27 Ocak 2012 Cuma
26 Ocak 2012 Perşembe
çalabım bir şar yaratmış
Çalabım bir şar yaratmış
İki cihan arasında
Bakıcak didar görünür
Ol şarın kenaresinde
Nâgehan ol şara vardım
Ol şarı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım
Taş ve toprak arasında
Ol şardan oklar atılır
Gelir ciğere batılır
Arifler sözü satılır
Ol şarın pazaresinde
Şagirdleri taş yonarlar
Yonup üstâda sunarlar
Çalabın ismin anarlar
Ol taşın her pâresinde
Bu sözü ârifler anlar
Cahiller bilmeyip tanlar
Hacı Bayram kendi banlar
Ol şarın minâresinde
Hacı Bayram-ı Veli
25 Ocak 2012 Çarşamba
kurtulamayan
Sen kader ağacı değilsin — nedeni bu
Tutkularına bırak kendini
Bir soluk var yaşıyor uzak uzak
Bu daha ölmemişsin demektir
Tutkularına bırak kendini
Bir soluk var yaşıyor uzak uzak
Bu daha ölmemişsin demektir
Önce bitir bu şarkıyı
Bir bardak doldur mavi
— Hiçbiri açmıyor mu seni-
Ve git bu gelmediğin yere
Kurtulamayan — nedeni bu.
ece ayhan
"Ben ki son üç gecedir intihar etmedim hiç bilemem"
fayton
O sahibinin sesi gramofonlarda çalınan şey
İncecik melankolisiymiş yalnızlığının
İntihar karası bir faytona binmiş geçerken ablam
Caddelerinden ölümler aşkı pera'nın
Esrikmiş herhal bahçe bahçe çiçekleri olan ablam
Çiçeksiz bir çiçekçi dükkanının önünde durmuş
Tüllere sarılı mor bir Karadağ tabancasıyla
Zakkum fotoğrafları varmış cezayir menekşeleri camekanda
Ben ki son üç gecedir intihar etmedim hiç bilemem
İntihar karası bir faytonun ağışı göğe atlarıyla birlikte
Cezayir menekşelerini seçip satan alışından olabilir mi ablamın
ece ağabey
24 Ocak 2012 Salı
23 Ocak 2012 Pazartesi
yanma
Ve elbet
Gözlerim sularımdan çekilince
ürkek bir ceylanla anlaşırım
yüzünün çok yakını olan bir limana
dilinin ve ağzının verdiği baş dönmesine
bahçeni tutan tavşanlara sığınırım
Kanımdan geçilmiyor moraran ağzım
Kovalanıyorum
İkinci zaman karanlığı iç çarşılar
ey şafak bir askerle anlaş
Çünkü namluya sürüldün
İşte burada bir ordu yürüyen karnımda
İzim sürülüyor köpeklerin sürünerek yaklaştığı
Anlaşılıyor
Hatırlarımıza dokunulmamış
Fakat el konmuş aşkı yaşatırken kuğuların
Geleceğimizin serin suları ve göllerine
Ey kadın kokla beni
Hayatım yasaksınız
Gelinmiyor akşam zaman kaplanı
Kaçmıştım yeni bir ırmak şeklinde
Hayvanların ilkbahar sıcakları bölümünde
Kıvrılıp yeniden yakalanıyorum
Cam kesiyor göğüslerimi
Boynuma zümrüt bir gerdanlık atmışım
Hem şarkılıyım ben
Gövdem yara dolu
Sevdiğim kolla beni
Anlıyorum
Fakat artık dayanılmaz sarmaşıklara
Öpüşüyorlar
Harbin bittiğini söyle ayrılsınlar
Çünkü gece zamanın katranıdır
Gelip geçecek gibi değil omurgamdaki didişme
Çantamda sevişme askerleri
Harbin bittiğini söyle
önce beni boğacaklar özgür ve sevecen olmak için
bir bıraksam
yakut bir kuşun içinde duran ellerimi
Sevdiğim
Önce kemir bu tel örgüleri gövdemden
Geç derimin altındaki tehlikeleri
Yürek kızgın bir kuma devrilmeden
Yokla beni
Anlıyorum kaçmaya zaman yok
Şafak birden doğrulacak
zarifoğlu
20 Ocak 2012 Cuma
enteresan mesai
yağmurları bilhassa at kırmızı seçerdik
annelerimiz ölürdü ayrılırdık ağlardık
kadınların gözleri olurdu çoraplara bakardı
başlarını uzatıp bira isterlerdi ağlardık.
basarlardı bastıkları yeri devlet bellerdik
çok severlerdi onları ellerinden tutardık.
akşamları şehre hep isa inerdi
toplanıp titrerdik saçlarımı yıkardık
ben koşup üç beygiri üst üste derdim
sen geçerdin sokaklar sara saçardı.
suyla ilgili kuvvetli bir şey bilirdin
söylemezdin kopardığın gülden anlardım
sinemaya girerdik film başlardı
kilisede düşürdüğümüz küldü yaşamak!
ah muhsin ünlü
19 Ocak 2012 Perşembe
2012
Bir anlayan olsa anlatırdık gözyaşını da
Hem o zaman gözyaşı bile kınanırdı
Hüzün de kınanırdı, yalnızlık da
Ama çoğumuz bunları yazı
Şiirde, romanda, öyküde yazdı
Örneğin bir roman güzelse biraz
O roman baştan sonra bakımsızdı.
