14 Ekim 2025 Salı

Keşke söz müziği benim olaydı ve bunlar bir kasette toplanaydı diye çok hayal kurduğum arabesk başyapıtları var. Onları bazen kendim yazıp bestelemişim gibi dinlerim. Onlardan: benzersiz, psikopat bir şarkı:


 

Ben çoktan bırakıp giderdim seni

Ellerin olursun diyerek caydım

Doğduğuna pişman ederdim seni

Ellerin olursun diyerek caydım


En yakın dostunla çıkabilirdim

Saçma gururunu yıkabilirdim

Kendime bir kurşun sıkabilirdim

Ah... ellere kalırsın diyerek caydım


Bilirsin peşimden koşanlar çoktur 

Benim kitabımda ihanet yoktur

Ayrılık yürekte ateşten oktur

Tutuşur yanarsın diyerek caydım 



Söz: Selahattin Sarıkaya 

Müzik: Mehmet Aslan

12 Ekim 2025 Pazar

istanbul neresi? istanbullu kim?



Şehrin meydanlarından birinde durup etrafımızdan akan kalabalığa şöyle bir bakalım: Tanıdık bir muhitte bulunmanın verdiği güven ve rahatlığı duyabilir miyiz?

Sanıyorum bir tedirginlik duyacak gibiyiz. Çünkü gelip geçenler tanıdık kimseler değil. Tabii burada şahsi bir ilişkiden bahsetmediğimiz anlaşılmıştır. Onlarla “hemşehri” değiliz. Bir türlü bildik tavırlara, aşina bakışlara, dost yürüyüşlere rastlayamıyoruz.

Şu karşıdan gelen uzun saçlı, bıyıklı, şalvar kesimi pantolonlu genç herhâlde üniversite talebesidir. Yanıldık işte: dört yıllık inşaat işçisi çıktı. Pülümür’den gelmiş ve Almanya’da çalışan ağabeyinin İstanbul’da bulunan evinde kalıyormuş. Beride duran bereli, ince kadife pantolonu vücudunu iyice saran, güneş gözlükleri ile uzaklara doğru bakan, zarif duruşlu genç kız herhâlde bir büyük şirketin birkaç lisan bilen sekreterlerinden biridir diye umutlanıyoruz. Konfeksiyonda çalıştığını, kazancının kendisine bile yetmediğini söylüyor.

Ya bu çıplak başlı, iri kıyım, kravatının düğümü yumruk kadar bey kim? Bir ithalat-ihracat firması sahibi mi? Hayır, hayır... Kâğıt hamallığından kâğıt tüccarlığına terfi etmiş Niğde’nin bilmem hangi köyünden gelmiş biri.

Sonra o marangoz kılıklı adam: Defterdarlık’ta memurmuş.

Kasap zannettiğimiz sendikacı...

Garson tavırlı şarkıcı...

İki yanımızdan bir acayip kalabalık akıp gidiyor. Her şeyi, herkesi yutan, içine alıp eriten, eritemezse bile şeklini bozan, adı sanı belirsiz bir kalabalık.

İşte Sirkeci Garı. İşte yedi göbek Bakırköylü İclâl Hanım. Bu banliyö treni neden bu kadar kalabalık? İclâl Hanım elinde filesi ile neden bu kadar bekletiliyor? Ya, zaten iyice dolmuş olan vagona “haydi bastır” diye yüklenen bu gençler? Nereden gelmekteler? Neden bu kadar yüksek sesle konuşmaktalar?

Deniz Yolları’ndan emekli Ayetullah Bey de kucağındaki torunu ile aynı sıkıntıda. Ayağına basıp duruyorlar, itip kakıyorlar. Elindeki kanarya kafesi ile Saffet Bey kalabalığı yarıp bir türlü vagona giremiyor. Gelenler zavallı ihtiyarı omuzlayıp geçiyor. Her yerde omuzluyorlar onu, itip kakıyorlar. Zaten etrafını tanıyamıyor, kolay kolay nerede bulunduğunu çıkaramıyor artık. Geçende gittiği Üsküdar Nalçacı Hasan Sokağı’nda oturan kız kardeşinin evini bile çıkaramadı. Tanıdık ağaçlardan, bildik yapılardan hiçbiri kalmamış o sokakta.

Binbir şamata ile tiren kalkıp gidiyor.

Kalıyor Saffet Bey peronun ortasında.

Elinde kanarya kafesi.

