24 Ekim 2011 Pazartesi

yeraltından...

"... iki kere iki dört çekilmez bir şey. iki kere iki dört, bana sorarsanız, bir küstahlıktır. iki kere iki dört ellerini böğrüne dayayarak yolumuzu kesen, sağa sola tükürük atan bir külhanbeyinin ta kendisidir. iki kere iki dördün yetkinliğine inanırım, ama en çok övülmeye değer bi şey varsa, o da iki kere ikinin beş etmesidir."

" kolay elde edilmiş bir mutluluk mu, yoksa insanı yücelten acı mı daha iyi? evet, hangisi daha iyi?"

" kırk yıldan fazla yaşamak ahlaksızlıktır "

"baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık. fazlasıyla bilinçli olmak, bilincin her türlüsü hastalıktır.

"niçin iyilik üstüne, güzel, yüce şeyler üstüne anlayışım derinleştikçe, batağa daha çok saplanıyorum, neredeyse boğulmama ramak kalıyor? beni asıl şaşırtan şey, bu durumun bende rastgele değil de, sanki öyle gerektiği için olmasıydı."


22 Ekim 2011 Cumartesi

bir şair bisikletle



yeşil otlar tartarken ovadaki rüzgarı
bir yağmur otobüsünden bakıyorduk dışarı
tepeyi irkiltti geçti biri gencecik
biz sandık ki o tepe değişti
ya da biz sandık ki o tepe değişti

bir şey oldu ilk aşkın gözleriyle bakılan

kahveler soğudu yorgun bir kuş bitti
bir çömlek kurutuldu bir tırtıl küçümsendi
herkes dirseğiyle yanındakini: neydi o neydi
içlerimiz büyük bir yudumla susturulmuştu sanki

yeşil otları diyorum, o tepeyi boyluca

bir yağmuru, bir şiiri ve ikindiyi
sağına soluna çarparak bir şair bisikletle
çarpacak bir şey de yoktu, aşıyordu sanki

ahmet murat

17 Ekim 2011 Pazartesi

ORADA






Çıktım. Uykumun tozlarından havalanAN vehimler…
Bekledim. Orada, bazen zincirlerimi parlatışımın sıkıntısında, bazen yarım kanatlı uçma niyetlerimde, bazen de parmak uçlarımın gittikçe inceldiğini dehşetle fark ederek…

16 Ekim 2011 Pazar

sen bir düş imişsin kuşluk çağında, soluma tükürdüm: rabbım gafurdur, bilesin kavuşmak yok islamlıkta, kavuşan kısmısı ancak gavurdur.

TEKFURUN KIZI

Ben seni alamam ah holofira
azığım tamtakır binitim nalsız
bir belde geçerim kalacağım yok
dostlarım bivefa düşmanım yalsız

kolum halat değil bakracımda kum
ben seni alamam ah holofira
sade yoksunluktan yokluktan değil
eline kir olsun elli üç lira

amma ki alamam, bir uzak sevi
gelmiş de çökmüştür taunlar gibi
ben seni alamam ah holofira
geç git hiç bakmadan eğlenme emi

pusatları parlak binbaş istesin
seni ulak, elçi, naib-i kral
ben hoyrat söylesem el bana hoyrat
gelip de ne derim şu dillerim lâl

ben seni alamam ah holofira
baban kafirine kılıç üşürsem
hem de gece bassam, iti uykulu
şöyle ya allah'la bohçanı dürsem

amma ki alamam, yaradan beni
ne ardıç, ne çınar: ufarak çayır
koşumum gıcırdar ölmek dilerim
bağrım kaynıyordur yüklerim ağır

sen bir düş imişsin kuşluk çağında
soluma tükürdüm: Rabbım Gafurdur
bilesin kavuşmak yok islamlıkta
kavuşan kısmısı ancak gavurdur.

