7 Ağustos 2023 Pazartesi

diyet / ömer seyfettin




Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında tek başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir Arslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir pehlivandı! On yıldır bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç ve namluları bütün Anadolu'da, bütün Rumeli'de sınır boylarında büyük bir ün kazanmıştı. Hatta İstanbul'da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların üstünde “Amel-i Ali Usta” damgasını arıyorlardı. O çeliğe çifte su vermesini biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, yine kırılmazdı, “Çifte su vermek”, sanatının yalnız ona mahsus bir sırrıydı. Yanına çırak almaz, kimseyle çok konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz... ha bire uğraşırdı. Bekârdı. Hısımı, akrabası yoktu. Memleketin yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka laf bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız muharebe zamanları ocağını söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, muharebeden sonra ortaya çıkardı. Şehirde ona dair birçok hikâyeler söylenirdi. Kimi “cellat elinden kaçmış bir çelebi”, kimi “sevgilisi öldüğü için vakitsiz dünyayı terk etmiş bir garip” derdi. Siyah şahane gözlerinin yüksek bakışından, kibar tavrından, mağrur sükutundan, düzgün sözlerinden onun öyle âdi bir adam olmadığı belliydi… Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu. Halk onu seviyordu. Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir iftihardı.

"Bizim Ali"

"Bizim koca usta"

"Dünyada eşi yoktur"

"Zülfikâr'ın sırrı ondadır!" derlerdi. Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu. Daha on iki yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi. Debdebeli bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki devlet katında yetiştirecek, büyük mevkilere çıkaracaktı. Ama Ali'nin mizacında “başkasına minnettar kalmak” ihtimali derin bir elem sızlatıyordu. “Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim,” dedi. Bir gece amcasının konağından kaçtı. Serseri bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı. Adını bilmediği memleketler dolaştı. Nihayet Erzurum'da yaşlı bir demircinin yanına girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu'da uğramadığı şehir kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Minnettar kalmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazandı. Çok çalıştı. Emsalsiz işler meydana getirdi. İçinde “mukaddes ateş”ten bir şule bulunan her mucit gibi, para için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu. “Çeliğe çifte su vermek” onun aşkıydı. Gönüllü olarak muharebelere gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların arasında, Ali Usta, işinin övgüsünü duydukça tadı dille anlatılmaz bir manevi zevk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik yatağanlar, zırhlar, keskin ağır saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir hamleyle örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcımlar tutuştururdu.

"Tak!"

"Tak, tak!…"

"Tak, tak..."

İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte dokunaklı dokunaklı akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler sonu gelmez bir takırtı koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun alandan mescide doğru yürüdü… Şehrin kenarındaki bu mütevazı mabede hep yoksular getirdi. Minaresi sokağa bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu.

Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla kalabalık gördü. Hep üç kandil yakılırken bu akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya'dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.

Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı.

Koca Ali yerinden oynamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. “Mesnevi dinler, açılırım!” dedi. Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten nameleriyle gaşyoldu. Her âşık gibi onun kalbinde de nihayetsiz bir vecit, bir heyecan, bir galeyan istidadı vardı. En küçük bir vesileyle coşardı. Manasını anlamadığı bir lisanın uhrevi ahengi, durgun kanını sular altında saklı derin bir girdap gibi kaynattı. Her yanı sebepsiz bir sarsıntıyla titriyor, sökülmez bir hıçkırık boğazına düğümlenir gibi oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca, doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanyolu, sarı altın tozundan göz alabildiğine bir bulut gibi göğün bir yanından öbür yanına uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü. Kentten mandıralara giden yolun geçtiği tahta köprüde durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine akseden yıldızlar, ışıktan çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. Daldı, gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği nağmelerin ruhunda kalan ahenklerini işitiyor, tıpkı mescitteki gibi kendinden geçiyordu. Ansızın arkasından bir ses:

– Kimdir o?… diye bağırdı.

Daldığı tatlı alemden uyandı. Döndü. Köprünün öbür yanında iki üç karaltı ilerliyordu. Gayr-i ihtiyarî cevap verdi:

– Yabancı yok!

– Kimsin?

– Ali…

- Hangi Ali?

-......

Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onu kıyafetinden tanıdılar:

– Koca Ali… Koca Ali, be!

– Sen misin, Ali Usta?

– Benim!

– Ne arıyorsun bu saatte buralarda?

– Hiç…

– Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!…

Bunlar kent subaşısının adamları, dizdarlardı. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, ehl-i ırzlar nazarında hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona fena muameleler etmediler. Dizdarbaşı "Ali Usta, sen deli mi oldun?" dedi.

– Yok.

– Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, hele böyle şehir kenarında kimsenin dolaşmasına ağamızın razı olmadığını bilmiyor musun?"

