18 Haziran 2025 Çarşamba
13 Haziran 2025 Cuma
12 Haziran 2025 Perşembe
10 Haziran 2025 Salı
490 kilometre
biz ardından takip ederiz, yalnızca ikimiz.
bir taksinin en güzel iki yangını.
böylece belirir bir namlunun ucunda olmanın en keyifli yanları.
tadarız seninle biz, yalnızca ikimiz.
onca şakanın arasında buluruz birbirimizi
seninle biz, yalnızca ikimiz.
berbat yuvalardan uçalı epey olmuştur toplasan,
kahkahalar - göz devirmekler seçtiklerimiz
ve şehre ne bulmak üzere gelip
ne bulduğumuzun şakaları.
ağlamaklı şakalar.
seninle biz, yalnızca ikimiz, birtanesiyiz
kimi topukları sırılsıklam yapan sakarlıkların.
emanet verilen sustalıların vaktinde seninle biz,
istiklâl şarkıları çalan o caddede yalnızca ikimiz.
itirafların ve yeşilin daha az yeşile yaklaştığı,
kaçanın kolundan tutarken yakmamaya çalışılan can kadar,
baktım ki tıraşsız ve gömleksiz yüzleşilmeyecek kadar
tehlikeliyiz, seninle biz, yalnızca ikimiz.
bir adım kalmış geriye, hiç istemediğim adım,
yüz buruşturmuş söylediğim her önemli söz.
senin gözlerin sana devrilmiş, benim gözlerim sana.
faturalardaki anlamsız rakamların
ne de güzel düşmanı oldun orada.
ve öncesinde bir bardak çay doldurmanın
ne kadar yüce olduğunu hatırlattın bana.
bir odada seninle biz, yalnızca ikimiz,
kahırdolu şarkılar çalan kutuların gölgesinde,
reddetsen de, kavgalar ettik durduk.
hiçbir şey değil istediğim, çok şey,
iki yeni akrabalık ismi, bir büro,
bütün terk ettiğim ozanların geri dönmesi
ve hayatımın en uzun mesafeli gülümsemesi.
yüzlerce yara bandı için kahrolanların,
seninle benim, yalnızca ikimizin,
ayakları kanamadan yürüyeceği çok yol vardır.
çok dörtyüzdoksan kilometre tepilecektir.
ve bu güzergahtaki bıyıklı peygamberin,
yazdıklarına biat edilmeyecektir.
biz yeni istikametlerin en yakıştıkları,
koşmayı bilenler, yarı yolda bırakılanlar,
seninle biz, yalnızca ikimiz.
günaydınları, iyi uykuları, bir ömre yaymanın
yolcusu gerekenleriz.
9 Haziran 2025 Pazartesi
muz cumhuriyeti tabirinin mucidi o. henry
Çok uzun yıllardan beri, hiç bitmeyen ezeli dertlerimizden birisi olan Türkiye’de demokrasinin kalitesine dair biri, pek hoşumuza gitmeyen bir laf söylese, hukuk meselesinden siyasi bir yığın hadiseye kadar bizi sarmalamış olan dertlerimize çare bulmada pek becerikli olmadığımızı dillendirse mesela; o sırada iktidarda hangi parti varsa, onun en yetkili şahsiyeti çıkar, büyük bir özgüvenle ve kesin bir yargıyla “Efendiler, Türkiye Cumhuriyeti bir muz cumhuriyeti değildir” deyip tartışmaya son noktayı koyar.