Süleyman Çobanoğlu

15 Ekim 2011 Cumartesi

bu sabah


rue clement'dan bu sabah laterna
geçti. arabanın başında genç,taşralı
bir kız,hem çaldı,hem ağır ağır sürdü,
tekerleklerin içinden bu zamana benzemeyen
bir zaman geçti.pencereler açıldı,durdu
sokakta yürüyenler,herkesin içinden laterna
geçti:neşeler durgun şimdi,sönmüş duygular
bir anlığına hareketli,bu sabah laternanın
içinden bir tek bize ait Ölüm geçti
 
enis batur

orada olmayan adam


"Merdivenlerden çıkarken
Orada olmayan bir adamla karşılaştım
Bugün de orada değildi
Keşke dedim
Keşke gitse"


ıdendıty, 2003


 

cuma akşamları...

cumartesi sabahları...

11 Ekim 2011 Salı

kav

Otomobil birden çıkıyor yoldan
Bir deniz kıyısında duruyor
Büyü bıçağı koparıyor onu gri harmanili kayalardan
Yalnız sırtlarından sezilen haçlı erleri kayalardan
Kayalar kapatıyor onun arkasını som
Düşünceyle şekerlendirilmeden
Günse eriyor yön yön Van Gogh'su bir kırmızılık
Kirazların ve güllerin tifoya kardeş çıkan rengi
Kokuları bile kıpkırmızı olan güllerin
Ve otomobilden inen sensin iki avcunda deniz
Çevrene üşüşen zeytin ağaçları
Arkandan inenler o kimlerdir ki avuçlarına gülüyor
Oluşa gülüyorlar kuşlara çocuklara
Ki senin ellerini görmek bir kurtuluştur çocuklara
Sen yüzünde Akdeniz memnunluğu sen Truvalı Helen
Sana gelmiş bütün yunanlılar atlı arabalarla
Atlarla otomobillerle uçaklarla
Bütün kiraz yangını çocukları andıktan sonra
Evrenin akşamından döndünüz evlerin parmaklarına
Almışsın üstüne örtücülüğünü siyah kahverenginin
Ağaç gövdelerinin kavların rengini
Tabiat seninle canlı ve yeni
Tabiatı duruşun ve bakışınla verimlendirmişsin
Ey geçmez gençliğin telâşsız sesi
Sesinle ölümü ürkütmüş terletmişsin
Bir piknik yer altı gençliğine gözlerin
Saçların bir başlangıç eski zaman leylâklarına
Bir vakit gelse ki kapansam ayaklarına
Geçen zamanı yanlış bir rüya gibi yorumlasam
Resmini yunanlılardan kalma kayalara oysam
Gitsem Bergama Tiyatrosunda seslensem ismini
Benimle birlikte tabiat çağırsa seni
Eski çağ çağırsa seni
Yeni çağ çağırsa seni
Her piknik gezintisinde yaptıkları gibi
Çiçek kuş arı ve mavi gökte güneş
Seninle donanırlar çocuk oyunlarında dağ düğünlerinde
 
Ve kayalar ilk olarak atalardan arınmış
Büyümüş denizden gelen sabırsız seslerle
Sonbahar papirüslerini birer birer atmış
Kentse yüzyıllarca ilerde ve ötede
Sen halk ve çocuklar ve bir portatif çadır
Ve kalakalmış bir oto uçurum kenarında
Hafta içi gel gitleri denizde kanayıp ıslanış
Güneş sevinçli yaşlarla kararmış
Tabiatla konuşmaya başlarsın bardakların derinliğinde
Çin çay bardaklarının
Birbirinizi yitirirsiniz tabiatın sisinde
Biriniz Kafdağında biriniz Çinseddinde
Deniz yüreğinizin telâşsızlığından aydınlığını emer de
Akşamın üstüne boşanır yanar beyaz gecelerde
İyot kokulu yalnızlık panayırlarında
Ben bir peri masalı gibi anılırım o anda
Gelip geçen bir nöbet gibi o anda orada
 
Saçılan eşya toplanır otomobil çalıştırılır dönüş başlar
Tabiatla son alışverişi yapar çocuklar
Deniz yavaş yavaş siyah bir kabuk bağlar
Çayırlar üzerinde soğan yumurta kabukları büzülmüş kâğıtlar
Sende kadınlığın o sonsuz gülümsemesi ve toparlanışı var
Gözler hep arkadadır acaba unutulan bir şey mi var
Mutlaka unutulan bir şey var
Gün bir bomba gibi düşer ve batar
Arkaya son bir göz atılır otomobile doluşulur
Şimdi sizi tabiattan koparan geri alan bir asfalt
Şehrin düşüncelerini yayınlayan kalorifer bacaları
Oraya buraya koşuşan insanlar
Ve bütün ışıklar yanar

