“Yaşım ilerledikçe sesimi nasıl kullanmam gerektiği daha iyi anladım. Bunun için yapmam gereken, asla yas tutmamaktı. Hepimizi bekleyen büyük kaçınılmaz yenilgiyi ifade etmek ise, saygınlık ve güzelliğin katı sınırları içinde yapılmalıydı.”
Leonard Cohen
KENDİNDEN GEÇME SANATI, NAMAZ KILMA İHTİMALİ, KAHVERENGİ CEKETİN TAM DA ZAMANI VE PARS BLÖFÜ
Biz acı çekerdik ve otobüs beklerdik. Cumhuriyet kadınları kaldırımlara yığılırdı ve kırmızı otobüsler menekşeler saçardı. Acıdan sarhoş olurduk. Kelimelerden. Kitaplardan. Ben bazen WILLIAM FAULKNER! diye bağırırdım. Kelimeleri okşayıp taşralı kızların yüzlerine sürerdik.
AYAKTA VE huşu içinde bağırır kahkahalar atardık. Kanımızda cümlelerin bitmeyen şehveti olurdu. Siper kazardık. Ellerimizi yıkardık. Yıkılırdı ellerimiz. Ben 5. SENFONİ’yi dinlerdim Beethoven’ın genç ruhundan. Kim olduğumuzu dünya bize söylemezdi.
Acı çekerdik.
Acı çekerdik.
ACI ÇEKERDİK.
Ahmet Kaya şarkıları sakallarımıza birikirdi. Damarlarımız günlere sığmazdı. Kütüphaneler sendelerdi. Musluklara bakardık zamanı anlamak için. Yaşlanırdık. Ağlardık. AĞLARDIK.
ÇENGELKÖY’DE lacivert sularına boğazın bakışlar indirildi diye sevdiğin kız seni sevecek sevdi seviyor sanırdık. Çengelköy aşkı hafifletirdi. Gece kaldırımlardan toplanan ayak sesleri eve taşırdı bizi ve acı çekecek ne var bu dünyada deyip çay içerdik.
KELİMELER diye bağırdığımız ölümsüz dağlar yığılırdı odaya. Kış akşamlarının üşengeç güneşini severdik.
Merhamet travmasına tutulan bir avuç şiir ve otobüs mola verdiğinde kalbimize abanan hisler yanılsama mıydı sorularına yanıt bulmazdık. Allah’ı neden severdik?
HAYATTAYDIK.
ALLAH’ A İNANIRDIK. DAĞLARA İNANIRDIK. PİYANO RESİTALLERİNE VE İNTİHAR EDENLERE İNANIRDIK. YAŞLI AĞAÇLARIN BİZİ DUYDUĞUNU BİLİRDİK. GALATA KÖPRÜSÜNÜ SEVMEZDİK. GRİ BİR HAÇ GİBİ BEYAZIT MEYDANINDA ASILIRDIK.
AHLAKSIZLARIN VE KORKAKLARIN MUTLULUĞUNU KÜÇÜMSER VE YOKSULLARIN GÖZLERİNDEN NASİBİMİZE DÜŞEN IŞIĞA BOYANIRDIK.
AYNI ANDA 1234 ŞİİR KEMİKLERİMİZİ KANATTIĞINDA VE BİZ TAM DA HİÇLİĞİN ELLERİNDEYKEN SEVGİLİMİZ ÖLÜMCÜL HATIRALAR İŞLEDİĞİNDE TENİMİZE ROMANTİK OLMAYIŞIMIZI SEVAP GİBİ TAŞIRDIK.
BEN UZUN UZUN SECCADEYE BAKARDIM. DENİZE BAKMAK YAVŞAKLIK GİBİ GELİRDİ.
EBU ZER TERLERDİ. ÇÖL ONU SAKLARKEN ŞEYTANLAR SARAYLARA HARÇ TAŞIRKEN EBU ZER GÖZYAŞI OLUP AKARDI BİN YILLIK SAYFALARDAN KİRPİKLERİME. EBU ZER ÖLMEZDİ.
ÖMRÜMÜZÜ İSRAF ETME HAKKIMIZ OLMADIĞI İÇİN TÖVBE EDERDİK.
“SİZ BU DÜNYA İŞLERİNİ BENDEN DAHA İYİ BİLİRSİNİZ” hadisine bakardık sabahları.