Çok sık çıkar birtakım şahsiyetlerin dilinden bu kavram, hemen hemen her on yılda bir, bir yetkili çıkıp bunu söyler. “Muz cumhuriyeti” sıfatını duyar duymaz çoğumuzun aklına muzların kurduğu bir cumhuriyet gelir; sizi bilmem ama benim aklıma böyle bir şey gelmişti ilk duyduğumda. Şaka bir yana, kavramın etimolojisine, çıkış yerine, mucidine, çıkış kaynaklarına dair pek malumatı olamayanların aklına ilk gelen, “sahi, şu muz cumhuriyeti ne ola, nerededir?” sorusu olur. Ve anında Afrika’ya doğru bir yolculuğa çıkar zihin. Orada değilse Güney Amerika’da, değilse muzun anavatanı olan uzak doğuya gider bilinç. Muzların kurduğu cumhuriyeti ille de bulacak, yoksa başı rahat bir yastık yüzü görmeyecek bilincin.
*
“Muz cumhuriyeti” bir siyaset bilimi terimidir artık. Ekonomisi dışa bağımlı, doğal kaynakları sömürülen, siyasi ve ekonomik istikrarsızlığın hüküm sürdüğü ülkeler için kullanılıyor bugün. Sabah erken kalkanın darbe yaptığı, hukuk tanımaz despot diktatörlerin yönettiği, bağımlı olduğu büyük bir emperyalist ülkenin önünde diktatörün secdeye vardığı ülkeler... Terimin özünde ince bir “aşağılanma” var. Bu cumhuriyetlerde çark rüşvet üzerine döner. Ekonomisi devletin kontrolündedir. Devlet de birtakım uluslararası özel şirketlerin kölesidir. İşçi sınıfı oldukça yoksuldur. Siyasette askerlerin borusu öter. Vesayet rejimi her şeyi kontrolü altında tutar. Sınıflar arasında derin bir uçurum vardır. Kamu arazisinin büyük bir kısmı uluslararası tekellerin hizmetindedir. Ekonomi dengede değildir. Yüksek bir enflasyon hüküm sürer. Parası değersizdir. Dışarıdan kredi girmez bu memleketlere.
“Muz cumhuriyeti” münhasıran; devasa plantasyonlarda muz yetiştirilen, kamuya ait bu arazileri rüşvet karşılığı büyük şirketlere ucuza kiraya veren askeri diktatörlerin işbaşında olduğu, kölece bir oligarşinin hüküm sürdüğü Latin Amerika’nın bazı ülkeleri için kullanılmaya başlandı önceleri.
*
Bu kavramın “büyülü gerçekçi” edebiyat olarak adlandırılan Latin Amerika edebiyatında özel bir yeri var. Mario Vargas Llosa’dan Gabriel Garcia Marquez’e, şair Pablo Neruda’dan büyük muharrir Borges’e kadar “muz cumhuriyeti” meselesine dokunmamış hemen hemen hiçbir yazar yoktur.
Marquez, yirminci yüzyılın en büyük romanlarından birisi olarak kabul edilen “Yüzyıllık Yalnızlık” romanında kurduğu hayali kasaba olan Macondo’da zamanı ikiye ayırır. Aslında Macondo, bütün bir Latin Amerika’nın küçücük bir kasabaya sıkıştırılmış halidir. Yazar bu kurgusal kasaba üzerinden bütün bir kıtanın yüzyıllık tarihini anlatır.
“Genel düşünüşün tersine, Aureliano, Muz Şirketi gelip kasabayı yozlaştırmadan, düzenini bozmadan ve baskı kurmadan önce Macondo kendince hali vakti yerinde, bolluk bereket içinde bir yer”di.” (Yüzyıllık Yalnızlık, s.387)
Kasabaya “Muz Şirketi”nin gelmesiyle tarihi ve talihi değişir. “Muz şirketi gelince çinko damlar yaygınlaşır Macondo”da”. Şirket gelir ve kasabayı kıyamete sürükleyecek olan olaylar başlar. Şirketin bütün işçileri geçicidir, maaş yerine markette geçen bir kupon alıyorlar. Kasabanın asıl sahipleri dışarıdan gelmiş olan bu “muzculardan” nefret eder. Çünkü her şeylerini değiştirirler.
“Ne var ki, muz şirketi Macondo'ya ayak bastıktan sonra, yerel görevliler değiştirildi ve yerlerine diktatör özentisi yabancılar getirildi. Bunlar, Mister Brown'ın dediğine göre mevkilerinin gerektirdiği saygınlığı kazanmaları ve kasabadaki sıcaktan, sivrisineklerden, sayısız konforsuzluklar ve yoksunluklardan rahatsız olmamaları için elektrikli kümes telleriyle çevrili bölgeye yerleştirildiler. Eski polislerin yerini, kamış kesmekte kullanılan satırlarla silahlandırılmış kiralık katiller aldı.” (Yüzyıllık Yalnızlık, s. 267)
Ve Mocando’da hayat yaşanmaz bir hal alır.
Bir örnek de şiirden verelim.
Latin Amerika’nın Nobel Ödüllü büyük şairi Pablo Neruda, bütün bir kıtadaki ülkeleri birer “muz cumhuriyeti”ne dönüştürmüş olan yabancı şirketlere, elde kalem dilde şiirle karşı durdu. “United Fruit Company” adını verdiği şiiri şöyledir:
“Trompetler çaldığında
her şey düzenlenmişti dünyada,
ve Yehova bölüştürmüştü dünyayı
Coca Cola, Anaconda,
Ford ve diğer şirketler arasında:
Meyve Şirketien şerbetlisini aldı,
ülkemin merkezi kıyısını,
Amerika’nın en hoş bölgesini.
“Muz Cumhuriyetleri” olarak
değiştirdiler adlarını ülkelerinin,
ve uyuyan ölülerinin üzerinde,
büyüklüğü, özgürlüğü
bayrakları fetheden
kaygılı kahramanlarının üzerinde
yükseldi bu bizon operası:
teşhir etmişlerdi kendilerini özgür iradeyle,
harcanmış kral taçları,
çıplak bıraktı haseti, çekti
sineklerin diktatörlüklerini:
Trujillo sinekleri, Tachos sinekleri
Carías sinekleri, Martínez sinekleri,
Ubico sinekleri, kanda ve reçelde
yıkanan sinekler,
halkın mezarı üzerinde
yaz gibi boğulan sinekler,
sirk sinekleri, zorbalığın yönlendirdiği
hilekâr sinekler.
*
Kana susamış sinekler arasında
karaya çıkıyor Meyve Şirketi,
kahveyi ve meyveyi yığıyor
gemilerinde, dolu tabaklar gibi
ayrılıyor hazinelerle
boğulmuş ülkelerimizden.
Limanların şeker ağırı
uçurumlarında düşüyordu ara sıra
sabahın pis kokusuna
gömülmüş yerli:
sallanan bir gövde, adsız
önemsiz bir şey, bitkin bir numara,
gübreye fırlatılmış
bir salkım çürümüş meyve.
*
Günümüzde siyaset biliminin bir kavramı haline gelmiş olan “muz cumhuriyeti” kavramını mucidi bir edebiyatçıdır. Yazdığı 381 hikayeyle, dünya edebiyatında en çok hikaye yazmış yazarların başında gelen, 1862’de doğup 1910’da ölmüş Amerikalı William Sydney Porter ilk defa, 1904 yılında çıkan “Lahanalar ve Krallar” kitabında yer alan “Amiral” hikayesinde kullanmış bu kavramı. Yazarın gerçek adı yukarıda yazdığım gibi ama kitabın kapağındaki isimi O. Henry’dir. “O. Henry” bir müstear addır, hikayesinin arkasında muazzam bir sır var.
*
Peki kimdir O. Henry?
Genellikle şaşırtıcı, küçük mutlulukları, mini minnacık sevinçleri olağanüstü bir sezme gücüyle yakalayıp sersemletici, akla hayale pek gelmeyen büyülü finalleriyle bize anlatan, meşhur kısa hikayelerin Amerikalı yazarıdır.
Rahmetli Hıncal Uluç, ölmeden önce her yılbaşında, onun “Noel Hediyesi” hikayesini koyardı köşesine hatırlarsanız. Bunu gelenek haline getirmiş, o gün geldiğinde kısa bir notla birlikte hikayeyi tekrar tekrar köşesinde yayınlardı ve ölünceye kadar bu geleneği sürdürdü.
Hikaye özetle şöyle:
Birbirlerine aşık evli bir çifttir Della ile Jim. Oldukça fakirler, kendilerine bir ev tutacak kadar paraları yok. Ertesi gün Noel’dir, birbirlerine hediye almaları gerek ama cep delik cepken delik… Jim’in dedesinden babasına, babasından ona geçmiş köstekli bir saati var, saati satıp Della’ya bir tarak seti alır. Della da topuklarına kadar inen şelale saçlarını peruka yapan bir yere satıp Jim’e saatine taksın diye bir zincir alır. Aynı anda iki hediyede işe yaramaz hale gelir.
Buna benzer dört yüze yakın hikaye yazmış olan O Henry’nin kadın ve ağlamaya dair muhteşem bir saptaması var, onu da buraya yazarak devam edelim onu anlatmaya. Der ki, “Kadınlar sürekli ağlarlar. Üzüldüklerinde üzüntüden ağlarlar. Sevinçliyken mutluluktan ağlarlar. Üzgün ya da mutlu değillerse, üzülecek ya da mutlu olacak hiçbir şeyleri olmadıkları için ağlarlar.”
*
O. Henry, 1897 yılında ülkesi Amerika’dan kaçmak zorunda kaldı, altı ay kadar, o sırada Amerika’yla suçluların iadesi anlaşması bulunmayan Honduras’ta kaldı. Orada yazdığı bir hikayede Anchuria adında bir cumhuriyet hayal etti, o cumhuriyeti tanımlamak için de “muz cumhuriyeti” terimini ortaya attı.
Peki ‘Muz Cumhuriyetleri'nde işler nasıl yürüyordu? Marquez’in deyimiyle “Muz Şirketi” başa geçecek liderleri belirliyor, onlar da muzların taşınması için gerekli altyapıyı hazırlıyor ve korkunç koşullarda çalışan işçilerin taleplerini bastırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Olur da bu işleyiş bozulursa Muz Şirketi, hemen Amerika’yı devreye sokuyor, askeri darbeyle söz konusu ülke tekrar muz tekelinin çıkarlarına göre yeniden düzenleniyordu. Kuruluşlarından itibaren Latin Amerika’nın hemen hemen bütün ülkelerinde bu kader, yakın zamana kadar hiç değişmedi.
*
Kendine “O. Henry” müstearını seçen William Sidney Porter’ın hikayesi, bir “O. Henry” hikayesine konu olabilecek kadar ilginç bir hikayedir. Bir sırrı vardı ve ölünceye kadar bu sırrını sakladı. Takma ismi bu yüzden seçti, çok nadiren röportaj verdi, fotoğrafı çekilmesin diye fotoğraf makinalarından kaçtı, geçmişini herhangi biri kurcalamasın diye kendini saklayabildiği kadar sakladı. Bir münzevi gibi yaşamadı ama ilgiden de fellik fellik kaçtı. Cana yakındı, ama gösterişsizdi, pek çoklarınca da anlaşılmayan birisiydi.
Hemen hemen bütün hikayeleri New York’ta geçer. 1862 yılında Kuzey Carolina’nın Greensboro şehrinde doğdu. Amcasının mesleği olan eczacılığı seçti, on dokuz yaşında eczacılık sertifikası aldı. Bir süre sonra Teksas’a taşındı, burada bir çiftlikte işe başladı. Hem çalıştı hem de durmadan okudu. İlk hikayelerini gerçek adıyla bu sırada yayınladı. Evlendi. Ama evcil bir insan değildi. Gece hayatına daldı, barlara girip çıkmaya başladı. Karanlık çöktükten sonra hayatı gözlemlemeye başladı. Bu alışkanlığını ölünceye kadar sürdürdü. İnsanların hikayelerine kulak verdi, asıl hikayelerin bu anlatılarda gizli olduğunu biliyordu çünkü. Duyduklarını kurgusal bir dünyaya götürdü onları yeniden yazmaya başladı.
Porter, sadece yazı yazmıyor, karikatür de çiziyor, mizahi fıkralar da karalıyordu. Bu çalışmalarını sergilemek için “The Rolling Stone” adlı haftalık bir dergi çıkarmaya başladı. Ancak derginin maddi yükünü omuzlamak bir hayli zordu.
Hayatı bu sırada değişti. Bir kızı dünyaya geldi. Ailenin geçimini sağlamak için bir bankada veznedar olarak işe girdi. 1894 yılında bir mali müfettiş, yaptığı denetim sırasında bankanın hesaplarında 5 bin 654 dolarlık bir açık buldu. Müfettişe göre Porter, zimmetine para geçirmişti!
Porter’ın o sırada içinde bulunduğu mali sıkıntı düşünülünce, dergisini kurtarmak için böyle bir “hırsızlık” yapmış olabileceği akla yakın görülüyordu. “Hırsızlık” olmasa da daha sonra yerine koymak üzere “kasadan borç para” almıştı. Bu varsayım hiçbir zaman doğrulanmadığı gibi yanlışlanmadı da. Belki de bu açık bir muhasebe yanlışlığından kaynaklanmıştı. Kendisine hadisenin doğrusu sorulduğunda başka birisini koruduğunu ima etti ama kendisi zinhar parayı çalmamıştı. Banka onunla anlaşma yoluna gitti, jüri onu suçsuz buldu ama banka müfettişinin peşini bırakmaya hiç niyeti yoktu, yeni kanıtlar buldu ve Porter’i tekrar jüri karşısına çıkarttı. Jüri bu kez onu suçlu buldu.
Hapishaneye düşmeye hiç niyeti yoktu. 1896’nın yaz aylarında, karısını ve altı yaşındaki kızını bırakarak Honduras’a kaçtı. Honduras, o sırada Amerika’da suç işlemiş olanların en çok kaçtığı ülkeydi, çünkü iki ülke arasında suçluların iadesi anlaşması yoktu. Burada kaldığı süre içinde daha sonra “Lahanalar ve Krallar” kitabında bir araya getirdiği hikayeler yazdı, bu hikayelerden birisinde “muz cumhuriyeti” terimini kullandı. Kaçakken karısının ağır hasta olduğunu öğrendi, her şeyi göze alarak memleketine geri döndü. Kısa bir süre zarfında karısı veremden öldü. Mahkemeye çıktı, kendini savunmadı, bunun üzerine beş yıllık hapis cezasına çarptırıldı. Sırrını ne mahkemede ne de kızına açıkladı, hayatı boyunca paranın akıbetiyle ilgili sırrını kendisinden bile sakladı. Bir O. Henry hikayesinde bir sır varsa, o sır finalde mutlaka ortaya çıkar ama onun gerçek hikayesindeki sırrı hep saklı kaldı.
Porter hapishanede dört hikaye yazdı. Bu hikayeleri “O. Henry” takma adıyla yayınladı. 1901 yılında iyi halden serbest kaldı, bir sene sonra editörlere daha yakın olmak için New York’a taşındı. Bu şehirde baş döndürücü bir hızla hikayeler yazmaya başladı. Bir gazeteyle haftada bir hikaye yazma anlaşması yaptı, bir yandan da dergilerde yazmaya devam etti. Bir sene içinde, 1904 yılında tam altmış altı hikaye yayınladı. Antolojiler çıkarmaya başladı, kızı memleketinde kalmıştı, ona düzenli olarak sevgi dolu mektuplar yazdı ama çok az görüşebildiler.