Son Söz

Sen tabiatın içinde tabiatla birlikte fakat tabiatüstüsün
Karla örtülü yüksek çamlar gibi ancak uçakla gözlenebilirsin
Sen Leonardo Da Vinci'nin ya Van Gogh'un kalemiyle çizilebilirsin

Aragonun söylediği gözler senin gözlerindir
Sen her an bitmeyen bir pikniktesin
Bütün Roma sütunları dikilmiştir senin için
Emperyal Kahvesi Akman yapıldı seni anmak için
Meydandaki anıt bile sen yanından geçtikçe alımlı albenili
Bir bakışta bulurum büyük halk tablosunda seni
Hıçkırıklarım çarpar her gün gök aynasına
Kendimi kaptırıyorum eski rüya oyunlarına
İnsanlar parça parça geçiyorlar yollardan
Sarhoş katil namuslu adam
Ben bir köprü parmaklığına dayalı bekliyorum
Bir piknik dönüşü gelip bu köprüden geçersin diye bekliyorum


Sezai KARAKOÇ

9 Ekim 2011 Pazar

nerde bir sevda kelimesi

Şu gördüğünüz masaya bir aşk şiiri yazmak için
oturmuştum sevgili insanlar muhterem konuklarım
Pazenle kaplama parmaklar
Elele tutup denizlerin üstüne basarak
Dalgaları mahçupluk duvarlarını aşarak
Bir aşk şiiri biçimlemek için başlamıştım.
Deyin ki resitalim
Çekiştiriyor bıyıklarımı yakalarımı
Konfenksiyoncu kızlar
Nasıl bilebilirler kimim nasıl tanırlar içimi
Kertenkele gibi duruyorum bir an altında tunç
bir güneşin
Papatyalar tenler
Ve zülfe dair bir anı sunacaktım
Ama urgan çıktı sevgili insanlar
bir de kör testere

İşkenceden olacak
Kaçamadığım içim
İşkenceci

Van gölü bir bozkır gibi batıyor önümde
Sor: Peki bu gemi
Ağır suları açarak
Hayır ilkin bir aşk şiiri için yokladım bordalarını
Titreşimleri sade ve körpe kımkırık uskurları

Şu var ki yine de bazen çarpık ağzı olacaktım
Piyasaya anlaşılmaz bir kelime tutarak.
Yine anlamadılar şaşkınım
Perişan mı perişan
Vuracaktım kanat
O taş senin bu taş benim
Mezarlık topraklarına yüz sürecek feryat
atacaktım
Aşkını işte böyle algılıyorum

O sabah bulutlar var yapma çiçekler gibi
Görüş uzaklığı onbinlerce metre
Elim dokunuyor her görüntünün tenine kalbine
Bu bir köşk bu da eli çıralı adam
Betonda bir gülümseme
Şair bir kelime daha uzatıyor
Saplanmıyor yine şaşkınım

Bunu duymayacaktım onu görmeyecektim
Başım harran ovasına gömülü
Bir rüyam vardı baktım ağlıyor orda
Dizleri kırık medrese kalıntıları
Sessiz ve baygın onbinlerce
Ateş gibi çölde serçeler gibi kavrulmuş açık
ağızları
İşte ne kadar sen desem
Bunları kavrıyorum aşkın diye
 
cahit zarifoğlu

8 Ekim 2011 Cumartesi

2006

lacrimosa

çılgar

Oralar yazın mı hala, güpgüzel midir?
Gayri şarapsadım ben, İstanbulsadım
Kuşladıysa gözlerimi bir sakar tavan
Sensiz günlerimi çarçur etmek içindir
Ama pörsümüş, gül bitine karmış bir sarı
Siner külçelenir ta evimde barkımda
Pelit acısından yavuz bir özlem kiri
Yu canım usulcacık
Sen bunca umudumun çılgarı
Göğü maviltir bir kırlangıç yakamoz
Balıklar debreşir suda