Geceleri yırtıcı kuşlar dolanırdı kalbimizin semalarında. Dostoyevski alnımızdan öperdi ve kurumuş parmaklarıyla saçlarımız okşardı. Sarasına ortak olur ve sararan dişlerimizle ölümcül tebessümler sunardık ona.
MERDİVENLERİ YAKARAK YÜKSELEN BİR MELEK!
GELMEYECEK.
Ama merdivenleri yakarak yükselen bir meleğin dünyaya baktığını sanıp gözlerimizi dinlendirmek umuda çok yakın bir ruh tazelenmesi bırakırdı bitmeyen gençliğimize.
İstanbul, yalnızlığımıza kurulmuş görkemli bir tuzaktı ve biz bundan derli toplu bir İstanbul yalnızlığı çıkardık.
Kalp yetersizliği!
Şeytanın payını değirmenini ihmal etmeden teyakkuz halinde ruhumuzun dikenli tellerinde kanayan İsa ve biz bir ortaçağ manastırında hayaletlerin korosuna uyanırdık.
Bazı hayvanların özelliklerini ezberlemeye başlardım. Jaguar, pars ve kaplan. Zihnimizin soğuk kuyularında nefesleri haykırışa dönene kadar …
MUKADDERAT!
YAZARAK İNTİHAR EDENLERİN KADERİNİ DUYARDIK.
Gömleklerimizi ve eldivenlerimizi, sabunlarımızı ve iplerimizi, kâğıtlarımızı ve tırnaklarımızı, kitap ayraçlarını ve rüzgârı tamamlayamazdık.
Bazen annelerimiz olurdu.
Adımı bir kez daha kalbime kazımak zorunda kalırdım.
İşin içinden çıkamamaya alışınca deliliğin özgürlüğe vardığı sınırda ALLAH’a bir kere daha inanırdık. Otoyollarda bizi ikiye biçen…
Bizi odalara bölen
Kağıtlara
Makaslara
Kadınlara
Şiirlere
Bizi saniyelere bölen ALLAH’a….
Bizi en çok eski bir defter öldürürdü.
Eski bir sokak katlederdi bizi.
Sevgilinin ince uzun parmakları bizi boğardı.
Birkaç ölümün sığdığı hayatımız yorulur muydu bundan?
Sonra telefon
Ruh teşhiri
Düzeltmeler
Duvardan duvara akan balıklar
Güzel sessizlik.
SON DEFA DÜNYA
Bir şey yap, dediler. Kesik kesik sustu. Az ötede çiçek açmış erik ağaçları, dedim. Birbirine benzemeyen yağmurlar, dedi. Toprağın ıslak soğuğu pencereye kadar yükseldi, bakışlarına. Gözlerinin çıktığı yolculuklar ne vakit öğretilmişti ona? Öğleyin, kadının sıcak uzak yüzü ona doğru savrulurken, o, duruşunu ayarlamaya çalışıyordu elinde plastik çay bardağı, öyle iğreti. İki cümle arasına koyduğu gençliği her nisanda çıkıp gelmiyor muydu, buna artık yoktu. Mart ve nisan arasına sıkışmış ürkek yağmurlar ve çok eski bakışlar.
Kitapların öğretmediği şeyler de vardı. İnsanları tanımalı, diyen biri vardı aklında. Tanıdıkça yiyip bitirdiği insanlardan yapılma hikâyeler anlatırdı. Anlattıkça kapana kısılırdı, yarısı gölgeye bakan cümleleri. O anlattıkça, kendi varlığı hükümsüzleşircesine geriye çekilirdi. Dilden önceki sessizliğe. Kalın ciltli suskunluklara… Yarından kalan.
Gözlerinden başka hiçbir şeyi olmayan biri gibi biraz da… Gidip yenilgilerine yerleşen…
Dünyada bir şey vardı, seni çağırırdı.
Dünya senin kadardı, azdı, yoğundu, fethedilebilirdi.
Kabuk bağlamış yalanlarınla kaldın.
Susmayı, bütün bildiklerinin cehaletinden sonra seni beklerken tanıdın. Taş yüklü sokaklar eskidi arkanda, adres defterin kurduğun hayalin kuyusuna vurulmuş bir kuş gibi düştü.
Masa soğudu.
Yazdıkların kanatlanıp gittiler, bir daha dönmediler.
Anlaşıldın, anlatıldın, aldatıldın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder