımı hatırlıyordum. Bu bavul benim için geçmişten ve çocukluk
hatıralarımdan çok şey taşıyan tanıdık ve çekici bir eşyaydı, ama şimdi ona
dokunamıyordum bile. Niye? Elbette ki bavulun içindeki gizli yükün esrarengiz ağırlığı
yüzünden.


Bu ağırlığın anlamından söz edeceğim şimdi. Bir odaya kapanıp, bir masaya oturup, bir
köşeye çekilip kağıtla kalemle kendini ifade eden insanın yaptığı şeyin, yani edebiyatın
anlamı demek bu.


Babamın bavuluna dokunup onu bir türlü açamıyordum, ama içindeki defterlerin
bazılarını biliyordum. Bazılarına bir şeyler yazarken babamı görmüştüm. Bavulun
içindeki yük ilk defa duyduğum bir şey değildi. Babamın büyük bir kütüphanesi vardı,
gençlik yıllarında, 1940’ların sonunda, İstanbul’da şair olmak istemiş, Valery’yi
Türkçe’ye çevirmiş, ama okuru az, yoksul bir ülkede şiir yazıp edebi bir hayatın
zorluklarını yaşamak istememişti. Babamın babası –dedem- zengin bir iş adamıydı,
babam rahat bir çocukluk ve gençlik geçirmişti, edebiyat için, yazı için zorluk çekmek
istemiyordu. Hayatı bütün güzellikleriyle seviyordu, onu anlıyordum.
Beni babamın bavulunun içindekilerden uzak tutan birinci endişe tabii ki okuduklarımı
beğenmeme korkusuydu. Babam da bunu bildiği için tedbirini almış, bavulun
içindekileri ciddiye almayan bir hava da takınmıştı. Yirmi beş yıllık bir yazarlık 2
hayatından sonra bunu görmek beni üzüyordu. Ama edebiyatı yeterince ciddiye
almadığı için babama kızmak bile istemiyordum… Asıl korkum, bilmek, öğrenmek bile
istemediğim asıl şey ise babamın iyi bir yazar olması ihtimaliydi. Babamın bavulunu
asıl bundan korktuğum için açamıyordum. Üstelik nedeni kendime açıkça
söyleyemiyordum bile. Çünkü babamın bavulundan gerçek, büyük bir edebiyat çıkarsa
babamın içinde bir bambaşka adam olduğunu kabul etmem gerekecekti. Bu korkutucu
bir şeydi. Çünkü ben o ilerlemiş yaşımda bile babamın yalnızca babam olmasını
istiyordum; yazar olmasını değil.


Benim için yazar olmak, insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o kişiyi yapan alemi sabırla
yıllarca uğraşarak keşfetmesidir: Yazı deyince önce romanlar, şiirler, edebiyat geleneği
değil, bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede
kelimelerle bir yeni alem kuran insan gelir gözümün önüne. Bu adam, ya da bu kadın,
daktilo kullanabilir, bilgisayarın kolaylıklarından yararlanabilir, ya da benim gibi otuz
yıl boyunca dolmakalemle kağıt üzerine, elle yazabilir. Yazdıkça kahve, çay, sigara
içebilir. Bazen masasından kalkıp pencereden dışarıya, sokakta oynayan çocuklara,
talihliyse ağaçlara ve bir manzaraya, ya da karanlık bir duvara bakabilir. Şiir, oyun ya
da benim gibi roman yazabilir. Bütün bu farklılıklar asıl faaliyetten, masaya oturup
sabırla kendi içine dönmekten sonra gelir. Yazı yazmak, bu içe dönük bakışı kelimelere
geçirmek, insanın kendisinin içinden geçerek yeni bir alemi sabırla, inatla ve mutlulukla
(joy) araştırmasıdır. Ben boş sayfaya yavaş yavaş yeni kelimeler ekleyerek masamda
oturdukça günler, aylar, yıllar geçtikçe, kendime yeni bir alem kurduğumu, kendi
içimdeki bir başka insanı, tıpkı bir köprüyü ya da bir kubbeyi taş taş kuran biri gibi
ortaya çıkardığımı hissederdim. Biz yazarların taşları kelimelerdir. Onları elleyerek,
birbirleriyle ilişkilerini hissederek, bazen uzaktan bakıp seyrederek, bazen
parmaklarımızla ve kalemimizin ucuyla sanki onları okşayarak ve ağırlıklarını tartarak
kelimeleri yerleştire yerleştire, yıllarca inatla, sabırla ve umutla yeni dünyalar kurarız.
Benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamda değil, inat ve
sabırdadır. Türkçe’deki o güzel deyiş, iğneyle kuyu kazmak bana sanki yazarlar için
söylenmiş gibi gelir. Eski masallardaki, aşkı için dağları delen Ferhat’ın sabrını severim
ve anlarım. Benim Adım Kırmızı adlı romanımda, tutkuyla aynı atı yıllarca çize çize
ezberleyen, hatta güzel bir atı gözü kapalı çizebilen İranlı eski nakkaşlardan söz ederken
yazarlık mesleğinden, kendi hayatımdan söz ettiğimi de biliyordum. Kendi hayatını
başkalarının hikâyesi olarak yavaş yavaş anlatabilmesi, bu anlatma gücünü içinde
hissedebilmesi için, bana öyle gelir ki, yazarın masa başında yıllarını bu sanata ve
zanaata sabırla verip, bir iyimserlik elde etmesi gerekir. Kimine hiç gelmeyen, kimine
de pek sık uğrayan ilham meleği bu güveni ve iyimserliği sever ve yazarın kendini en
yalnız hissettiği, çabalarının, hayallerinin ve yazdıklarının değerinden en çok şüpheye
düştüğü anda, yani hikâyesinin yalnızca kendi hikâyesi olduğunu sandığı zamanda, ona 3
içinden çıktığı dünya ile kurmak istediği alemi birleştiren hikâyeleri, resimleri, hayalleri
sanki sunuverir. Bütün hayatımı verdiğim yazarlık işinde benim için en sarsıcı duygu,
beni aşırı mutlu eden kimi cümleleri, hayalleri, sayfaları kendimin değil bir başka gücün
bulup bana cömertçe sunduğunu zannetmem olmuştur.


Babamın çantasını açıp defterlerini okumaktan korkuyordum, çünkü benim girdiğim
sıkıntılara onun asla girmeyeceğini, yalnızlığı değil arkadaşları, kalabalıkları, salonları,
şakaları, cemaate karışmayı sevdiğini biliyordum. Ama sonra başka bir akıl
yürütüyordum: Bu düşünceler, çilekeşlik ve sabır hayalleri benim hayat ve yazarlık
deneyimimden çıkardığım kendi önyargılarım da olabilirdi. Kalabalığın, aile hayatının,
cemaatin ışıltısı içinde ve mutlu cıvıltılar arasında yazmış pek çok parlak yazar da vardı.
Üstelik babam, çocukluğumuzda, aile hayatının sıradanlığından sıkılarak bizi bırakmış,
Paris’e gitmiş, otel odalarında –başka pek çok yazar gibi- defterler doldurmuştu.
Bavulun içinde o defterlerin bir kısmının olduğunu da biliyordum, çünkü bavulu
getirmeden önceki yıllarda babam hayatının o döneminden bana artık söz etmeye de
başlamıştı. Çocukluğumda da söz ederdi o yıllardan, ama kendi kırılganlığını, şair-yazar
olma isteğini, otel odalarındaki kimlik sıkıntılarını anlatmazdı. Paris kaldırımlarında
nasıl sık sık Sartre’ı gördüğünü anlatır, okuduğu kitaplar ve gördüğü filmlerden çok
önemli haberler veren biri gibi heyecanla ve içtenlikle söz ederdi. Yazar olmamda
paşalardan ve din büyüklerinden çok evde dünya yazarlarından söz eden bir babamın
olmasının payını elbette hiç aklımdan çıkarmazdım. Belki de babamın defterlerini bunu
düşünerek, büyük kütüphanesine ne kadar çok şey borçlu olduğumu hatırlayarak
okumalıydım. Bizimle birlikte yaşarken babamın –tıpkı benim gibi- bir odada yalnız
kalıp kitaplarla, düşüncelerle haşır neşir olmak istemesine, yazılarının edebi niteliğine
çok önem vermeden, dikkat etmeliydim.


Ama yapamayacağım şeyin de tam bu olduğunu, babamın bıraktığı çantaya bu
huzursuzlukla bakarken hissediyordum. Babam bazen kütüphanesinin önündeki divana
uzanır, elindeki kitabı ya da dergiyi bırakır ve uzun uzun düşüncelere, hayallere dalardı.
Yüzünde şakalaşmalar, takılmalar ve küçük çekişmelerle sürüp giden aile hayatı
sırasında gördüğümden bambaşka bir ifade, içe dönük bir bakış belirirdi, bundan
özellikle çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda babamın huzursuz olduğunu anlar,
endişelenirdim. Şimdi yıllar sonra bu huzursuzluğun insanı yazar yapan temel
dürtülerden biri olduğunu biliyorum. Yazar olmak için, sabır ve çileden önce içimizde
kalabalıktan, cemaatten, günlük sıradan hayattan, herkesin yaşadığı şeylerden kaçıp bir
odaya kapanma dürtüsü olmalıdır. Sabır ve umudu yazıyla kendimize derin bir dünya
kurmak için isteriz. Ama bir odaya, kitaplarla dolu bir odaya kapanma isteği bizi
harekete geçiren ilk şeydir. Bu kitapları keyfince okuyan, yalnızca kendi vicdanının
sesini dinleyerek başkalarının sözleriyle tartışan ve kitaplarla konuşa konuşa kendi
düşüncelerini ve alemini oluşturan özgür, bağımsız yazarın ilk büyük örneği, modern 4
edebiyatın başlangıcı Montaigne’dir elbette. Babamın da dönüp dönüp okuduğu, bana
okumamı öğütlediği bir yazardı Montaigne. Dünyanın neresinde olursa olsun, ister
Doğu’da ister Batı’da, cemaatlerinden kopup kendilerini kitaplarla bir odaya kapatan
yazarlar geleneğinin bir parçası olarak görmek isterim kendimi. Benim için hakiki
edebiyatın başladığı yer kitaplarla kendini bir odaya kapatan adamdır.


Ama kendimizi kapattığımız odada sanıldığı kadar da yalnız değilizdir. Bize önce
başkalarının sözü, başkalarının hikâyeleri, başkalarının kitapları, yani gelenek dediğimiz
şey eşlik eder. Edebiyatın insanoğlunun kendini anlamak için yarattığı en değerli
birikim olduğuna inanıyorum. İnsan toplulukları, kabileler, milletler edebiyatlarını
önemsedikleri, yazarlarına kulak verdikleri ölçüde zekileşir, zenginleşir ve yükselirler,
ve hepimizin bildiği gibi, kitap yakmalar, yazarları aşağılamalar milletler için karanlık
ve akılsız zamanların habercisidir. Ama edebiyat hiçbir zaman yalnızca milli bir konu
değildir. Kitaplarıyla bir odaya kapanan ve önce kendi içinde bir yolculuğa çıkan yazar,
orada yıllar içinde iyi edebiyatın vazgeçilmez kuralını da keşfedecektir: Kendi
hikâyemizden başkalarının hikâyeleri gibi ve başkalarının hikâyelerinden kendi
hikâyemizmiş gibi bahsedebilme hüneridir edebiyat. Bunu yapabilmek için yola
başkalarının hikâyelerinden ve kitaplarından çıkarız.


Babamın bir yazara fazlasıyla yetecek bin beş yüz kitaplık iyi bir kütüphanesi vardı.
Yirmi iki yaşımdayken, bu kütüphanedeki kitapların hepsini okumamıştım belki, ama
bütün kitapları tek tek tanır, hangisinin önemli, hangisinin hafif ama kolay okunur,
hangisinin klasik, hangisinin dünyanın vazgeçilmez bir parçası, hangisinin yerel tarihin
unutulacak ama eğlenceli bir tanığı, hangisinin de babamın çok önem verdiği bir Fransız
yazarın kitabı olduğunu bilirdim. Bazen bu kütüphaneye uzaktan bakar, kendimin de bir
gün ayrı bir evde böyle bir kütüphanemin, hatta daha iyisinin olacağını, kitaplardan
kendime bir dünya kuracağımı düşlerdim. Uzaktan baktığımda bazen babamın
kütüphanesi bana bütün alemin küçük bir resmiymiş gibi gelirdi. Ama bizim
köşemizden, İstanbul’dan baktığımız bir dünyaydı bu. Kütüphane de bunu gösteriyordu.
Babam bu kütüphaneyi yurtdışı yolculuklarından, özellikle Paris’ten ve Amerika’dan
aldığı kitaplarla, gençliğinde İstanbul’da 1940’larda ve 50’lerdeki yabancı dilde kitap
satan dükkanlardan aldıklarıyla ve her birini benim de tanıdığım İstanbul’un eski ve
yeni kitapçılarından edindikleriyle yapmıştı. Yerel, milli bir dünya ile Batı dünyasının
karışımıdır benim dünyam. 1970’lerden başlayarak ben de iddialı bir şekilde kendime
bir kütüphane kurmaya başladım. Daha yazar olmaya tam karar vermemiştim, İstanbul
adlı kitabımda anlattığım gibi, artık ressam olmayacağımı sezmiştim ama hayatımın ne
yola gireceğini tam bilemiyordum. İçimde bir yandan her şeye karşı durdurulmaz bir
merak ve aşırı iyimser bir okuyup öğrenme açlığı vardı; bir yandan da hayatımın bir
şekilde “eksik” bir hayat olacağını, başkaları gibi yaşayamayacağımı hissediyordum. Bu
duygumun bir kısmı, tıpkı babamın kütüphanesine bakarken hissettiğim gibi, merkezden 5
uzak olma fikriyle, İstanbul’un o yıllarda hepimize hissettirdiği gibi, taşrada
yaşadığımız duygusuyla ilgiliydi. Bir başka eksik yaşam endişesi de tabii ister resim
yapmak olsun, ister edebiyat olsun, sanatçısına fazla ilgi göstermeyen ve umut da
vermeyen bir ülkede yaşadığımı fazlasıyla bilmemdi. 1970’lerde, sanki hayatımdaki bu
eksiklikleri gidermek ister gibi aşırı bir hırsla İstanbul’un eski kitapçılarından babamın
verdiği parayla solmuş, okunmuş, tozlu kitaplar satın alırken bu sahaf dükkanlarının, yol
kenarlarında, cami avlularında, yıkık duvarların eşiklerinde yerleşmiş kitapçıların
yoksul, dağınık ve çoğu zaman da insana umutsuzluk verecek kadar perişan halleri beni
okuyacağım kitaplar kadar etkilerdi.


Alemdeki yerim konusunda, hayatta olduğu gibi edebiyatta da o zamanlar taşıdığım
temel duygu bu “merkezde olmama” duygusuydu. Dünyanın merkezinde, bizim
yaşadığımızdan daha zengin ve çekici bir hayat vardı ve ben bütün İstanbullular ve
bütün Türkiye ile birlikte bunun dışındaydım. Bu duyguyu dünyanın büyük çoğunluğu
ile paylaştığımı bugün düşünüyorum. Aynı şekilde, bir dünya edebiyatı vardı ve onun
benden çok uzak bir merkezi vardı. Aslında düşündüğüm Batı edebiyatıydı, dünya
edebiyatı değil, ve biz Türkler bunun da dışındaydık. Babamın kütüphanesi de bunu
doğruluyordu. Bir yanda bizim, pek çok ayrıntısını sevdiğim, sevmekten
vazgeçemediğim yerel dünyamız, İstanbul’un kitapları ve edebiyatı vardı, bir de ona hiç
benzemeyen, benzememesi bize hem acı hem de umut veren Batı dünyasının kitapları.
Yazmak, okumak sanki bir dünyadan çıkıp ötekinin başkalığı, tuhaflığı ve harika
halleriyle teselli bulmaktı. Babamın da bazen, tıpkı benim sonraları yaptığım gibi, kendi
yaşadığı hayattan Batı’ya kaçmak için roman okuduğunu hissederdim. Ya da bana o
zamanlar kitaplar bu çeşit bir kültürel eksiklik duygusunu gidermek için
başvurduğumuz şeylermiş gibi gelirdi. Yalnız okumak değil, yazmak da İstanbul’daki
hayatımızdan Batı’ya gidip gelmek gibi bir şeydi. Babam bavulundaki defterlerinden
çoğunu doldurabilmek için Paris’e gitmiş, kendini otel odalarına kapatmış, sonra
yazdıklarını Türkiye’ye geri getirmişti. Bunun da beni huzursuz ettiğini, babamın
bavuluna bakarken hissederdim. Yirmi beş yıl Türkiye’de yazar olarak ayakta
kalabilmek için kendimi bir odaya kapattıktan sonra, yazarlığın içimizden geldiği gibi
yazmanın, toplumdan, devletten, milletten gizlice yapılması gereken bir iş olmasına,
babamın bavuluna bakarken artık isyan ediyordum. Belki de en çok bu yüzden babama
yazarlığı benim kadar ciddiye almadığı için kızıyordum.


Aslında babama benim gibi bir hayat yaşamadığı, hiçbir şey için küçük bir çatışmayı
bile göze almadan toplumun içinde, arkadaşları ve sevdikleriyle gülüşerek mutlulukla
yaşadığı için kızıyordum. Ama ‘kızıyordum’ yerine ‘kıskanıyordum’ diyebileceğimi,
belki de bunun daha doğru bir kelime olacağını da aklımın bir yanıyla biliyor, huzursuz
oluyordum. O zaman her zamanki takıntılı, öfkeli sesimle kendi kendime “mutluluk
nedir?” diye soruyordum. Tek başına bir odada derin bir hayat yaşadığını sanmak mıdır 6
mutluluk? Yoksa cemaatle, herkesle aynı şeylere inanarak, inanıyormuş gibi yaparak
rahat bir hayat yaşamak mı? Herkesle uyum içinde yaşar gibi gözükürken, bir yandan da
kimsenin görmediği bir yerde, gizlice yazı yazmak mutluluk mudur aslında, mutsuzluk
mu? Ama bunlar fazla hırçın, öfkeli sorulardı. Üstelik iyi bir hayatın ölçüsünün
mutluluk olduğunu nereden çıkarmıştım ki? İnsanlar, gazeteler, herkes hep en önemli
hayat ölçüsü mutlulukmuş gibi davranıyordu. Yalnızca bu bile, tam tersinin doğru
olduğunu araştırmaya değer bir konu haline getirmiyor muydu? Zaten bizlerden, aileden
hep kaçmış olan babamı ne kadar tanıyor, onun huzursuzluklarını ne kadar
görebiliyordum ki?


Babamın bavulunu işte bu dürtülerle açtım ilk. Babamın hayatında bilmediğim bir
mutsuzluk, ancak yazıya dökerek dayanabileceği bir sır olabilir miydi? Bavulu açar
açmaz seyahat çantası kokusunu hatırladım, bazı defterleri tanıdığımı, babamın üstünde
öyle fazla durmadan onları bana yıllarca önce göstermiş olduğunu fark ettim. Tek tek
elleyip karıştırdığım defterlerin çoğu babamın bizi bırakıp Paris’e gittiği gençlik
yıllarında tutulmuştu. Oysa ben, tıpkı biyografilerini okuduğum, sevdiğim yazarlar gibi,
babamın benim yaşımdayken ne yazdığını, ne düşündüğünü öğrenmek istiyordum. Kısa
zaman içinde böyle bir şeyle karşılaşmayacağımı da anladım. Üstelik bu arada babamın
defterlerinin orasında burasında karşılaştığım yazar sesinden huzursuz olmuştum. Bu
ses babamın sesi değil diye düşünüyordum; hakiki (authentic) değildi, ya da benim
hakiki babam diye bildiğim kişiye ait değildi bu ses. Babamın yazarken babam
olamaması gibi huzursuz edici bir şeyden daha ağır bir korku vardı burada: İçimdeki
hakiki olamama korkusu, babamın yazılarını iyi bulamama, hatta babamın başka
yazarlardan fazla etkilendiğini görme endişemi aşmış, özellikle gençliğimde olduğu
gibi, bütün varlığımı, hayatımı, yazma isteğimi ve kendi yazdıklarımı bana sorgulatan
bir hakikilik buhranına dönüşüyordu. Roman yazmaya başladığım ilk on yılda bu
korkuyu daha derinden hisseder, ona karşı koymakta zorlanır, tıpkı resim yapmaktan
vazgeçtiğim gibi, bir gün yenilgiye uğrayıp roman yazmayı da bu endişeyle
bırakmaktan bazen korkardım.


Kapayıp kaldırdığım bavulun bende kısa sürede uyandırdığı iki temel duygudan hemen
söz ettim: Taşrada olma duygusu ve hakiki olabilme (authenticity) endişesi. Benim bu
huzursuz edici duyguları derinlemesine ilk yaşayışım değildi elbette bu. Bu duyguları,
bütün genişlikleri, yan sonuçları, sinir başları (nerve endings), iç düğümleri ve çeşit
çeşit renkleriyle ben yıllar boyunca okuyup yazarak, kendim masa başında araştırmış,
keşfetmiş, derinleştirmiştim. Elbette onları belli belirsiz acılar, keyif kaçırıcı
hassasiyetler ve ikide bir hayattan ve kitaplardan bana bulaşan akıl karışıklıkları olarak
özellikle gençliğimde pek çok kereler yaşamıştım. Ama taşrada olma duygusunu ve
hakikilik endişesini ancak onlar hakkında romanlar, kitaplar yazarak (mesela taşralılık
için Kar, İstanbul; hakikilik endişesi için Benim Adım Kırmızı ya da Kara Kitap) 7
bütünüyle tanıyabilmiştim. Benim için yazar olmak demek, içimizde taşıdığımız, en
fazla taşıdığımızı biraz bildiğimiz gizli yaralarımızın üzerinde durmak, onları sabırla
keşfetmek, tanımak, iyice ortaya çıkarmak ve bu yaraları ve acıları yazımızın ve
kimliğimizin bilinçle sahiplendiğimiz bir parçası haline getirmektir.


Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık. Bu bilginin
keşfi ve onun geliştirilip paylaşılması okura çok tanıdığı bir dünyada hayret ederek
gezinmenin zevklerini verir. Bu zevkleri, bildiğimiz şeylerin bütün gerçekliğiyle yazıya
dökülmesindeki hünerden de alırız elbette. Bir odaya kapanıp yıllarca hünerini
geliştiren, bir alem kurmaya çalışan yazar işe kendi gizli yaralarından başlarken bilerek
ya da bilmeden insanoğluna derin bir güven de göstermiş olur. Başkalarının da bu
yaraların bir benzerini taşıdığına, bu yüzden anlaşılacağına, insanların birbirlerine
benzediğine duyulan bu güveni hep taşıdım. Bütün gerçek edebiyat, insanların birbirine
benzediğine ilişkin çocuksu ve iyimser bir güvene dayanır. Kapanıp yıllarca yazan biri
işte böyle bir insanlığa ve merkezi olmayan bir dünyaya seslenmek ister.


Ama babamın bavulundan ve tabii İstanbul’da yaşadığımız hayatın solgun renklerinden
anlaşılabileceği gibi, dünyanın bizden uzakta bir merkezi vardı. Bu temel gerçeği
yaşamanın verdiği Çehovcu taşra duygusundan, bir diğer yan sonuç olan hakikilik
endişesinden (anxiety of authenticity) kitaplarımda çok söz ettim. Dünya nüfusunun
büyük çoğunluğunun bu duygularla yaşadığını, hatta daha ağırları olan eziklik, kendine
güvensizlik ve aşağılanma korkularıyla boğuşarak yaşadığını kendimden biliyorum.
Evet, insanoğlunun birinci derdi hâlâ, mülksüzlük, yiyeceksizlik, evsizlik… Ama artık
televizyonlar, gazeteler bu temel dertleri edebiyattan çok daha çabuk ve kolay bir
şekilde anlatıyor bize. Bugün edebiyatın asıl anlatması ve araştırması gereken şey,
insanoğlunun temel derdi ise, dışarıda kalmak ve kendini önemsiz hissetme korkuları,
bunlara bağlı değersizlik duyguları, bir cemaat olarak yaşanan gurur kırıklıkları,
kırılganlıklar, küçümsenme endişeleri, çeşit çeşit öfkeler, alınganlıklar, bitip
tükenmeyen aşağılanma hayalleri ve bunların kardeşi milli övünmeler, şişinmeler…
Çoğu zaman akıldışı ve aşırı duygusal bir dille dışa vurulan (express) bu hayalleri kendi
içimdeki karanlığa her bakışımda anlayabiliyorum. Kendimi kolaylıkla
özdeşleştirebildiğim (identify) Batı-dışı dünyada büyük kalabalıkların, toplulukların ve
milletlerin aşağılanma endişeleri ve alınganlıkları yüzünden zaman zaman aptallığa
varan korkulara kapıldıklarına tanık oluyoruz. Kendimi aynı kolaylıkla
özdeşleştirebildiğim Batı dünyasında da Rönesansı, Aydınlanmayı, Modernliği
keşfetmiş olmanın ve zenginliğin aşırı gururuyla milletlerin, devletlerin zaman zaman
benzer bir aptallığa yaklaşan bir kendini beğenmişliğe kapıldıklarını da biliyorum.
Demek ki, yalnızca babam değil, hepimiz dünyanın bir merkezi olduğu düşüncesini çok
fazla önemsiyoruz. Oysa, yazı yazmak için bizi yıllarca bir odaya kapatan şey tam tersi 8
bir güvendir; bir gün yazdıklarımızın okunup anlaşılacağına, çünkü insanların dünyanın
her yerinde birbirlerine benzediklerine ilişkin bir inançtır bu. Ama bu, kendimden ve
babamın yazdıklarından biliyorum, kenarda olmanın, dışarıda kalmanın öfkesiyle yaralı,
dertli (troubled) bir iyimserliktir. Dostoyevski’nin bütün hayatı boyunca Batı’ya karşı
hissettiği aşk ve nefret duygularını pek çok kereler kendi içimde de hissettim. Ama
ondan asıl öğrendiğim şey, asıl iyimserlik kaynağı, bu büyük yazarın Batı ile aşk ve
nefret ilişkisinden yola çıkıp, onların ötesinde kurduğu bambaşka bir alem oldu.
Bu işe hayatını vermiş bütün yazarlar şu gerçeği bilir: masaya oturup yazma
nedenlerimizle, yıllarca umutla yaza yaza kurduğumuz dünya, sonunda apayrı yerlere
yerleşir. Kederle ya da öfkeyle oturduğumuz masadan o kederin ve öfkenin ötesinde
bambaşka bir aleme ulaşırız. Babam da böyle bir aleme ulaşmış olamaz mıydı? Uzun
yolculuktan sonra o varılan alem, tıpkı uzun bir deniz yolculuğundan sonra sis
aralanırken bütün renkleriyle karşımızda yavaş yavaş beliren bir ada gibi bize bir
mucize duygusu verir. Ya da Batılı gezginlerin güneyden gemiyle yaklaştıkları
İstanbul’u sabah sisi aralanırken gördüklerinde hissettikleri şeylere benzer bu. Umutla,
merakla çıkılan uzun yolculuğun sonunda, orada camileri, minareleri, tek tek evleri,
sokakları, tepeleri, köprüleri, yokuşları ile birlikte bütün bir şehir, bütün bir alem vardır.
İnsan, tıpkı iyi bir okurun bir kitabın sayfaları içinde kaybolması gibi, karşısına
çıkıveren bu yeni alemin içine hemen girip kaybolmak ister. Kenarda, taşrada, dışarıda,
öfkeli ya da düpedüz hüzünlü olduğumuz için masaya oturmuş ve bu duyguları
unutturan yepyeni bir alem keşfetmişizdir.