– Biliyorum.

– Ee, ne arıyorsun buralarda?

– Hiç…

– Nasıl hiç…

Koca Ali yine ses etmedi. Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:

– Haydi yerine git, dolaşma… dediler.

Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği ahengi tekrar buluyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rast gelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir hayal gibi ayakta duruyordu. Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:

– Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!… dedi. Dükkanından örsü ile çekicinden başka kıymetli şeysi yoktu. Bunlar da çalınmaya değmezdi. Kimsenin işine yaramazdı ki, hırsız aşırmak zahmetine girsin…

İçeriden kapıyı sürmeledi. Dizdarların müdahalesi canını sıkmıştı. İşte şehirde yaşamak da bir türlü esirlikti. Halbuki dağ başında, köyde sanatı geçmezdi. Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden ibaret olan yatakçığına uzandı.

Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:

– Kim o? diye haykırdı.

– Aç, çabuk..."

Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu. O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı. Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu dizdarbaşı'yı gördü. Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. “Ne var?” der gibi yüzlerine baktı. Dizdarbaşı:

– Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali şaşkınlıkla sordu:

– Niçin?…

– Bu gece Budak Bey'in mandırasında hırsızlık olmuş.

– Ee, bana ne?…

– Onun için işte dükkânı arayacağız.

– O hırsızlıktan bana ne?

– Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler. Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.

– Bana ne?…

– O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk… Sonra… Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!

Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine baktı. Gerçekten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı bekçi:

– Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun? dedi.

Koca Ali yine verecek bir karşılık bulamadı. Önüne baktı:

– Arayın… diyerek geri çekildi. Bekçiyle yamakları dükkâna

girdiler. Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı:

– Ay! İşte, işte…

Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne bakıyorlardı. Dizdarbaşı hiddetlenerek sordu:

– Çaldığın paraları nereye sakladın?

– Ben para çalmadım.

– İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.

- Bu deriyi ben buraya koymadım.

– Ya kim koydu?

– Bilmiyorum.

Koca Ali öyle uzun boylu konuşmazdı. Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da, gece geç saatte köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Bekçilerin bulduğu bütün kanıtlar aleyhine çıkıyordu. Budak Bey'in yeni sattığı beş yüz koyunun parası da mandıradan çalınmıştı. İki güçlü hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı. Sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı. Ertesi gün hakimin önünde bu çoban, hırsızın birini Koca Ali'ye benzettiğini söyledi. Gece geç saate kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali'nin suçlanmasına yetti. Ne kadar inkâr etse hırsızlık suçunu silemiyordu. Üstelik nereden geldiği, nereli olduğu da belli değildi.

Sol kolunun kesilmesine karar verildi.

Koca Ali bu kararı duyunca, ömründe ilk kez sarardı. Dudaklarını ısırdı. Karara boyun eğmekten başka yolu yoktu… Sendeleyerek ayağa kalktı. Hakime dik bir sesle:

– Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu.

Bu, ömründe onun ilk dileğiydi. Ama yaşlı yargıç hak yemez biriydi.

– Hayır oğlum, dedi. Sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin, o zaman kafan giderdi. Ceza suça göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kesilecek. Hak böyle istiyor. Şeriatın kestiği yer acımaz…

"..."

......


Koca Ali'nin kolu kafasından çok değerliydi. Çeliğe “çifte su”yu bu iki koluyla veriyor, bu iki eliyle serhatlerde dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları kıran, ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu.

Onu, Ağa kapısında dizdarların odası altına kapattılar. Kısas gününü burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç vuramayacağını düşünerek, mabudu ölen bir mümin matemini duyuyordu. Kolunun diyetini verecek on parası yoktu… Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.

Bütün kent halkı, Koca Ali gibi mahir bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu kadar yakışıklı, mert, çalışkan, güçlü, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz gönüller bile dayanamıyordu.

İşte herkes onu seviyordu.

Sipahiler onlara çok ucuza kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler. Kentin en büyük zengini Hacı Mehmet'e başvurdular; bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu halde son derece cimriydi. Hâlâ şehrin pazar yerinde küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu. Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratını ekşitti. Başını salladı: Ama sipahilerle hoş geçinmek lazımdı.

– Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu için diyet veririm. Ama bir şartla...

– Ne gibi? diye sordular.

– Varın kendine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana, hiç para almadan hizmetçilik, çıraklık etmeye razı olursa…

– Pekâlâ, pekâlâ…

Sipahiler, Ağa kapısına koştular. Hacı Kasap'ın önerisini Koca Ali'ye söylediler. O, önce “kasaplık bilmediğini” ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyordu. Sipahiler:

– Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar savaş gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu yere yatırıp kesemez misin? diye üstelediler. “Kula kul olmak”, fani dünyada “birisine minnettar kalmak” azapların en ağırıydı.