Ve her şey
Bir yudum su içip başını yastığa koyan bir hasta gibi kaldı
edip
Hem o zaman gözyaşı bile kınanırdı
Hüzün de kınanırdı, yalnızlık da
Ama çoğumuz bunları yazı
Şiirde, romanda, öyküde yazdı
Örneğin bir roman güzelse biraz
O roman baştan sonra bakımsızdı.
Ve her şey
Bir yudum su içip başını yastığa koyan bir hasta gibi kaldı
edip
17 Ocak 2012 Salı
bir gün sabah sabah
Bir gün sabah vakti kapıyı çalsam,
Uykudan uyandırsam seni:
Ki, sisler daha kalkmamıştır Haliç ten.
Vapur düdükleri ötmektedir.
Etraf alacakaranlık,
Köprü açıktır henüz.
Bir gün sabah sabah kapıyı çalsam...
Yolculuğum uzun sürmüş oldukça
Gece demir köprülerden geçmiştir tren.
Dağ başında beş-on haneli köyler,
Telgraf direkleri yollar boyunca
Koşuşup durmuş bizle beraber.
Şarkılar söylemişim pencereden.
Uyanıp uyanıp yine dalmışım.
Biletim üçüncü mevki,
Fakirlik hali.
Lüle taşından gerdanlığa gücüm yetmemiş,
Sana Sapancadan bir sepet elma almışım.
Ver elini haydarpaşa demişiz,
Vapur rıhtımdadır pırıl pırıl,
Hava hafifden soğuk,
Deniz katran ve balık kokulu.
Köprüden kayıkla geçmişim karşıya,
Bir nefeste çıkmışım bizim yokuşu...
Bir gün sabah sabah kapıyı vursam,
-Kim o dersin uykulu sesinle içerden.
Saçların dağınıkdır, mahmursundur.
Kimbilir ne güzel görünürsün sevgilim,
Bir sabah vakti kapıyı çalsam,
Uykudan uyandırsam seni,
Ki, daha sisler kalkmamıştır Haliç ten.
Fabrika düdükleri ötmektedir.
Turgut UYAR
kaç kişiydik
Kaç kişiydik, şimdi pek hatırlamıyorum
Bir pazartesiyi uzun uzun konuştuk
Yüz librelik bir denizi oracıkta tükettik
Gözleri kör bir balık yanımızdan geçti
Bir kızkuşu omuzlarımızın üstünden
Öyle bir vakitti ki, bir menekşe bize indi
Akşama benzemeyen bir akşam yaptı
Söylendi gitti
Ve bahri muhitte yolcusuz bir geminin
Dumanı ve kendisi olmayan bir geminin
Sarsıntısı dünyayı işledi
Çekti çevirdi
Sıcağı sıcağına bir şiir okundu, hepimiz dinledik
İçinde “park yapılmaz1 levhası olan bir şiirdi
İyiydi
Oysa biz birkaç bin otomobili hemen park ettik
En çok sevdiğimiz şey nedense
Bir sözcüğün bir iki yıl önceki anlamı oldu
Diyelim filbahriyse o sözcük, eskiden tomurcuktu
Ve soruldu
O zaman ki biz neydik
Yılgınlıktan çekilmiş siprivri bir bıçak gibiydik
Öyleydik
Öyleydi sevgililik.
Dönelim
Şu içki çok kötü şey değil mi
Sözgelimi bir Antalya’yı öpmenin çok yakınından geçer de ondan mı
Ondan mı
Yani bir papağanda, bir atmacada
Gözyaşı var mı
Neye benzer ki içki
Pazarları evinden çıkmayan bir kır terzisine mi
Benzer mi
Bir semt bakkalının geometrik rüyasına da
Tuz paketlerine ve fay kutularına
Ve uçan balonlara
Gömleği sayısız pembeleşen
Gömlekleri sayısız pembeleşen
Yol kenarında toplanmış bir kalabalığa
Ve kalabalığın bitmez tükenmez merakına
Bilmem ki, belki
Ölümü yağmurlu bir güne rastlayan
Yıllar yılı suyu tutmasını öğrenemeyen bir şizofrene mi, neye
Ve neye
Gidelim
Kanya’da, Tuz Gölü’nde
Gözleri yanmış bir balık
Taş kesilmiş bir balık
Yani gümüş tepsisinde kahvaltı eden bir bey oğlu bey
Her şeyden önce gözgöze gelmemeye alışık
Ve hayret etmeye iyice
Bu dünyada ne kadar da az insan var diye
Sabahlığı üstünde, ayakları çıplak
Şişmiş gözaltları
Uykudan
Uşak onu görüyor, o uşağı görmese de
Ve düşünüyor uşak
Neden böyle birkaç kişi yaşıyor bizim köyde
Tabii bizi saymazsak
Sayarsak epeyce varız
Uşak düşünedursun, Rize’den çay getiren bir kamyon
Zigana dağlarını yanladı fiyakayla
Zigana dağlarının uzak gölgesi
Aktı bir su gibi kursağına
Ve şoför Sahil bir otobüsü daha solladı
Yaktı bir cıgara daha
Meğer ki öksürüğü İstanbul’dan duyula
Ufacık bir gecekondudan
Bir kadın tarafından, adı Zeynep de olabilir Nazlı da
Ama ne bilsin ki kadın
Bafra dolaylarından geçerken uçacağını
Kızılırmağa Salihin
Evladım, daha yirmi iki yaşında
Uyur şimdi bütün uykularını
Kamyonda uyur gibi
Gözleri açık uyur Kızılırmağın suyunda.
(Buraya park edilmez
Edilir bay memur, neden edilmesin
Otomobiller çoğaldı
Çinko, demir, petrol azaldı
Tüketim bay memur, başkaca nasıl açıklanabilir
Siz bilir misiniz ki bin dokuz yüz bilmem kaçta bozuk paralar gümüştendi
Atlı tramvaylar çoktan kalkmıştı
Sinema koltukları katkısız deridendi
Plastik filan yoktu
Gişe önleri ve meyvalı gazozlar deri kokardı
Yağmurlar deri kokardı
Elimden tuttuğu gibi ablam
Sevinçler deri kokardı
Koyu mavisi bir gece yolculuğunu andıran
Birlerce üryani eriğinin sonbaharı
Gibiydi ablamın gözleri
Yoksulluk az da olsa insanlar arası bir yaklaşımdı
Hiç değilse bu vardı
Çok değişti sevginin kullanımı bay memur
Örneğin siz bana niye kızıyorsunuz, ben biliyorum
Ama siz bilmiyorsunuz neden
Böyle öfkeyle çıkıştığınızı
Yeri gelmişken söyleyeyim
Ben de alt tarafı bir şirketin satış memuruyum
İş gereği Doğu’ya gittim bu yıl
Gözlerimle gördüm, inanın bana
Hastalar tabutlarla taşınıyor illere, kasabalara
Hepsi hepsi şu arabayı yanlış park etmişim ne çıkar
İşini bilen biliyor
Bin kişi üretiyor bir kişi yiyor
Her neyse, geçelim bunları şimdi
Ben bu arabayı buraya park ediyorum
İnatçı bir sonbahar gibi.)
Dönelim
Her geçen gün bir açıklamadır
Biz yıllarca önce daha bir bunalırdık
Kullanılmış eşyalar gibi ordan oraya
Taşınır atılırdık
Bir ağır çekimde yüzlerimiz
Şöyleydi
Su içen güvercinler gibi ürkektik, bakışıklıydık
Bir de alkollere düşkündük ki, kınanırdık, niye sanki
Çünkü biz bilmez miydik alkol hiçbir zaman kurtuluş değildi
Üstümüzde bir karabasandı yalnızca
Yalnızca
Bir anlayan olsa anlatırdık gözyaşını da
Hem o zaman gözyaşı bile kınanırdı
Hüzün de kınanırdı, yalnızlık da
Ama çoğumuz bunları yazı
Şiirde, romanda, öyküde yazdı
Örneğin bir roman güzelse biraz
O roman baştan sonra bakımsızdı.
Ve her şey
Bir yudum su içip başını yastığa koyan bir hasta gibi kaldı
Soruldu
Vakit ki neydi
Gene de
Yorgun bir şairin günebakan çiçeği
Gibi ufuklarla beslenen yüreği
Tartışılmaz bir vakitti.
Dönelim
Kaç kişiydik, şimdi pek hatırlamıyorum
Uzun uzun konuştuk bir pazartesiyi.
Edip Cansever
Bir pazartesiyi uzun uzun konuştuk
Yüz librelik bir denizi oracıkta tükettik
Gözleri kör bir balık yanımızdan geçti
Bir kızkuşu omuzlarımızın üstünden
Öyle bir vakitti ki, bir menekşe bize indi
Akşama benzemeyen bir akşam yaptı
Söylendi gitti
Ve bahri muhitte yolcusuz bir geminin
Dumanı ve kendisi olmayan bir geminin
Sarsıntısı dünyayı işledi
Çekti çevirdi
Sıcağı sıcağına bir şiir okundu, hepimiz dinledik
İçinde “park yapılmaz1 levhası olan bir şiirdi
İyiydi
Oysa biz birkaç bin otomobili hemen park ettik
En çok sevdiğimiz şey nedense
Bir sözcüğün bir iki yıl önceki anlamı oldu
Diyelim filbahriyse o sözcük, eskiden tomurcuktu
Ve soruldu
O zaman ki biz neydik
Yılgınlıktan çekilmiş siprivri bir bıçak gibiydik
Öyleydik
Öyleydi sevgililik.