Çocukluğumda, gençliğimde hissettiğimin tam tersine benim için artık dünyanın
merkezi İstanbul’dur. Neredeyse bütün hayatımı orada geçirdiğim için değil yalnızca,
otuz üç yıldır tek tek sokaklarını, köprülerini, insanlarını, köpeklerini, evlerini,
camilerini, çeşmelerini, tuhaf kahramanlarını, dükkanlarını, tanıdık kişilerini, karanlık
noktalarını, gecelerini ve gündüzlerini kendimi onların hepsiyle özdeşleştirerek
anlattığım için. Bir noktadan sonra, hayal ettiğim bu dünya da benim elimden çıkar ve
kafamın içinde yaşadığım şehirden daha da gerçek olur. O zaman, bütün o insanlar ve
sokaklar, eşyalar ve binalar sanki hep birlikte aralarında konuşmaya, sanki kendi
aralarında benim önceden hissedemediğim ilişkiler kurmaya, sanki benim hayalimde ve
kitaplarımda değil, kendi kendilerine yaşamaya başlarlar. İğneyle kuyu kazar gibi
sabırla hayal ederek kurduğum bu alem bana o zaman her şeyden daha gerçekmiş gibi
gelir.


Babam da, belki, yıllarını bu işe vermiş yazarların bu cins mutluluklarını keşfetmiştir,
ona önyargılı olmayayım diyordum bavuluna bakarken. Ayrıca, emreden, yasaklayan,
ezen, cezalandıran sıradan bir baba olmadığı, beni her zaman özgür bırakıp, bana her
zaman aşırı saygı gösterdiği için de ona müteşekkirdim. Pek çok çocukluk ve gençlik 9
arkadaşımın aksine, baba korkusu bilmediğim için hayal gücümün zaman zaman
özgürce ya da çocukça çalışabildiğine bazen inanmış, bazen da babam gençliğinde yazar
olmak istediği için yazar olabildiğimi içtenlikle düşünmüştüm. Onu hoşgörüyle
okumalı, otel odalarında yazdıklarını anlamalıydım.


Babamın bıraktığı yerde günlerdir hâlâ duran bavulu bu iyimser düşüncelerle açtım ve
bazı defterleri, bazı sayfaları bütün irademi kullanarak okudum. Babam ne mi yazmıştı?
Paris otellerinden görüntüler hatırlıyorum, bazı şiirler, bazı paradokslar, akıl
yürütmeler… Bir trafik kazasından sonra başından geçenleri zar zor hatırlayan, zorlansa
da fazlasını hatırlamak istemeyen biri gibi hissediyorum kendimi şimdi. Çocukluğumda
annem ile babam bir kavganın eşiğine geldiklerinde, yani o ölümcül sessizliklerden biri
başladığında babam havayı değiştirmek için hemen radyoyu açar, müzik bize olup biteni
daha çabuk unuttururdu.