METİN ELOĞLU

7 Ekim 2011 Cuma

beni sade sen sevdin

Eşyamda izin ayağımda tozun var mı diye sorarsan
Sana can çekişe çekişe değişen eşyayı haber veririm
Ayağımın tozunu silktim eşyamı karıncaya yükledim
Kırık yayda kalıveren ok gibi kaldım amma
Hiç korkmadım seni sükût-u hayale uğratmadım

Sen hatim ol ben yarım sen hatem vur ben dargın sen hatır kır
Ben uzun uzadıya kendimi açıklayayım ki bilinsin nasıl bir zulmetteyim
Bilinsin bu evren duanla her gün en baştan nasıl yaratılır
Boş bir sadak gibi kaldım amma zaten nehirler çekilmiş kurumuş göller
Aramızda deniz vardır bana kalan sade sabır sade sabır

Ben bu kırık izzeti nefisle çok uzağa gitmem biliyorum
Bende ramak kalmıştır her şeye hasmane tertiplere ölmeye ramak kalmış
Flamasında ölüm işaretleriyle bir kuru benliğim kalmış
Kesilmemiş kartalmış bir adak gibi kaldım amma katılaşmadım
Hatırla sana ve kendime hep inandım, işte ordayım

İmanını tazeledin her cürmümden kalbimden sızan acıdan
Korkarak belirsiz bırakarak dokunmayarak beni sevdin
Tanrı hakkı için sevdin ebedi dostunu bildim, buydu seni avutacak
Hem gerçek hem yalan olan, işte bak bu açık seçikti aramızda
Seni affetmedim sana teslim gönlümü esirgedim bağışladım

Sen sendelediğinde inancımın ilk perdesi yırtıldı
Dediler ki suya götürür susuz getirir adamı
Dediler bivefadır boşuna çınlamasın kulağın
Bense bir kez kerametine iman etmiştim divitin ve hokkanın
Gene de tuz basmadım zaafına seni hasletimden azadladım

Ateşi keselim kesilebilir değilse de, namı var ateşkesin
Bu ateşin narına yanacak sözlükler ve kuralları simyanın
Birkaçsayfa kurtaralım kekeme kalsak bile isimsiz mektuplar için
Şartsız ve müdanasız bir mütareke imzaladım amma
Kerem ettim sana seni hiç aklımdan çıkarmadım

Şimdi burada her şey pırıl pırıl aydınlık ve her saat gündüz
Duvarlarda masalarda kulelerde duranlar bile on ikiye vurmuş
Dünyanın her yerinde kalbimin rehberliğinde bir çocuk doğmuş
Her çocuğa adın konmuş akrep durmuş saat on ikide işlememiş saniye
Bu aşkın aşkı kaldı bende onursa hiçtir terazi kefesinde.

hayriye ünal

".... yani yaşamları bir varoluş değildir."




    “Bu tiptekilerin hepsi iki ayrı ruhu, iki ayrı insanı barındırır içinde; tanrısal ve şeytansal , anne ve baba kanı, mutluluk ve acı çekme yeteneği, Harry’deki insan ve kurt gibi, düşmanca ve birbirine dolanmış, yan yana ve iç içe sürdürür varlığını. Ve hayli tedirgin bir hayat süren bu tip insanlar seyrek mutluluk anlarında bazen öylesine güçlü duygular ve dile gelmeyen güzellikler yaşar, anlık mutluluğun köpüğü göz kamaştırarak öylesine yükseklere fırlayıp acılar denizinin dışına taşar ki, bu kısa süre parıldayan mutluluğun köpükleri sağa sola saçılarak başkalarına dokunmadan geçemez, onları da büyüler. Böylece bütün o sanat yapıtları, acılar denizi üzerinde, değerine paha biçilmez geçici mutluluk köpükleri olarak gözlerini açar dünyaya; öyle yapıtlar ki, içlerinde acı çeken tek insan bir saatlik bir süre için yazgısının alabildiğine üstüne çıkar, bir yıldız gibi parıldar mutluluğu ve onu algılayan herkese sonsuz bir nesne ve kendi mutluluk düşü gibi görünür. Yaptıkları işlerin, yarattıkları yapıtların isimleri ne olursa olsun, bütün bu insanların gerçekte bir yaşamı yoktur, yani yaşamları bir varoluş değildir, belli bir biçim taşımaz, başkalarının yargıç, hekim ayakkabıcı ya da öğretmen olduğu gibi kahraman, sanatçı ya da düşünür değildir bu kişiler; yaşamları sonu gelmeyen bir çileli devinimdir, kayalara vurulup kırılan dalgalara benzer, mutsuz ve acılı bir biçimde parçalanmıştır, tüyler ürperticidir; böyle bir yaşamın karmaşası üstünde ışıldayan seyrek yaşantılar, düşünceler, eylemler ve yapıtlarda saklı anlam dışında bir başka anlam içermez. Bu tip insanlar arasında oluşmuş tehlikeli ve korkunç düşünceye göre, belki tümüyle insan yaşamı ciddi bir yanılgıdan öte bir şey değildir, ilk ananın ölü doğmuş bir çocuğudur, doğanın başarısız kalmış çılgınca ve dehşet verici bir denemesidir. Yine aynı insanlar arasında oluşmuş bir başka düşünce de var ki, buna göre insan belki sadece yarım akıllı bir hayvan değil, Tanrıların bir çocuğudur ve kendisine ölümsüzlük bağışlanmıştır.