Dönelim
Şu içki çok kötü şey değil mi
Sözgelimi bir Antalya’yı öpmenin çok yakınından geçer de ondan mı
Ondan mı
Yani bir papağanda, bir atmacada
Gözyaşı var mı
Neye benzer ki içki
Pazarları evinden çıkmayan bir kır terzisine mi
Benzer mi
Bir semt bakkalının geometrik rüyasına da
Tuz paketlerine ve fay kutularına
Ve uçan balonlara
Gömleği sayısız pembeleşen
Gömlekleri sayısız pembeleşen
Yol kenarında toplanmış bir kalabalığa
Ve kalabalığın bitmez tükenmez merakına
Bilmem ki, belki
Ölümü yağmurlu bir güne rastlayan
Yıllar yılı suyu tutmasını öğrenemeyen bir şizofrene mi, neye
Ve neye
Gidelim
Kanya’da, Tuz Gölü’nde
Gözleri yanmış bir balık
Taş kesilmiş bir balık
Yani gümüş tepsisinde kahvaltı eden bir bey oğlu bey
Her şeyden önce gözgöze gelmemeye alışık
Ve hayret etmeye iyice
Bu dünyada ne kadar da az insan var diye
Sabahlığı üstünde, ayakları çıplak
Şişmiş gözaltları
Uykudan
Uşak onu görüyor, o uşağı görmese de
Ve düşünüyor uşak
Neden böyle birkaç kişi yaşıyor bizim köyde
Tabii bizi saymazsak
Sayarsak epeyce varız
Uşak düşünedursun, Rize’den çay getiren bir kamyon
Zigana dağlarını yanladı fiyakayla
Zigana dağlarının uzak gölgesi
Aktı bir su gibi kursağına
Ve şoför Sahil bir otobüsü daha solladı
Yaktı bir cıgara daha
Meğer ki öksürüğü İstanbul’dan duyula
Ufacık bir gecekondudan
Bir kadın tarafından, adı Zeynep de olabilir Nazlı da
Ama ne bilsin ki kadın
Bafra dolaylarından geçerken uçacağını
Kızılırmağa Salihin
Evladım, daha yirmi iki yaşında
Uyur şimdi bütün uykularını
Kamyonda uyur gibi
Gözleri açık uyur Kızılırmağın suyunda.
(Buraya park edilmez
Edilir bay memur, neden edilmesin
Otomobiller çoğaldı
Çinko, demir, petrol azaldı
Tüketim bay memur, başkaca nasıl açıklanabilir
Siz bilir misiniz ki bin dokuz yüz bilmem kaçta bozuk paralar gümüştendi
Atlı tramvaylar çoktan kalkmıştı
Sinema koltukları katkısız deridendi
Plastik filan yoktu
Gişe önleri ve meyvalı gazozlar deri kokardı
Yağmurlar deri kokardı
Elimden tuttuğu gibi ablam
Sevinçler deri kokardı
Koyu mavisi bir gece yolculuğunu andıran
Birlerce üryani eriğinin sonbaharı
Gibiydi ablamın gözleri
Yoksulluk az da olsa insanlar arası bir yaklaşımdı
Hiç değilse bu vardı
Çok değişti sevginin kullanımı bay memur
Örneğin siz bana niye kızıyorsunuz, ben biliyorum
Ama siz bilmiyorsunuz neden
Böyle öfkeyle çıkıştığınızı
Yeri gelmişken söyleyeyim
Ben de alt tarafı bir şirketin satış memuruyum
İş gereği Doğu’ya gittim bu yıl
Gözlerimle gördüm, inanın bana
Hastalar tabutlarla taşınıyor illere, kasabalara
Hepsi hepsi şu arabayı yanlış park etmişim ne çıkar
İşini bilen biliyor
Bin kişi üretiyor bir kişi yiyor
Her neyse, geçelim bunları şimdi
Ben bu arabayı buraya park ediyorum
İnatçı bir sonbahar gibi.)
Dönelim
Her geçen gün bir açıklamadır
Biz yıllarca önce daha bir bunalırdık
Kullanılmış eşyalar gibi ordan oraya
Taşınır atılırdık
Bir ağır çekimde yüzlerimiz
Şöyleydi
Su içen güvercinler gibi ürkektik, bakışıklıydık
Bir de alkollere düşkündük ki, kınanırdık, niye sanki
Çünkü biz bilmez miydik alkol hiçbir zaman kurtuluş değildi
Üstümüzde bir karabasandı yalnızca
Yalnızca
Bir anlayan olsa anlatırdık gözyaşını da
Hem o zaman gözyaşı bile kınanırdı
Hüzün de kınanırdı, yalnızlık da
Ama çoğumuz bunları yazı
Şiirde, romanda, öyküde yazdı
Örneğin bir roman güzelse biraz
O roman baştan sonra bakımsızdı.
Ve her şey
Bir yudum su içip başını yastığa koyan bir hasta gibi kaldı
Soruldu
Vakit ki neydi
Gene de
Yorgun bir şairin günebakan çiçeği
Gibi ufuklarla beslenen yüreği
Tartışılmaz bir vakitti.
Dönelim
Kaç kişiydik, şimdi pek hatırlamıyorum
Uzun uzun konuştuk bir pazartesiyi.
Edip Cansever
15 Ocak 2012 Pazar
muska, metin altıok
Üstümde bu ütüsüz gökyüzü,
Altımdaki tarazlanmış yol benim
Hep yanımdaydı zaten,
Kendimi bildim bileli.
Zaman zaman katlayıp bazen açardım,
Cebimde taşıdığım bir mendil gibi.
Yani bilirdim bir kamyon şoförünün
Göğsündeki motor sesini,
Uykuda bile dinlediğini.
Yüzünde hasret belirtileri bulunan biri,
Koynunda taşırdı bir aşk hikâyesini
Kabuk bağlamış muska gibi.