Eminönü’nde esnaf Haşmet Raif de tanımıyor kimseyi. Tezgâhtarlarını, dükkân komşularını, müşterilerini. Bazen bakakalıyor camdan gelip geçenlere. Yağmur damlaları süzülüyor, buğulanıyor her şey. Neredeyse kendi çocuklarına yabancılaştı. Mühendislik mektebinde okuyan oğlu ile Zeynep Kâmil’de hemşirelik yapan kızını tanıyamıyor. Onlar bu şehrin sokak isimlerini bilmiyorlar. Oturdukları “Kediseven Sokağı”na niçin bu ad verilmiştir, bilmiyorlar. Üsküdar camilerini, dergâhlarını, çeşmelerini tanımıyorlar. Mesela Ramazan bu şehre nasıl girer, nasıl çıkar habersizler. Yani sofrada nasıl oturulur, büyüklerle nasıl konuşulur, bahçedeki çiçeklerin kokuları nasıldır, mor salkımlı akasya hangi mevsimde açar?..

Onlar, yani İclâl Hanım, Ayetullah Bey, Haşmet Raif artık bu şehrin yabancıları. Binaların, sokakların, arabaların, süpermarketlerin, arabesk şarkıların, dostlukların, yerli yerince gülmenin, ağlamanın, özür dilemenin, edebin yabancısı...

Ya bu kalabalık...

Ya bu şehrin surlarını döğen sel...

Kimdirler, nerelerden nasıl gelmiştirler? Ne yer, ne içerler, nasıl çalışır, ne kazanırlar?..

Şehrin kıyısına köşesine, bir gizli kovuğuna yapışıp sonra o büyük kalabalığa karışmışlardır. Genişleyip, dal budak salmış, alanlara sığmaz olmuşlardır.

Kayaları çatlatan bitki kökleri gibi var olan her şeyi alt üst ederek. İşte bu alt-üst geçitlerin, işte bu inşaat şirketlerinin, büyük yol makinelerinin, mıcırın, asfaltın, burnu kesik minibüslerin altında hep onlar duruyor.

Klor kokulu suya, kurum dolu havaya, toprak diye bastıkları kirli kara yere, şehrin tepesinde gürüldeyip duran sese, atılan kahkahalara, rüzgârda savrulup açılan eteklere, iki yüz elli gram ete, pakette taşınan süte, şişedeki suya, takılıp kaldıkları odalara, durup bekledikleri kuyruklara, nefes nefese kavuştukları otobüse, küfüre, hakarete, bencilliğe, bir başına kalmışlığa dayanıp duruyorlar.

Gözlerini dört açmışlar.


Mustafa Kutlu 

tam bir Türk filmi.


 

8 Ekim 2025 Çarşamba

harry ile sally tanışınca


 ..ne de güzel bir filmdi. O kadar uzun arkadaşlık sürmez hele Amerika'da ama filmin güzelliği onu mümkün kılmış. Meg Ryan neden Oscar almadı peki?

1 Ekim 2025 Çarşamba

AY CARMELA: 2013 YAZINA GÜZELLEME

 




Çam ormanlarının üstünden göğe benzeyen uçaklar

Küçük güzel tilkiler hışırdayan kestane yaprakları arasında

Yağmur incitmeden o serin ikindiyi ezan saatlerini

Uçaklar yarım bırakılmış uçaklar vakit perdede kırılır sanki

......

27 Eylül 2025 Cumartesi

the usual suspects


  Defalarca izlediğim bu şaheserde ilk kez fark ettiğim bir detay: Açılış sahnesinde Keaton sigarasını yakarken kibritin tamamını yakar yanan tek kibritle ve sigarasını yanan diğer kibritlerle yakar. Az sonra öleceğini bilir çünkü. Yaşayacak olanlar kibriti israf etmez öyle.

24 Eylül 2025 Çarşamba

YENİ BİR PARANOYA İÇİN SON SÖZ


"Her fırça darbesiyle hayatımı riske atıyorum."


Cezanne 


.........


2009

Salyangozlar duvarının önünde ve biraz geçince çürük bir mutluluğu, adı kötüye çıkmış bir sıfata bağlı merdiven korkusunda, gittikçe daha da kötüleşen kanamalı bir hastanın bir çift göze bir yudum suya bakar gibi baktığı ilaç kokulu bir odada, akıl hocalarımın rehberliğinde, kitaplar uçmaya başladığında saf bir aydınlıkta, şiiri getirdi ve okur musun dediği esnada, susmuşken gökyüzünün büyük karanlığı, şehirde, cam kenarında, hayatın bu ve sonrası da yok işte, neyi bekliyorsun’lu iç sorularının uğultusunda.

Bu, bazı sokakların kalbe dökülüşünde ve bazı şarkıların geçişinde var. İzmir’de, İstanbul’da ve toprağın güneşe yükseldiği yerlerde. Odalarda yığılmış konuşmaların içinde. Geriye doğru kurulan hayallerin kendisi oluyor çoğu zaman. Büyük laflar edenlerin yüzü bir gün yırtıldığında yere önce bunlar dökülecek. Hayattan çıkış isteyenler ve ölmek isteyenlerin taş kalbi buz gibi gülümseyecek o zaman. Sadece Allah’ın anlayacağı o acı tebessüm… Gözyaşını yalnızca geceye döken yalnız kızlar geçecek hayal odalarından. Zaten öleceksiniz, neden ölmek istiyorsunuz ki?

Ahşap merdivenlerde ahşap ayaklar budur. Dünya bütün hayallerimizi yerle bir ettiğinde, zavallı polyannacılığımızla bu dünyaya göre hayal kurmanın ekonomisine gönül indireceğiz. Geleceğe yaptığımız hayali yatırımlar kar getirmeyecek. Ruhumuzun sefaletini seveceğiz. Hiçbir an anlatıldığı kadar parlak ve derin değildi değil mi? Hiçbir şeyi takmıyor gibi yaparken bile muhatabınızdan sakladığınız bir yığın karanlık cümlenin başında bakıcılık yapıyorsunuz değil mi? İnsanlara göstermek istediklerinizi gösterip buna dürüstlük diyorsunuz değil mi? Her gün parlatıp durduğunuz maskenizin size isyan edişine ne diyordunuz? Allah’ı çok da yanınıza yaklaştırmadan günah çıkarma mı? Küçücük hayatlardan büyük sonuçlar çıkarmanın ustası olmuşsunuz. Dert etmeyin, büyük hayat diye bir şey yok. Kelimelerinizin içi dolsun diye sürüklendiğiniz yok oluş sonradan gözünüze güzel mi göründü? Fiyakalı acılarınız siz onları kullanmasanız da var, telaşlanmayın.

Yazarsam kendime gelirim. Ancak yazarsam kendime gelirim. Uzaklarda ışıklar içinde yanarken şehrin taşrası, adını bilmediğim rüzgârlara sığınan bir avuç kelimenin yorgun kalbi.

Düzelt şimdi her yerini hafızamın. Geleceği ezberleyen hafızamın. Dokun ki uç versin köksüz mutluluğum. İnsan dediğin bir gövdeden ibaretse bile, fazlası için vaktim kalmadı.

Fazlası için hayat yetmeyecek.


......


4 Ağustos 2025 Pazartesi

KİNCİ YENİ ÖLÜMSÜZ YAZ


 

Dudaklarından geçiyoruz paslı sevgilim, virgülüm, öfkemin kuru bahçesi
Ne güzel sesler eklerdin karanlığıma
Burada bir miktar susuluyor - karşılıklı değil, memnun değiliz
Hangisiydi yazacağım şiir?
Bazen karıştırıyorum

.....

23 Temmuz 2025 Çarşamba

ESKİ AHİT


“ İslam Allah’la insan arasında bir vuslattır. Allah Allah olarak, insan insan olarak.”


                                                          İslamı Anlamak

                                             Frithjof Schuon


.........



AMEL DEFTERİ


Gel dedim Seçkin’e, güzel bir şarkı var birlikte dinleyelim. O otursun koltuğa, benden de eski koltuğa, romanını okusun, ben arada ona bakıp sustuklarımın muhatabını göreyim karşımda. Ferdi Tayfur’u o da sever. Yani şarkıları gibiyse Ferdi. Bu bana iyi gelir. O romanı okurken ben de şarkılara hayal uydururum. Bazı saçlar ve öfkeli bakışlar geçer üzerimizden. Bazı ayetler. Bazı yanlışlıklar. Şarkılar temize çeker yanlışları nasıl olsa.

 Biz ki şu ayetin gölgesinde geçiririz titreyen ömrümüzü:

“Allah’ı, Allah oluşunun gerektirdiği şekilde tanıyıp takdir etmediler.” Zümer, 67.

Dedemi hatırlarım. Ki bana yaptığı namazla ilgili her nasihati şu kulluk cümlesiyle bağlardı: “BİZİM BAŞKA NEYİMİZ VAR?!” Bu ayet hem Kur’an’ın hem İslamın özüdür aslında. Aklıma gelmişken yazıvereyim. Nihat Genç, öfkeli konuşmalarının bir yerinde her zamanki gibi maneviyat limanına demir atıp şunu demişti: “ Anayasa’nın başına ve sonuna Allah Kerim yazalım.” Çok güzel bir teklif. Keşke yazılsa. Bunun laikliğe zarar vermeyle falan ilgisi de yok. Bu bir ufuk meselesidir. Murat Menteş’in “ İnşallah demeyen paranoyaktır” dizesi de bunların yanında anılsa gerek.

Ferdi şarkıları çalıyor bir yandan. Ya bu şarkıların uyduracağı hayali hatıralar da bir ihtiyaçsa? Nerelere uçulursa uçulsun önünde sonunda kalbimizin bir yerinde bu tür dinleyişlere yer var. İnsan yaşadığından emin olmak için dinler bazen müziği. Kanıt arayışı da denebilir. Seçkin, romanın içinde kaybolmuş gibi görünüyor. Ben onun yaşadığının ispatı gibiyim masa başında.

Neden çocuk yapar insan? Sevmek için. Peki, Allah bizi neden yarattı? Sevmek için. Çünkü biz kendimize ve hayatımıza yazık etmesek zaten o sevgiyi bulacağız başımızın üstünde bir hale gibi. Cehennemden söz eden ayetler korkutmamalı kişiyi. Çünkü Allah kulunu “ateşin yoldaşları” olmaktan korumak için her türlü üslupla anlatıyor “ Allah oluşunun gerektirdiği şekilde” anılması lazım geldiğini. Ben bu hikmeti anlar gibi olduğumu düşünüyorum. Anneler çocuklarını daha büyük belalardan uzak tutmak için bazen korkutmazlar mı? Bakın ayet ne diyor: “Küfürde direten ve kâfir olarak ölenlere şöyle seslenilir: “Allahın size olan buğzu, nefreti sizin şu anda ( cehenneme girmeye sebep bizzat kendiniz olduğunuz için ) kendinize olan buğz ve nefretinizden daha şiddetlidir. Çünkü siz imana çağrılıyor fakat inkârda diretiyordunuz.” Mümin, 10.

İnsan arabesk şarkıları dinleyişini bile tefekkür yüklü anlara çevirebilir. Bunlar, insanın “olamayışının” süslü halleridir. İnancın yanından bile geçmeyen sızılar olsa da insanı bir yere taşırlar. Sabah ezanına yakın koyu mavi bir göğün yakınlarında her şey billurlaşır. Herkes duasını aramalı ve bulmalı. Duanın ne olduğu ve nasıl olması gerektiği hususunda berrak bir zihne kavuşulmalı. Kaderine talip olmalı kişi, layık olmalı. Yoksa dua etmeyi hep Allah’tan bir şey istemek zannedenler, zaten O’nun verdiklerini göremeyenlerdir. Verdiklerini hayatımıza nasıl yerleştirdik ona bakalım, yani İŞİMİZE!

Edebiyat, Allah’la kul arasındaki perdelerden de olabilir. Bu tuzağa yakalanmak da oldukça kolaydır. Sezai Karakoç’a “Sadece edebiyat da olmaz” dediğimde Üstat, “ Evet, sadece edebiyat da olmaz” dediydi.

 “Allah’ın Kur’an’daki ve kâinattaki ayetleri konusunda ancak küfürde ısrar edenler tartışma çıkarır. Fakat onların şehirlerde zahiri bir hâkimiyet içinde çalımlı çalımlı dolaşmaları seni aldatmasın!” Mümin 4.

“ Büyüklük taslayan, iman etmeyi kibrine yediremeyenler için Cehennemde yer mi yok?!” Zümer, 60.

 Seçkin uykuya gitti.

Eski şarkıları güzeldir Ferdi’nin. Tamam, olan olmuştur. Ama ömrümüzün aşka ayrılan payı da vardı. Aşklarımız kurulurken de yıkılırken de anneden, çocukluktan, inancımızdan bir şeyler taşırdı.

İşte, o aslında neydi, onu yaşamayı unuttum!