O daha çok gençken, vezir amcasının lütfunu bile çekememiş, gönül borcu altında kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi kör talihi, onu bak kime köle edecekti? Sipahiler:

– Hacı'nın yaşı yetmişi aşmış… Zaten daha ne kadar yaşar ki… O ölünce yine sen hür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme! diyorlardı.


                                  ***

Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini hakime saydığı gün Koca Ali'yi arkasına taktı. Dükkânına getirdi. Bu adam pek titiz, pek huysuz, gayet berbat bir ihtiyardı. Hiç durmadan dır dır söylenirdi. Cimriliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Koca Ali'yi eline geçirince hemen dükkânının köşesinde bir set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama her şeyi… Sabah namazından beş saat önce kentten iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona sattırıyor… ta akşam namazına kadar durmadan emirler veriyordu. Zavallıya yedirdiği, içirdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatmadan ertesi sabah için koyun getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona temizletti.

Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar sıkıntıya yıllarca göğüs gerebilecekti. Ama Hacı Kasap'ın ikide bir:

– Ulan Ali!… Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!… diye yaptığı iyiliği tekrarlamasına dayanamıyordu. Bir gün, iki, üç gün dişini sıktı. Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında elpençe divan durdu. Yine:

– Kolunun diyetini ben verdim.

– …

– Şimdi çolak kalacaktın, ha…

– …

– Benim sayemde kolun var.

– …

Hacı Kasap bu sözleri âdeta “aferin” dercesine diline pelesenk etmişti. Her buyruğunun yerine getirilmesinden sonra kır sakallı, çirkin, sıska yüzünü ekşiterek, mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer, “Aklında tut, benim esirimsin!” der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, yüreğinin parçalandığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et keserken, “Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünüyor, hiçbir şeye karar veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek azla yetinip, gururun mutluluğu için yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?

Kaçmayı namusuna yediremiyordu. 

İşte o vakit gerçekten hırsızlık etmiş olacaktı. 

Fakat bu herifin ikide bir de yaptığını başa kakmasına tahammül ölümden pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı…


                                  ***

Hacı Kasap'a köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine “Ne yapacağım, ne: yapacağım?” diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı.

“Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünmeye öyle dalmıştı ki, kasabın geldiğini duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:

– Ne yapıyorsun be?…

Döndü. Efendi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu:

– Bıçakları biliyorum, dedi.

– Hay tembel miskin hay!… Sabahtan beri ne yaptın?

Ses çıkarmadı. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere kırpmadan baktı, baktı. İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:

– Ne yapıyorsun?

– …

Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş yıllık hizmetini durup dinlenmeden gördüğü halde onu yine “tembel, miskin” diye kötülemekten sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine yüreği parçalanır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çeneleri kilitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl dayanmıştı? Şaşırdı. Hacı Kasap çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı:

– Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! dedi. Ben olmasaydım şimdi çolak kalacaktın…

Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi ki… o anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı Kasap'ın önüne "Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi!" diye hızla fırlattı. Sonra esvabının kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.

Onun vaktiyle geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de şehirde kimse öğrenemedi.


1918





6 Ağustos 2023 Pazar

gizli mabet

                                                    



                                                                                                             –  Müfide Hanımefendi’ye


Geçen gün Tokatlıyan’da Sermet bana genç bir Frenk takdim etti. Sorbon’dan arkadaşmış! Kumral, çini mavi gözlü, güzel, narin, nazik bir çocuk! Aşırı bir Doğu düşkünü. İlk lafı bu oldu:

– Azizim, siz kendinizi bilmiyorsunuz. Avrupa’yı bir şey zannederek kendi güzelliklerinizi görmüyor, kendi sırlarla dolu dünyanızı yaşamıyorsunuz.
Birdenbire haklı mı, haksız mı olduğunu kestiremediğim bu eleştiriye gülümsedim:

– Yaşamadığımızı, göremediğimizi ne biliyorsunuz?
– Bunu gözümle gördüm, diye coştu. Üç senedir Sermet’in evindeyim. Her şey alafranga: Yemek salonu, yatak odası, karısının, kardeşlerinin giyinişleri, hareketleri, hatta düşünceleri, anlayışları bile hep Avrupalı gibi! Ah, nerede Loti’nin (*) Türkiye’si?
– Loti’nin Türkiye’si karşı tarafta! dedim.
– Evet, öyle söylüyorlar. Fakat içine girilmez bir âlem!.. Yazık ki siz bu tablolara konu olmaya layık âlemi sevmiyorsunuz.
– Sevenlerimiz de var! dedim.
– Siz sevenlerden misiniz?
– Evet… diye mübalağalı bir tehalükle başımı salladım.

"Sabit fikirler"inin hududunu aşmayan Frenkler ne masumdurlar! Bu genç Avrupalı da bunlardan biriydi. Türkiye’ye dair konuşmaya başladık, iddia ediyordu ki biz kendimizi tanımıyoruz; en güzel, en zengin, en beğenilecek sokaklarımıza pis diyoruz. Artık güzellikten mahrum Avrupa binalarına, muazzam caddelere; tabiatı öldüren geometrik çizgilerine kıymet veriyoruz… Rumlara hiddeti, garaz derecesini geçiyordu. Beyoğlu’ndan öyle nefret etmişti ki: “Ne iğrenç Batı karikatürü, ya Rabbi!” derken âdeta sararak tiksiniyordu. Kafası Loti’nin muhayyelatıyla doluyordu. Bizim sefalet, vahşet, cehalet dediğimiz perişanlıklarımıza o “harika” diyor, bu nihayetsiz mezbeleler, baykuşlu viraneler karşısında nasıl olup da bedii bir heyecan duymadığımıza şaşıp kalıyordu. Nihayet kendisinin, Avrupalılaşmamış bir Türk evine götürülmesini benden rica etti. Aklıma birdenbire Karagümrük’te oturan ihtiyar sütannem geldi. Bu gayet sofu ve gayet kaderci, gayet muhafazakâr bir kadındır. Kendinden büyük eski Arap hizmetçisi ile oturur, kocasından kalan ufacık bir kira geliri ile rahat rahat geçinir.

– Öyleyse sizi hiç Avrupalılaşmamış ihtiyar bir dulun evine götüreyim, dedim.
Teşekkür etti. Sevindi:
– Ne vakit?..
– Bugün, hatta isterseniz şimdi…
– Bu mümkün mü?
– Mümkün, yalnız başına bir fes alacağız, dedim.

Böyle ansızın gitmek, alaturka evde tekliflere, tekellüflere meydan bırakmayacak, tabiatı, tabloyu, bu Şark meftunu Frenk’e olduğu gibi gösterecekti. Sermet, zavallının sevincine gülmekten katılıyordu. Ona veda ettik, bir arabaya atladık. Beyazıt’ta indik. Frenkçiğe bir dükkândan ciğer gibi kıpkırmızı bir fes aldık. Kalıplattık. Tramvaya binmek istemedi:
– Buradan aşağı hep Türk Mahallesi mi? dedi.
– Evet, hep Türk Mahallesi.
– O hâlde rica ederim yayan gidelim.
– Pekâlâ!.. dedim.

Yangın yerlerinden yürüdük. Sisli bir hava, bulutlu, karanlık bir sema, harap evlerin, tenha viranelerin sükûnuna sanki acı bir hüzün karıştırıyordu. Yolda ona talimat verdim. Sütanneme kendisi için “Çerkez” diyecektim.

Gerçi o horozdan kaçan bir kadın değildi. Fakat belki bir Hristiyanın yanına çıkmak istemezdi. Bu basit entrika genç Frenk’in muhayyilesini daha beter alevlendirdi. Bir tarafa çarpılmış siyah, çürük, tahta evler, yıkık duvarlar, sökük çatılar karşısında duruyor, “Oh, ne manzara, ne manzara!” diye bir türlü ayrılamıyordu. İki saatte eve gelebildik. Bu, üç katlı, ahşap, biraz viranca bir binadır. Kapıyı çaldım, ihtiyar Arap açtı:
– Sütannem yok mu? diye sordum.
– Komşuda… Buyurun…
– Haydi Karanfil Dadı, git, koş, benim geldiğimi söyle. Yanımda da bir misafirim var. Bu gece sizde kalacağız dedim.

İçeri girdik. Temiz, fakat karanlık taşlıktan geçerek koca bir merdivenden çıktık. Misafir odasına genç Frenk bayıldı. Yerde güzel bir Acem halısı yayılıydı. Duvarlar -merhum hattat süt babamın yadigâr bıraktığı- levhalarla süslenmişti.
Yastıklarına fes rengi perdelerin düştüğü sedirler kırmızı battaniyelerle örtülüydü. Karşı karşıya oturduk. Kafeslere hayran oldu.

– Âdeta kendimi bir rüyanın içinde sanıyorum! dedi.
Sütannem gelince benim gibi elini öptü. Ara sıra başındaki fesi unutuyor, elinde olmadan selam verirken saygı ile eğilme gibi hareketler yapıyordu. Sütannem bunun pek farkına varmadı ama:
– Konuştuğunuz laf Çerkezceye benzemiyor, dedi.
Ben:
– Anneciğim, bu senin bildiğin Çerkezce değil, Çerkezlerin göç etmelerinden sonra çıkmış. Rusçayla, Çeçence ile karışık yeni bir Çerkezce! diye kandırdım.
Sözde bu Çerkez misafir, hacca gitmek için İstanbul’a gelmişti. Sütannem, hac vakti olmadığını hatırlatınca ona da bir kulp buldum. Maksadı daha evvel davranıp İstanbul’da biraz Türkçe öğrenmekti.

– Ah, bu yaşta hacı olmak, ne mutlu, ne mutlu! Darısı senin başına! diyordu.
– Âmin, âmin!..
Frenk, ağzımızdan çıkan bu kelimeyi birdenbire tanıyor, aşinalığını göstermek fikriyle kendi şivesiyle tekrarlıyordu:
– Âmen, âmen!..
- ...

Sütannem, bu Çerkez’le hacca beraber gitmemi tutturdu. Hâsılı yemek zamanına kadar hep hacdan, hocadan filan bahsettik. Ben sütannemin nasihatlerini çıtır çıtır hep Çerkezceye tercüme ettim. Sofraya oturunca Frenk, bütün bütün sanat heyecanının içinde kendinden geçti. Yalnız yabancı misafirlere çıkan gümüş sini, zavallıyı deli edecekti. Çatalı bırakıyor, sütannem gibi eliyle yemeye çalışıyordu. Ben vazgeçirdim. Elle yemek yalnız ihtiyar kadınlara mahsus olduğunu söyledim. Dünyanın en rahat vaziyeti bağdaş kurmak olduğunu iddiaya başlarken sofradan kalktık. Kahvelerimizi içtik. Sütbabamın kütüphanesinde yadigâr gibi duran eski yazma kitapları misafirime gösterdim. Nakışlara, ciltlere, minyatürlere hayran kaldı. Uyku zamanı gelince onu Karanfil’le beraber, en üst kata çıkardık. Yatağını bahçe üstündeki odaya yapmışlardı. Ayakyolunu falan gösterdim. “Bonsuvar” dedim. Ben de orta kattaki odaya çekildim. Gece fırtına çıktı. Şiddetli bir yağmur yağdı. Sabahleyin gayet güzel bir hava açılmıştı. Frenk’i, uyanmış, giyinmiş buldum. Yatağın içine oturmuş, bir şeyler yazıyordu.

– Bonjur… 
– Bonjur mon ami! 
– Ne yazıyorsunuz?
– Oh, tahassüsatımı…
– O kadar mütehassis mi oldunuz?
– Tarif edemem, size tarif edemem…
– …

Aşağı indik, sabah kahvelerimizi içtik. Sütannemin ellerini öptük. Bu Frenk'i, daha beter Şark pitoreskinin içine batırmak için yayan olarak Fatih’e götürdüm. Caminin karşısındaki kahveye oturduk. Birer nargile ısmarladım. Dışarı üflemesin diye evvela önem vererek içme işini öğrettim. Keyiflerimiz gelmeye başlıyordu. Zavallıyı yine azıttırmak, coşturmak için:

– Azizim, şu karşıdaki mabede bak, dedim. Ne letafet ne mehabet değil mi?

Frenk gülümsedi, o kadar müteheyyiç görünmedi. Daha dün yıkık çeşmelerin, eğrilmiş duvarların huzurunda deli gibi çırpınan bu adamın kayıtsızlığı tuhafıma gitti. Sordum:
– Bu abideyi beğenmediniz mi, yoksa?
– Bu, bu mabet hiç, diye mavi gözlerini küçülterek tekrar gülümsedi.
– Ne demek hiç? Bu, İstanbul’un en muazzam bir abidesidir…
– Bu hiç… Bu mabet hiç…
– Ne demek?..
– Ben, ondan daha mühimini gördüm.
– Olamaz, dedim, ne vakit gördünüz?
– Bu gece…
– Rüyanızda mı?
– Hayır…
– Ya nerede?
– Evde…
– Hangi evde?
– Yattığımız evde…
Şaşaladım:
– Ne gördünüz canım?
– Piyer Loti’nin göremediği bir şeyi! Hiçbir Avrupalının tanımadığı bir sırrı…
Gülümsüyordum:
– Evet, ben sizin gizli mabedinizi gördüm…
– Nasıl gizli mabet, canım?..
– Nafile, saklıyorsunuz. Ben gördüm işte!.. Asırlardan beri Avrupalıların gözlerinden sakladığınız gizli mabedinizi, hususi bu gece gördüm.
– Ama emin olunuz, bu sırrı muhafaza edeceğim. Paris’e gidince gazetelere yazmayacağım. Defterimde mukaddes bir şey gibi bu hatıra saklı kalacak.
– Laflarınızdan hiçbir şey anlamıyorum, dedim.
– Israr etmeyiniz, gördüm, gördüm…
– Neyi, canım?
– Gizli mabedinizi!..
– Bizim gizli mabedimiz filan yoktur.
– Nafile inkâr ediyorsunuz, ben gördüm.
– Tuhaf, çok tuhaf… diye başımı sallıyordum.
Frenkçik dayanamadı. Cebinden deri kaplı bir defter çıkardı:
– Bak görmüş müyüm, görmemiş miyim? dedi.

Son sayfaları okumaya başladı:

“… Sabah! Büyük bir heyecan, bir haz içinde şu satırları yazıyordum. Dün Sermet’in takdim ettiği bir Türk’le bu İstanbul’un en meçhul yerine geldim. Meğerse Jacques Casanova, Pierre Loti filan konaklarla yalıların selamlık dairelerinde birer kahve içmekle Şark'ı gördük sanıyorlarmış. Asıl Şark  görünmeyen tabakalarda… Ben işte hiçbir Avrupalı’nın göremediği şeyi gördüm. Burası ihtiyar, dul bir kadının evi. Gayet dindar bir kadın. Evin içi, sofra takımı, âdet, tarzlar, kısacası her şey hiç bozulmamış… Tamamıyla alaturka. Gece beni en üst katta bir odaya yatırdılar. Sabahleyin gayet erken uyandım. Yataktan kalktım. Garip bir tecessüs içimi yiyordu. Ayaklarımın uçlarına basarak dışarı çıktım. Karşıda bir oda vardı. Kapısı aralıktı. Yavaşça ittim. Bir de ne göreyim ? Gizli bir aile mabedi!..

Beyaz perdeler inik. Aralarından soluk bir aydınlık giriyor. Duvarlarda birçok büyük levhalar asılı. Köşelerde ağır, ceviz ağacından yapılmış, demir çemberli mezarlar duruyor. Şüphesiz bu mezarlarda sevgili ölülerin mumyaları var. Bir tanesini açmaya çalıştım. Mümkün değil, kilitli. Sonra yerde irili ufaklı birçok kaplar duruyor. Bazıları bakırdan, bazıları porselenden. İçlerinde kıymetlileri var. Mesela kapının hizasında, birinci mezarın önündeki gayet kıymetli, etrafı altınla yaldızlanmış bir kap. Köşedeki yeşil bir vazo… Kim bilir nasıl bir topraktan yapılmış, mabedin içinde manasını anlayamadığım bir nispet dâhilinde ipten bir takım dıl'ılarla zaviyeler gerilmiş. Bu mukaddes zaviyelerin üzerinde şüphesiz ölülere ait olan birtakım hatıra eşyalar asılı. Kaplarda mukaddes sular duruyor. Bazısında taşacak derecede çok. Mekke’nin, Medine’nin, kim bilir hangi meçhul, hangi mukaddes köşelerinden gelen bu esrarlı, bu mukaddes sulardan tattım. Biraz kekremsi… Kapların dibinde hafif, ama gayet hafif bir toprak tortusu var. Her kaptan içtim. Hepsinin tadı var. Kalbim çarpmaya başladı. Girişi yasaklanan bir mabede girmiş bir küfürbaz, bir hain, bir kâfir heyecanıyla dışarı çıktım. Sanki bu mezarlar birdenbire açılacak, içlerinden yüzlerce sene evvel ölmüş ihtiyar Türkler kavuklarıyla, yatağanlarıyla kalkıp üzerime yürüyecekler sandım. Sanki duvardaki levhalar sallandı. Mukaddes kapların içi çalkandı. Sanki o an bir deniz olacak, oralarda beni boğacaklardı. Bu mukaddes suların hiddetini, sükutunu, ulviyetini şimdi içimde duyuyor gibi oluyorum.

Esrarlı, müphem bir rehavet, bir ateş damarlarıma yayılıyor. Beynimde karanlık, meçhul bir kubbenin derin akislerini işitiyorum, öyle anlatılmaz bir heyecan duyuyorum ki…”

Kendimi tutamadım, öyle bir kahkaha attım ki… Frenk, marpucunu elinden düşürdü. Az daha nargilesi devrilecekti. Sabah keyfini çatmaya gelmiş müşterilerin afyonlarını patlattım. Dik dik yüzüme bakıyorlardı.
Frenk sordu:

– Neye gülüyorsun?
– Ayol, sen gizli mabede girmemişsin, dedim.
– Ya nereye girmişim?
– Sütannemin sandık odasına!
– Sandık odası mı?
– Bizim evlerde komot, aynalı dolap filan yoktur. Eşyalarımız birer sandıkta, sandıklar da birer odada durur. O mezar zannettiğin demir çemberli ceviz tabutlar, bizim çamaşır sandıklarımızdır.
– Ya duvardaki levhalar?..
– Sütbabamın eserleri… Yadigâr diye sütannem satmıyor.
Frenk inanmıyordu. Ben hâlâ gülüyordum.
– Ya ipten yapılmış hendesi şekiller?.. O hatıra eşya?..
– Yağmurlu havalarda çamaşır asmaya mahsus ip. Açılar, üçgenler, tesadüfen teşekkül etmiş; hatıra eşya zannettiğiniz de kullanılmayan giysiler…

Frenk yine inanmıyordu. Mavi gözleri birdenbire bulutlanmıştı. Yalanımı yakalamış gibi başını salladı:

– Ya o mukaddes sular?.. Onlara ne diyeceksin azizim?., dedi.
– Gece yağmur yağdı. Sütannemin sandık odası, bildim bileli akar. Tavandan damlayacak yağmur suları yerleri ıslatmasın diye geceleyin Karanfil, o kapları odaya sıra sıra dizmiş olmalı… dedim.
Frenk, evlerimizin üzerindeki “Maşallah” levhalarını millî bir sigorta şirketinin amblemleri, saçaklarımızda sallanan nazarlık pabuçlarını, damdan dama kaçan hırsızların oralara takılıp kalmış ayakkabıları zanneden meşhur millettaşı gibi bir an durdu, düşündü. Derin derin nargilesini çekti. Yutkundu. Elinde açık kalan defterini cebine soktu. Ben hâlâ duruyor, duruyor, gülüyordum.

– Gülme azizim, sizin sandık odalarınızda bile öyle esrarlı, öyle anlaşılmaz, öyle belirsiz, öyle dînî bir hâl var ki…
– Ne gibi?..
– Öyle bir şey ki… Siz körsünüz… Görmüyorsunuz vesselam, dedi. Fakat bizim görmeyip de o yalnız kendi gördüğü şeyin ne olduğunu bir türlü söyleyemiyordu.

Malum ya, Türkler, hükümlerinde çok naziktirler! “Biz körsek, işte siz de dilsizsiniz!” cevabı ta dudaklarımın ucuna gelmişken sustum. Hiç ses çıkarmadım.

Ömer Seyfettin

*  1876 yılında İstanbul’a gelerek buraya yerleşen Fransız roman yazarı ve doğu bilimci Julien Viaud’un lakabı.

4 Ağustos 2023 Cuma

annemle ilgili şeyler



Sevgili Anneciğim,
Binlerce kez açıldım, binlerce kez kapandım yokluğunda
Kocaman bir dağ lalesi gibi
Ve kapkara göbeğini dünyaya fırlatacakmış gibi duran.

Şimdi mucizevi bir yerdeyim
Muc’ın ucuz evinde
Sanki mürekkebi rutubet olan bir kalem
Duvarlara hep senin resmini çiziyor
di’li geçmiş zamanda birçok resim,
Hep gülümsüyorsun
Aklının ortasında mavi bir yıldız varmış gibi
Ve o yıldız karanlık bir şubat akşamında
Durmadan soluyormuş gibi

Hatırlar mısın?
Mavi saçlı bir tanrı gibi severdim Burdur Gölü’nü
O göl şimdi içimde kocaman bir anne ölüsü.
Vişne bahçeleriyle dolu,
Neşeli bir şehre benzerdi senin sesin.
Bazen ölmek istiyorum
Beni yeniden doğurman için
İri, ekşi bir vişne tanesi gibi.

Kış başında bir ton kömür yığarlardı kapıya
Bazen görülen rüyalar gibi kapkara
Bir ton rüya çıtırdarken
Sen kar yağmadan önce başkaydın,
Kar yağdıktan sonra bambaşka.
Sanki hep buluğ çağındaydım.
Kuşlar zaptederdi her yeri, sabahları
Binlerce kez söylerlerdi söyleyeceklerini
Bizim hiç anlayamayacağımız bir şeyi
Senin şarkıların aç kuşlara buğday saçardı
Kediler yusyuvarlak dururdu karın ortasında
Kar manzaralı bir resmin ortasında durur gibi
Gri kediler sarmıştı etrafımızı, gri dağlar...
Bir tek senin çocuklar üşüyecek rengi saçların vardı.

Ben bu eve Muc’ın ucuz evi diyorum 
Yokluğunda böyle oldum.
Mucize öldükten sonra buraya taşındım.
Ve inan
Muc bu evi bana çok ucuza verdi.