Ama yine de yaralıyor beni,
Yüzümün gölgesinde kırılan bu dal sesi;
Ürkütüyor bir şiirin içinden,
Göçebe kuş sürülerini
Ve ben böğrümde bir avlu serinliği,
Sessizce dinliyorum akıp giden geceyi.
metin altıok
14 Ocak 2012 Cumartesi
kar
Kardır yağan üstümüze geceden,
Yağmurlu, karanllık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala, dümdüz bir mavilikte
Kar yağıyor üstümüze inceden
Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,
Unutulmuş güzel şarkılar için
Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan
Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan
Sesin nerde kaldı? Kar içindesin!
Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!
Uyandırmayın beni uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram
Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır -tek, tenha- bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın.
Ahmet Muhip Dıranas
Yağmurlu, karanllık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala, dümdüz bir mavilikte
Kar yağıyor üstümüze inceden
Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,
Unutulmuş güzel şarkılar için
Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan
Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan
Sesin nerde kaldı? Kar içindesin!
Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!
Uyandırmayın beni uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram
Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır -tek, tenha- bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın.
Ahmet Muhip Dıranas
terziler geldiler
Terziler geldiler. Kırılmış büyük şeylere benzeyen şeylerle
daha çok koyu renklere ve daha çok ilişkilere
Bir kenti korkutan ve utandıran şeylerle.
Kumaşlar bulundu ve uyuyan kediler okşandı. Sonra
sonsuz çalgısı sevinçsizliğin.
Çay içmeye gidenler vardı akşamüstü, parklara gidenler de
Duruma uymak kısaltıyordu günlerini artamayan eksilmeyen bir hüzünle...
Yorgun ve solgundular, kumaşları buldular, kenti doldurdular
O çelenk onbin yıllıktı, taşıyıp getirdiler
Ölülerini gömmüşlerdi, kalabalıktılar, tozlarını silkmediler
Bütün caddeler boşaldı, herkes yol verdi,
"Tanrıtanır kadınlar ve cumhuriyetçiler
piyangocular, çiçek satın alanlar,
balıkçılar ağlarını, paraketelerini, ırıplarını, oltalarını
zokalarını, çevirmelerini ve kepçelerini topladılar.
Sigaralarını yere atıp söndürdüler sigara içenler."
Bir şey vardı ısınmaz kalın kumaşların altında, kesip biçtiler
Patron çıkardılar, karşılaştırdılar,
Katlanılmaz bir uykunun sonunu kesip biçtiler
Şarkılara başladılar ölmüş bir at için
Makaslarını bırakmadılar
Bekleniyorlardı.
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Ne güzeldi senin çılgınlığın, ne ulaşılırdı!
Sen açardın,
Otuzüçbin at türünün tek kaynağıydın sen!
Tüylerin karaparlaktı. Koşumların,
-kokulu yağlarla ovulup parlatılan-
nasıl yakışırdı sağrılarına ve göke.
Göke bir ululuk katardı sonsuz biçimin, at!
Toynaklarını liflerle ovardık
Senin karaya boyanırdı koşuşun
Uyandırırdı bütün karaları ve denizleri.
Çılgın kişnemeni duyardık sonsuzun yanıbaşından
Ne güzel gözlerin vardı Kara at!
Binlerce kişi,
-çocuklar, kadınlar, erkekler görkemli yahut
darmadağın giysileriyle herkes
körler ve cüzzamlılar,
bütün kutsal kitaplar kalabalığı,
ermişler, kargışlılar ve günahlılar
gebe kadınlar, vâz edenler
ve dondurmacılar ve at cambazları ve
tecimenler ve kıralcılar ve gemicilerle
Tanrıtanımazlar ve tefeciler ve
yalvaçlar...-
ormanlardan ve kıyılardan ve kıraç yerlerden gelmiş
senin mutlu ovanı doldurup
haykırırlardı.
Büyük sesler içinde sen, geçerdin..."
Terziler geldiler. Bu güneşler odaların dışındaydı artık.
Herkes titrek ve sabırsız, titrek ve sabırsız evlerinde
Gazeteler yazmadı, dükkânlar dönemindeydik
Yüzlerce odalarda yüzlerce terziler, pencerelerini kapadılar
Parmakları uzun, kurusolgun yüzleri sararmış, eskimiş durmaktan
Yitik saat köstekleri, titrek ve sabırsız yorgun bacakları
Her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler
Beğenip gülümsediler.
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Senin eyerin ne güzeldi.
Dişi keçi derisinden, ofir altınıyla süslü
Nasıl yaraşırdı belinin soylu çukurluğuna
Seninle öteleri ansırdık.
Öteler, baklanın ve pancarın duyarlığı
Kedinin varlığı erişilmez kişilik
Güneşli bir damda
İçimizden gemiler kaldırırdın,
Suyunu büyük şölenlerle tazelerdik
Bayramımızdın. Kuburlukların
bütün kişniş ve badem doluydu.
Şimdi dar dünya
Ölümün büyük hızı kesildi."
Terziler geldiler. Ateş ve kan getirmediler.
Hüzünleri kan ve ateşti ama. Uğultulu bir şey
Ekspresler garlarda kaldı, ilâçlar çıldırdılar
Kenti bir baştan bir başa dolaştım, tıs yok
Bütün odalara dağıldılar. Sürahiler tozlu, pabuçlar kurumuş
yerlerde kırpıntılar,
"oyulmuş yakalar, kolevlerinden arta kalanlar
vatka pamukları, verevine şeritler, kopçalar,
düğmeler, ilikler
iplik döjküntüleri, kumaş parçaları,
karanlık akşamüstleri ve sabahlar,
dükkân tabelâları, kartvizitler..."
kasıklarına kadar çıkmış, en ufak bir ölüm bile yok.
Tarafsız bir aşk çağlıyordu onların solgunluğunda
Mutfaklarını kilitlediler, büyük atsı giysiler kestiler,
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Koşuşun büyütürdü dünyayı senin!
Sen nasıl da koşardın.
Biz güneyde yatardık, sen koşardın
Hangi at güzelse ondan da güzeldin
Kuyruğun parlak savruluşuyla bölerdi
bir karaya göğü
ve yüceltirdi, ince bezekli kuskununu.
Gemin güzel sesler çıkarırdı güzel
ağzında,
herkesi sevinçle haykırtan.
Başın yaraşırdı düşüncemize ve
gözlerine saygıyla bakardık..."
Terziler geldiler. Durgunluktu o dökük saçık giyindikleri
Yarım kalmışlardı. Tamamlanmadılar. Toplu odalarını sevdiler.
Ölümü hüzünle geçmişlerdi, ateşe tapardılar.
Kent eşiklerindeydi, ağlayışını duydular
Kestiler, biçtiler, dikmediler ve gitmediler,
iğnelerine iplik geçirip beklediler;
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
En güzeli oydu işte, yüzünün
savaşla ilişkisi.
Boydanboya bir karşıkoyma, denge
ve istekli bir azalma. Onu bilirdik.
O ağaç senin kanınla beslenirdi,
hepimizi besleyen.
Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız
senin karşında,
alışveriniş, alfabenin, iplik döküntülerinin ve
her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..."
Turgut UYAR
daha çok koyu renklere ve daha çok ilişkilere
Bir kenti korkutan ve utandıran şeylerle.
Kumaşlar bulundu ve uyuyan kediler okşandı. Sonra
sonsuz çalgısı sevinçsizliğin.
Çay içmeye gidenler vardı akşamüstü, parklara gidenler de
Duruma uymak kısaltıyordu günlerini artamayan eksilmeyen bir hüzünle...
Yorgun ve solgundular, kumaşları buldular, kenti doldurdular
O çelenk onbin yıllıktı, taşıyıp getirdiler
Ölülerini gömmüşlerdi, kalabalıktılar, tozlarını silkmediler
Bütün caddeler boşaldı, herkes yol verdi,
"Tanrıtanır kadınlar ve cumhuriyetçiler
piyangocular, çiçek satın alanlar,
balıkçılar ağlarını, paraketelerini, ırıplarını, oltalarını
zokalarını, çevirmelerini ve kepçelerini topladılar.
Sigaralarını yere atıp söndürdüler sigara içenler."
Bir şey vardı ısınmaz kalın kumaşların altında, kesip biçtiler
Patron çıkardılar, karşılaştırdılar,
Katlanılmaz bir uykunun sonunu kesip biçtiler
Şarkılara başladılar ölmüş bir at için
Makaslarını bırakmadılar
Bekleniyorlardı.
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Ne güzeldi senin çılgınlığın, ne ulaşılırdı!
Sen açardın,
Otuzüçbin at türünün tek kaynağıydın sen!
Tüylerin karaparlaktı. Koşumların,
-kokulu yağlarla ovulup parlatılan-
nasıl yakışırdı sağrılarına ve göke.
Göke bir ululuk katardı sonsuz biçimin, at!
Toynaklarını liflerle ovardık
Senin karaya boyanırdı koşuşun
Uyandırırdı bütün karaları ve denizleri.
Çılgın kişnemeni duyardık sonsuzun yanıbaşından
Ne güzel gözlerin vardı Kara at!
Binlerce kişi,
-çocuklar, kadınlar, erkekler görkemli yahut
darmadağın giysileriyle herkes
körler ve cüzzamlılar,
bütün kutsal kitaplar kalabalığı,
ermişler, kargışlılar ve günahlılar
gebe kadınlar, vâz edenler
ve dondurmacılar ve at cambazları ve
tecimenler ve kıralcılar ve gemicilerle
Tanrıtanımazlar ve tefeciler ve
yalvaçlar...-
ormanlardan ve kıyılardan ve kıraç yerlerden gelmiş
senin mutlu ovanı doldurup
haykırırlardı.
Büyük sesler içinde sen, geçerdin..."
Terziler geldiler. Bu güneşler odaların dışındaydı artık.
Herkes titrek ve sabırsız, titrek ve sabırsız evlerinde
Gazeteler yazmadı, dükkânlar dönemindeydik
Yüzlerce odalarda yüzlerce terziler, pencerelerini kapadılar
Parmakları uzun, kurusolgun yüzleri sararmış, eskimiş durmaktan
Yitik saat köstekleri, titrek ve sabırsız yorgun bacakları
Her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler
Beğenip gülümsediler.
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Senin eyerin ne güzeldi.
Dişi keçi derisinden, ofir altınıyla süslü
Nasıl yaraşırdı belinin soylu çukurluğuna
Seninle öteleri ansırdık.
Öteler, baklanın ve pancarın duyarlığı
Kedinin varlığı erişilmez kişilik
Güneşli bir damda
İçimizden gemiler kaldırırdın,
Suyunu büyük şölenlerle tazelerdik
Bayramımızdın. Kuburlukların
bütün kişniş ve badem doluydu.
Şimdi dar dünya
Ölümün büyük hızı kesildi."
Terziler geldiler. Ateş ve kan getirmediler.
Hüzünleri kan ve ateşti ama. Uğultulu bir şey
Ekspresler garlarda kaldı, ilâçlar çıldırdılar
Kenti bir baştan bir başa dolaştım, tıs yok
Bütün odalara dağıldılar. Sürahiler tozlu, pabuçlar kurumuş
yerlerde kırpıntılar,
"oyulmuş yakalar, kolevlerinden arta kalanlar
vatka pamukları, verevine şeritler, kopçalar,
düğmeler, ilikler
iplik döjküntüleri, kumaş parçaları,
karanlık akşamüstleri ve sabahlar,
dükkân tabelâları, kartvizitler..."
kasıklarına kadar çıkmış, en ufak bir ölüm bile yok.
Tarafsız bir aşk çağlıyordu onların solgunluğunda
Mutfaklarını kilitlediler, büyük atsı giysiler kestiler,
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Koşuşun büyütürdü dünyayı senin!
Sen nasıl da koşardın.
Biz güneyde yatardık, sen koşardın
Hangi at güzelse ondan da güzeldin
Kuyruğun parlak savruluşuyla bölerdi
bir karaya göğü
ve yüceltirdi, ince bezekli kuskununu.
Gemin güzel sesler çıkarırdı güzel
ağzında,
herkesi sevinçle haykırtan.
Başın yaraşırdı düşüncemize ve
gözlerine saygıyla bakardık..."
Terziler geldiler. Durgunluktu o dökük saçık giyindikleri
Yarım kalmışlardı. Tamamlanmadılar. Toplu odalarını sevdiler.
Ölümü hüzünle geçmişlerdi, ateşe tapardılar.
Kent eşiklerindeydi, ağlayışını duydular
Kestiler, biçtiler, dikmediler ve gitmediler,
iğnelerine iplik geçirip beklediler;
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
En güzeli oydu işte, yüzünün
savaşla ilişkisi.
Boydanboya bir karşıkoyma, denge
ve istekli bir azalma. Onu bilirdik.
O ağaç senin kanınla beslenirdi,
hepimizi besleyen.
Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız
senin karşında,
alışveriniş, alfabenin, iplik döküntülerinin ve
her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..."
Turgut UYAR
13 Ocak 2012 Cuma
BİR ŞİİRE KRALLIĞIM!
En zoru cumartesi sabahlarıdır bilir misiniz?
Noktalama işaretleri bile soğuktur soğuktur soğuktur
Kahvaltı telaşına kaptırıp kaptırmamakla kendimi
Gülümseyip gülümsememek arasında kendimi
Hadi uzatayım birazdan Sultanahmet fetişizmine kendimi
Arasında darmadağın kalmışlığımdan yıllardır bilirim
Kalp ağrılarımdan bana kalan sabahlardan bilirim
La bohem hayatların mirasından bilirim
Ne ağzımda acı tadı kahvenin ne penceremde güneş takvimleri
Sanki Mikalengelo “Kalk ve yürü!” dedi Musa heykeline
Ondan bilirim
İnandığım yanlışlardan inanmadığım doğrulardan bilirim
İlktir sabah sabah bir şiirin beni iğfal etmesi
Sıkışmış bir insanlıktan
Çatlayan kemiklerden bilirim
Çok daha kötü günler göreceğiz değil mi tanrım?
İkimizde gökyüzü kararacak vebaya yakalanacağız
Kemirilmiş dişlerimizle bir kadının hayatını kıskanmaktan
Kalacağız sokaklarda değil mi?
Bayan Makedonya beni sevmeyecek ama anlayacak
Bu bana korkunç yetecek değil mi tanrım?