Gecelerin insanı olması da Bozkırkurdu’nun  belirgin özellikleri arasındaydı. Sabah onun için günün korkup çekindiği, kendisine hiç uğurlu gelmemiş bir vaktiydi. Yaşamında hiçbir sabah yoktu ki, şöyle doğru dürüst bir neşeyle, doğru dürüst bir sevinçle dolmuş olsun içi; öğle öncesinde hiçbir saat yoktu ki, elinden iyi bir iş çıkmış, aklına parlak düşünceler gelmiş, kendisinin ve başkalarının yüzünü güldürebilmiş olsun. Ancak öğleden sonraları ısınıp canlanıyor, iyi günlerinde ancak akşam üzerleri verimli, enerjik biri olup çıkıyor, bir kor gibi yanıp tutuşuyor bazen, gönlü şenleniyordu.

    Ne var ki Harry kavuştuğu özgürlüğün ortasında ansızın şunu fark etmişti ki, özgürlüğü ölümdü, tek başına kalmış, dünya onu korkunç şekilde kendi haline bırakmıştı……..”

                                                                          BOZKIRKURDU
                                                                          shf:43,44,



  

1 Ekim 2011 Cumartesi

bilirim,


"Bilirim, hayatında beni bi dakika sevmedin, bir dakika havamda rahat etmedin, bir dakika bana dost sıfatını tamamen vermedin. Ben bunu bilerek dostun oldum ve hala dostunum, çünkü biliyorum ki ruhun benim ruhumun cinsindendi, çünkü biliyorum ki bedbahtsın ve mes'ud olmayacaksın, tıpkı benim gibi.
 
Sana gelip aleyhimde söyleyecek olanlar bilmiyorlar ki dostluğumuzun cinsi onların anlayacağı neviden değildir. Havada, ziyada, suda ve semada aynı şeyleri sevmiş olmanın yapacağı dostluğu bilmiyorlar." 

Ahmet Haşim'den Yahya Kemal'e...

merdiven

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...

Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...



Ahmet HAŞİM

gecenin sonuna yolculuk, sonuncu geceye yolculuk, yolculuğun sonuna yolculuk

    

"Sonuçta varoluşun neden olduğu en büyük yorgunluk belki de insanın yirmi yıl, kırk yıl boyunca, hatta daha bile uzun süre, aklı başında kalmak için harcadığı o olağanüstü çabadır, basitçe, derinden kendi, yani tiksindirici, dehşetengiz, saçma olmamak uğruna. Baştan veri olarak elimize tutuşturulan şu aksak ikinci sınıf insanı, sabahtan akşama kadar hep küçük evrensel ideal, birinci sınıf bir insan olarak sunmak zorunda kalmamız ne de büyük kabus.”
"Arthur, aşk dediğin şey, sonsuzluğun kanişlerin uzanabileceği bir düzeye çekilmesidir, benimse bir onurum var!"
“Her alanda asıl yenilgi, unutmaktır, özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt olduklarını asla anlayamadan gebermektir. Bizler, mezarın önüne geldiğimizde, boşuna şaklabanlık yapmaya kalkışmamalıyız, öte yandan, unutmamalıyız da, tek sözcüğünü bile değiştirmeden her şeyi anlatmalıyız, insanlarda gördüğümüz ne kadar kokuşmuşluk varsa, hepsini, sonra da yerimizi sıradakine bırakıp, uslu uslu inmeliyiz deliğin içine. Tüm bir yaşamı doldurmaya yetecek bir uğraştır bu.”
“...Bil ki her şey midemi bulandırıyor benim ve tiksindiriyor beni. Sadece sen değil!...Her şey!... Özellikle de aşk!...Seninki de en az başkalarınınki kadar... Senin şu yaratmaya çalıştığın duygularla dolu şey var ya, onun benim gözümde neye benzediğini söylememi ister miydin? O şey tam da helanın içinde sevişmeye benziyor! Beni annadın mı şimdi?... Madem öğrenmek istiyorsun söyleyeyim, sana yapışıp seninle kalmam için gidip bir yerlerden bulduğun lakırdılar var ya, onları ben hakaret olarak algılıyorum hakaret... Üstelik sen bunun farkında bile değilsin ve farkında olmadığın için esas namussuz sensin.... Ayrıca mide bulandırıcı biri olduğun da aklının kıyısından geçmiyor senin değil mi!... Başkalarının sıçtığı palavraları ağzına sakız etmek seni tatmin etmeye yetiyor!... Bu sana yeterli geliyor çünkü başkaları sana aşktan daha iyi bir şey olmadığını anlatıp durdular, bu numarayı hem herkesin hem de her seferinde yutacağını söylediler... Ama işte ben çıkıp diyorum ki: bok yesin orta malı aşk!... Duydun mu? Sökmez bana kızım... Sökmez o tiksindirici aşklar!... Yanlış adama çattın!...Yanlış zamanlama seçtin, geç kaldın! Artık yemezler, işte bu kadar!... İşte bu yüzden bu kadar esip gürlüyorsun!... Sen dünyada bu olup bitenin göbeğinde ille de sevişmeye çok mu heveslisin yani?... Bütün bu gördüklerimizin!... Yoksa hiçbir şey görmüyor musun?... Ama bence esas mesele umursamıyor olman!... Romantik kadın ayakları atıyorsun ama aslında ender bulunan cinsten canavarsın sen... Kokuşmuş et mi istiyorsun? Aşk sosuna bulanmış?... Miden kaldırıyor mu?... Benimki kaldırmıyor!... Eğer burnuna hiç kötü koku gelmiyorsa ne mutlu sana! Demek ki senin burnun tıkalı! İnsanın midesinin bulanmaması için sizin gibi hödük olması gerek... Seninle beni ayıranın ne olduğunu mu merak ediyorsun?...Söyleyeyim, seninle beni ayıran, koskoca bir hayat var be...Daha ne olsun istiyorsun?”
“Gelecekten söz edenler alçaktır. Önemli olan şimdidir. Gelecek kuşaklardan söz etmek kurtçuklara nutuk çekmektir.”
 "Boşuna heveslenmemekte yarar var, insanların aslında birbirlerine söyleyecekleri hiçbir şey yoktur, karşılıklı olarak yalnızca kendi acılarını anlatırlar, bu böyledir. Herkesin derdi kendine, dünyanınki de hepimize. İnsanlar o acılarından kurtulmaya çalışırlar çalışmasına, sevişme sırasında, onu ötekinin sırtına yıkarak, ama beceremezler tabii ve ne yaparlarsa yapsınlar, sonunda tüm acılarıyla baş başa kalırlar ve bir daha denerler, bir kez daha acılarını kakalamaya çalışırlar. "Çok güzelsiniz, küçük hanım" derler. Ne ki yaşam onları yeniden yakalayıverir, aynı küçük numarayı bir kez daha deneyinceye kadar, "ne de güzelsiniz küçük hanım!..."