Ben de benzeri bir müzik işlevi görecek ve sevilecek bir-iki söz ile konuyu
değiştireyim! Bildiğiniz gibi, biz yazarlara en çok sorulan, en çok sevilen soru şudur:
neden yazıyorsunuz? İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş
yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye
yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün
oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe
katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de
nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kağıdın,
kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her
şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum.
Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için
yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok
kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir
kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes
benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın
raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey
inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu
güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye
anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve
oraya —tıpkı bir rüyadaki gibi— bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak
için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için
yazıyorum.


Yazıhaneme gelip bavulu bırakışından bir hafta sonra, babam, her zamanki gibi elinde
bir paket çikolata (kırk sekiz yaşında olduğumu unutuyordu) beni gene ziyaret etti. Her
zamanki gibi gene hayattan, siyasetten ve aile dedikodularından söz edip gülüştük. Bir 10
ara babamın gözü bavulu bıraktığı köşeye takıldı ve onu oradan alıp kaldırdığımı anladı.
Göz göze geldik. Sıkıcı, utandırıcı bir sessizlik oldu. Ona bavulu açıp içindekileri
okumaya çalıştığımı söylemedim, gözlerimi kaçırdım. Ama o anladı. Ben de onun
anladığını anladım. O da benim onun anladığını anladığımı anladı. Bu anlayışlar da
birkaç saniye içinde ne kadar uzarsa ancak o kadar uzadı. Çünkü babam kendine
güvenen, rahat ve mutlu bir insandı: her zamanki gibi gülüverdi. Ve evden çıkıp
giderken bana her zaman söylediği tatlı ve yüreklendirici sözleri bir baba gibi yine
tekrarladı.


Her zamanki gibi babamın mutluluğunu, dertsiz, tasasız halini kıskanarak arkasından
baktım. Ama o gün içimde utanç verici bir mutluluk kıpırtısı da dolaşmıştı,
hatırlıyorum. Belki onun kadar rahat değilim, onun gibi tasasız ve mutlu bir hayat
sürmedim, ama yazının hakkını verdim duygusu, anladınız… Bunu babama karşı
duyduğum için utanıyordum. Üstelik babam, benim hayatımın ezici merkezi de
olmamış, beni özgür bırakmıştı. Bütün bunlar bize yazmanın ve edebiyatın, hayatımızın
merkezindeki bir eksiklik ile, mutluluk ve suçluluk duygularıyla derinden bağlı
olduğunu hatırlatmalı.


Ama hikâyemin bana daha da derin bir suçluluk duydurtan bir simetrisi, o gün hemen
hatırladığım bir diğer yarısı var. Babamın bavulunu bana bırakmasından yirmi üç yıl
önce, yirmi iki yaşımdayken her şeyi bırakıp romancı olmaya karar vermiş, kendimi bir
odaya kapatmış, dört yıl sonra ilk romanım Cevdet Bey ve Oğulları’nı bitirmiş ve henüz
yayımlanmamış kitabın daktilo edilmiş bir kopyasını okusun ve bana düşüncesini
söylesin diye titreyen ellerle babama vermiştim. Yalnız zevkine ve zekasına güvendiğim
için değil, annemin aksine, babam yazar olmama karşı çıkmadığı için de onun onayını
almak benim için önemliydi. O sırada babam bizimle değildi, uzaktaydı. Dönüşünü
sabırsızlıkla bekledim. İki hafta sonra gelince kapıyı ona koşarak açtım. Babam hiçbir
şey söylemedi, ama bana hemen öyle bir sarıldı ki kitabımı çok sevdiğini anladım. Bir
süre, aşırı duygusallık anlarında ortaya çıkan bir çeşit beceriksizlik (clumsiness) ve
sessizlik buhranına kapıldık. Sonra biraz rahatlayıp konuşmaya başlayınca, babam, bana
ya da ilk kitabıma olan güvenini aşırı heyecanlı ve abartılı bir dille ifade etti ve bugün
büyük bir mutlulukla kabul ettiğim bu ödülü bir gün alacağımı öylesine söyleyiverdi.


Bu sözü ona inanmaktan ya da bu ödülü bir hedef olarak göstermekten çok, oğlunu
desteklemek, yüreklendirmek için ona “bir gün paşa olacaksın!” diyen bir Türk babası
gibi söylemişti. Yıllarca da beni her görüşünde cesaretlendirmek için bu sözü tekrarladı
durdu.
Babam 2002 yılı Aralık ayında öldü.


İsveç Akademisi’nin bana bu büyük ödülü, bu şerefi veren değerli üyeleri, değerli
konuklar, bugün babam aramızda olsun çok isterdim.