Ve ben yine ceketimi seyredeceğim
Güzel ve uysal
Tıpkı kaybettikten sonra başlayan oyunların adı gibi bir ceket
Ceket ki erkeği erkek hani kadını da sevgili yapardı
O ceket ikimize bir yürüyüş verirdi
Korunsun diyeydi göz bebeklerimiz kalabalıklardan kabalıklardan
Tahta köprülere lanet yağdırmasaydık keşke tanrım
Keşke Orphaned Land dinlemeseydik destursuz
Ben göndermeseydim Abdülhak Şinasi Hisar’ın ses kayıtlarını Selim İleri’ye
Endülüs’te Raks’ı bu kadar kötü okumasaydı Ahmed Agâh
Ki asıl adıyla okumuş Yahya Kemal şiirini
Telaffuzu Türkçeye göç edememiş bir sürgün gibi
Süleymaniye Camii’nin içinde aklıma gelseydi
Kulun yükünü nimetten saydığı
Affet
Yanlış döndüm kubbenin altından
Boynuma küfürler saplanıyordu
Küçük küfürler ucuz küfürler öfkeye dar gelecek yavan küfürler
İnsanı yere basmaktan utandıran bir hali vardı çünkü dünyanın
Bütün orospu çocuklarının işgüzarlığına dönüyor gibiydi
“Hiçbir şey espri değildir” deyişi Sabri’nin
“İnsanlar yalan söyler” demesi bir başkasının
Nasıl da yerini buluyordu
“Oğlum biz kızları canavarlardan kurtarmaya çıkmıştık
ama onlar canavarlara âşıkmış” diyordum
Metin’le sırt sırta kelimeler boyu konuşuyorduk
Öfkeli değilsek bile öfkeli olmalıyız kararlılığı bu
Sussak da olur ama konuşmalıyız çırpınışları bu
Her cümlenin sonunda aynı tanrı kapısı
Aynı seferberlik telaşıydı
Dünyanın bütün yanlışlarını yaşamak mesela
“Parası olan herkes yakışıklıdır”
Paradan bahsetmem şiirlerimde demek ki vakti gelmiş
Demek ki ölçüsüz bir bilgelik ağartmış sakalımı
Yüzümde o yakışıklı ölüm aklığı da ondanmış
“Tanışmadığım kimselerle tanışmam!”
Hani müslümandık?
Hani aşkta dahi aranan aşktık?
O kokuşmuş insan oluşların çiğ günlerine boğmuşlar
Kaybolan şiirimi
Kalbimdeki titremeyi
Geceye tüy gibi düşen sessizliğimi
Kahverengi bir hırkam olsaydı daha çok severdim kendimi
Kahverengi bir hırkam olsaydı vakur dururdum karşımda
Daha nazik sıfatlarla bakabilirdim onlara
Onlar
Çarşıdan dönenler parklara çıkanlar hafta sonu işçileri
Yorulmadan dinlenenler çekirdek çitleyenler çocuk yapanlar
Pazarlık yapanlar tutumlu olmak için geceleri uyuyanlar
Sevinçle otobüse binenler ömür boyu ölüp duranlar
Yok benim kahverengi hırkam ve sakin değilim
Hayır şair de değilim
Estetik bir öfkenin peşindeyim ben
Biraz da adil bir öfkenin
Yankısı geri dönen öfkenin
Oysa düşmanlarımın suskunluğundan
Ağrılar saplanıyordu hırçınlığıma
Aç acına sigaralar içtiğim akşamların hepsinde
Masa örtüsünde küller tanrıların göz bebekleri
Kendimi sıkıca tuttuğum Cuma akşamları kadar aklımla
Savurdum benden öte ne kaldıysa yadımda
Neyse beni benden eden beni ben eden
Neyse defterleri kırış kırış yalnızlıklarla eş tutan
Bunlar dedim kanıma kül dökmeye gelmiş teklifsiz bakirelerdir
Bunlar ekmeğimizin arabı suyumuzun kem rengi
Ellerimizin tüm pisliğini sildiğimiz bunlardır
Hem bizim ellerimiz karmakarışıktır bahar bilmez
Sevgilisi biziz puslu yamaçları kesen sisin
Biziz kışta ölüm şiirleri yazda toprağı örse çağıran hamlık
Biz onu yanmış cesetlere gül suyu dökerken gördük
O ki sendeleyen çocuklar ölüm olurken düşte mecruh
O ki zebundur ağrılarını adadığı adaklar fiyasko
O bizi şuurun ters aynalarında taşa tuttu
Öldüyse de kalbinin yakınlarında öldü
Bir çift makas gibi sözlerimi keserken yokluk
Topuklarında ezilen kaldırımların geceye düşürdüğü şiir
Vesaire vesaire vesaire vesaire
Yalanlarını omzuma levha yaptıkça yaşamak
Başıboş yürüyüşlerden dokunan kader kumaşı
Vesaire vesaire vesaire vesaire
Kendime inanırken yükte hafif pahada ağır
Sarsılırken dilimi yakan pervasız tebessümler
Vesaire vesaire vesaire vesaire
Bir çift tabanca gibi boşluğu tararken gözlerim
Aşk esnafına müşteri mi etmiştim kendimi?
Ve beni bir düşü görmeye çağırdılar
“Vayomer elohim yehi or vayehi or”
Ve sen öpüp bir nar bıraktın avuçlarıma
Ve sen ne güzel sustun ben ayakkabılarını bağladığını düşündüm
Sen nasıl sustun öyle yan yana ama birbirine karışmayan denizler
Ben eski Türkçe sularla akarken
Sen sanki Farsça sustun İbranice ve Sanskritçe
Biz seni yenilirken sevdik diyen ayetlerle doluyken bağrım
Ve yetmedi mücrim soluğum
Denizlerini kımıldatmaya
Ve bütün uykularından uyanmış çocuklar
Nasıl bakarsa annelerine
Ve nasıl yeşerirse intihara çiçekler
.
.
.
.
.
.
.
.
Nasılsın tanrım?
Kitap-lık Ekim 2011
12 Ocak 2012 Perşembe
üvercinka
Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye
Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil
Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Birçok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajında akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil
Cemal SÜREYA
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)