Yaşasaydın, hayatının ortasına
Güller yığan bir adam olsun isterdim babam.
Sen bir çocuk romanı annesi ol isterdim.
Ölü mısır tarlaları hışırdıyordu
Ve kalbimde çıngıraklı yılan sürüleri
Diye başlayan bir çocuk romanında...
Şalına sarınırdın toprağa sarınır gibi
Erken öleceğini biliyordum bana bırakmak için,
Bu acımasız ölü anne sesini

Şimdi mucizevi bir yerdeyim
Zaman bir salyangozun vücudunda yaşıyor burada
Ve çok ağır ilerliyor.
Yüzümdeki çillerden başka
İsyan eden biri yok hayatımda.

NOT:
Ölen her kadın için bir şiir yazdım.
Onları Muc’a evin karşılığında verdim
Çok ucuza.
Artık bütün üzgün oluşlarımın adı:
ANNE!

Didem Madak


3 Ağustos 2023 Perşembe

GERÇEK BİR YALAN

 



“Çünkü hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç. Yazı hariç. Evet tabii, tek teselli yazı hariç.”

 

Kara Kitap

Orhan Pamuk

 

Geç vakit eve geldim uyuyan sokağımızdan, gecenin kokusu sinmiş evlerden geçerek. Usulca anahtarı çevirdim kimseyi uyandırmamak için. Babamın bisikleti, ayakkabılar, terlikler karşıladı beni girişte. Alt katın beyaz kapısını açtım, girdim içeri. Cebimdeki ağırlıkları mutfak masasına bıraktım. Küçük tüpe çaydanlığı koydum, üzerimi değiştirdim. Her gece bunu neden yapıyorum ki? Bir gün de vaktinde uyusam, erkenden kalkıp sabahın mavi tadına kavuşsam, gitsem fırından simitleri alsam, ev halkını uyandırsam. Yok. İlla gecenin dibini bulacağım. Annem uyanmasın diye odasının kapısını iyice çektim. Uykusu hafiftir annemin, belki de uyandı. Kedi miyavlaması kesiyor aklımdan geçenleri. Bu saatte o da uyanık. Arka sokakların birinden bir araba geçti bangır bangır müzik dinleterek. Cengiz Kurtoğlu. Buraların kralı o. O an hikâyenin biraz da bu olduğunu söylüyor içimdeki ses. Çay suyu kaynamaya başladı, tüpün sesi dolduruyor mutfağı.  

Plastik sandalyeye oturdum, ayaklarımı masaya uzattım. Kedi mandalina ağacının yapraklarını hışırdatarak bahçe duvarına atladı. Oradan komşunun balkonuna kadar yürür. Aklıma gündüz Çerez’in dedikleri geldi. Kardeşi aylardır onu dolandırıyormuş ve bunu yeni fark etmiş. Kasadan gizlice aldığı paralar yüzünden Çerez her ay açık verir olmuş, işleri fena olmadığı halde. “Hacım sen bunu nasıl anlamazsın?” dedim. “Aklımın ucundan geçmezdi onun bunu yapacağı.” dedi. Bunları konuştuk çay bahçesinde. Bir ara terliğimi çıkarıp ayaklarımı otlarla buluşturdum mis gibi. Konuşmalar bitince ikimiz de telefonlarımıza daldık. Bunlar görüntüler ve sesler halinde aklıma geliyor, hala şaşırıyorum bu olaya. Gündüzün dünyası, günün gerçekleri bunlar. Başka gerçek?


...........

1 Ağustos 2023 Salı

FEDERİCO ADINDA OLMAMAK


 

Bu dağları sen mi yarattın Federico?

Şu kadın senin kâğıtlarından mı?

Bak nasıl inliyor yoksul bayrağın

Bu nehir halkın gözyaşlarından mı?

 

Ölmedim ama yaşamadım da

Şiirden savaşlar kurşundan harfler

Yazgımı seninle eş tutmasam da

Beni de sayfalara dizdiler


.....


30 Temmuz 2023 Pazar

olmaya devlet cihanda bir nefes


 


Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi

Saltanat didükleri ancak cihân gavgasıdur
Olmaya baht ü saâdet dünyada vahdet gibi

Ko bu ıyş u işreti çünkim fenâdur âkibet
Yâr-i bâki ister isen olmaya tâat gibi

Olsa kumlar sayısınca ömrüne hadd ü adet
Gelmeye bu şîşe-i çarh içre bir sâat gibi

Ger huzur itmek dilersen ey Muhibbî fâriğ ol
Olmaya vahdet makamı kûşe-i uzlet gibi


Muhibbi (Kanuni Sultan Süleyman)

29 Temmuz 2023 Cumartesi

KARANTİNA



......
Toprağa bakarken bunlar geçiyor içimden
Ölüme yolladığım soluklar gibi günler
Duyuyorum, kemiklerim kanıyor
Siz nasıl diyorsunuz, "geçer gider" mi?
Uyku ile uyanıklık arasına sıkışmış onca ima
Nereye döküldüğü bilinmeyen kan
Aksın bakalım…