Bu arada acılarından kurtulmayı başardıklarını söyleyerek böbürlenirler de, gel gelelim herkes gayet iyi bilir, değil mi, bunun hiç de doğru olmadığını, o acıyı bal gibi bütünüyle kendi içimizde sakladığımızı. Bu numaraları yapa yapa yaşlandıkça giderek daha da çirkin, itici bir hal aldığımız için artık acımızı, iflas ettiğimizi gizlemekten bile aciz kalırız, en sonunda insanın ta derinlerinden suratına kadar ulaşmayı başarabilmesi şöyle bir yirmi, otuz yıl, hatta daha fazla zaman alan o sevimsiz ve çirkin ifade, gitgide yüzümüzde sıvaşmadık yer bırakmaz. İnsan dediğin işte bu işe yarar, sadece bu işe, ekşi bir surat ifadesi üretmek, biçimlendirmesi tüm ömrünü alan, hatta gerçek ruhunun bütününü eksiksiz yansıtabilmek için oluşturulması gereken asıl surat ifadesi o kadar ağır ve karmaşıktır ki, bunu tamamlamaya insanın ömrü bile her zaman yetmeyebilir."
 
"Ne dersek diyelim, ne iddia edersek edelim, dünya gerçekten çekip gitmeden çok öncesinde terk ediyor bizleri. Daha önce de en çok meraklısı olduğumuz şeylerden, günün birinde artık gitgide daha az söz eder oluveririz, ille de konuşmak gerektiğinde zorlanırız. Hep kendi sesimizi duymaktan gına gelmiştir...Kısa keseriz... Vazgeçeriz... Otuz yıldır konuşuyoruzdur zaten... Haklı çıkmayı bile umursamamaya başlarız. Zevkler arasında kendimize ayırdığımız o küçük yeri bile koruma arzusunu yitiririz... Kendimizden iğreniriz... Azıcık karnını doyurmak, birazcık ısınmak ve hiçbir yere varmayan yolda giderken mümkün olduğu kadar çok uyuyabilmek artık başkalarının önünde takınacak yeni surat ifadeleri bulmak gerek... Ancak, artık repertuarımızı değiştirecek gücümüz kalmamıştır. eveleyip geveleriz. Onların, yani dostların arasında kalabilmek için bin türlü numara ve bahane ararız, ancak ölüm de artık buradadır, leş kokulu, yanı başımızda, artık daima orada kalacaktır, bir el pişpirik kadar bile gizemi kalmamış olacaktır. Gözümüzde bir anlam ifade etmeye devam eden tek şey olarak ufak tefek üzüntülerimiz kalmıştır, söz gelimi o küçük şarkısı bir şubat akşamı ebediyen susan Bois-Colombes'daki ihtiyar amcamızı henüz sağken ziyaret etmeye bir türlü zaman ayıramamış olmanın üzüntüsü. Yaşamdan geriye sakladığımız bir bu kalmıştır. Yani bu ufacık korkunç pişmanlık, gerisini ise, az çok yolda kusmuşuzdur, epey çabalayarak ve zorlanarak da olsa. Artık kimsenin geçmediği bir sokağın köşesindeki eski püskü bir anı fenerine dönüşmüşüzdür."
 ''Aşk alkole benzer, ne kadar iktidarsız ve sarhoş olursanız, kendinizi o kadar güçlü ve akıllı sanırsınız, aynı zamanda da her istediğinizi yapmaya hakkınız olduğunu düşünürsünüz.''
"İnsanlar o boktan anılarından, çektikleri sıkıntılardan bir türlü vazgeçmek istemezler ve ne yaparsanız yapın bunun dışına çıkmalarını sağlayamazsınız. Ruhlarını böyle oyalarlar. Bugün yaşadıkları haksızlıklardan intikam almak için geleceği bokla sıvamaya uğraşırlar kendi içlerinin derinliklerinde. Hem adil hem de ödlektirler aslında. doğaları budur"
"İnsan şehvet bakiri olduğu gibi, dehşet bakiri de olabiliyor."
 " Gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir. Bu dünyanın gerçeği ölümdür. Seçim yapmak gerek, ya ölmek, ya da yalan söylemek. Bense asla kendimi öldüremedim"
 
 
LOUİS FERDİNAND CELİNE
 Gecenin Sonuna Yolculuk