Düzensiz bir hayatı vardı. Birçok kadınla düşüp kalktı. Gece yaşamayı bu şehirde de sürdürdü, lokanta ve barlarda tanıştığı herkese hayat hikayesini anlattırdı, o hikayelerden yeni hikayeler türetti. Hep geçim kaygısı güttü. Yazmazsa aç kalacağını düşünüyordu. Her yazdığının bir öncekinden daha iyi olmasına özen gösteriyordu. Çoğu zaman yazdıklarını teslim tarihine yetiştiremiyordu, yazmasına tek sebep para kazanmaktı, bunu da açık açık herkese söylüyordu. Bir süre sonra hikayeleri daha çok para etmeye başladı. Tanındıkça fiyatı arttı, o da daha az yazmaya başladı. Hiç para biriktiremiyordu. Hiç ihtiyatlı davranmadı. Müsrifti. Ünü büyüyüp fiyatı artınca da editörlere avans için yalvarmaya devam ediyordu. Bir müzikal yazmaya kalkıştı, bir de roman denemesine girişti ancak bu projeleri hayata geçmedi. O vurucu, sarsıcı, afallatan bir kısa hikaye yazarıydı ve hep öyle kalacaktı.
1907’de doğduğu şehirde, çocukluğunda tanıdığı bir kadınla evlendi. Fakat alkol illeti başına belaydı, sağlığı git gide daha da kötüleşiyordu. Siroz, diyabet ve kalp hastasıydı. Daha fazla yaşamadı, 1910 yılında öldü. Öldüğünde 47 yaşındaydı.
*
O. Henry’nin hikayelerinde erdem pek mühim bir yer tutar, erdem sıradan insanlarda bulunur ve mutlaka ödüllendirilir. Ona göre takım elbiseli adamlar, yani bankacılar, milyonerler ve politikacılar, herkesi sömüren kişiler değillermiş gibi davranan gerçek dolandırıcılardır. Onun kalbi ezilenlerin ve dışlanmışların kalbiyle birlikte atar. Para sıkıntısı çeken insanlara karşı pek cömerttir hikayelerinde.
Amerika’da sevildiği kadar, Rusya’da da sevildi. 1920 ile 1945 yılları arasında Sovyetler Birliği’nde kitapları 1 milyon 400 kadar sattı. Bu büyük satış rakamlarına Stalin döneminde ulaştı. Birçok eleştirmene göre, komünist Rusya’da bu kadar çok okunmasının sebebi, kahramanlarının proleter olmaları değil, hikayelerin içerdiği sürpriz ve artık edebiyatta “O. Henry sonu” denilen çarpıcı finalleriydi.
Ciddi bir edebiyat yazarı olmadığını biliyordu. Yüksek sanat yapmıyordu. Hikayeleri akide şekeri tadındaydı. Yazdıklarını değerini kendisi küçümsedi. Onu ciddiye alanları anlamadığını söyledi. Ama bir yazar olarak daima daha iyisini yazmaya çalıştı.
*
Günümüzde hiçbir devlet kendisine “muz cumhuriyeti” denmesinden haz etmez. Terim aşağılayıcı bir terimdir çünkü. Muz cumhuriyeti olarak nitelendirilen ülkeleri seçilmiş hükümetler değil, yabancı şirketler idare eder. Kendi çıkarlarını koruyacak kim varsa, darbeler yoluyla onları iş başına getirir.
Bir muz cumhuriyeti cumhuriyet değildir, çünkü o ülkede cumhurun iradesi egemen değildir.
Yine de “muz cumhuriyeti” politikacıların en sevdiği terimdir. Bir ülkede “yolsuzluk, baskı ve yürütme gücü” kontrol dışına çıkmışsa muhalefet, “burası muz cumhuriyeti oldu” diye bağırır; bu bağırma karşısında iktidar da “höt, burası muz cumhuriyeti değildir” diye cevap verir.
*
O. Henry, “muz cumhuriyeti” mucidinin gerçek adı değildir ama yine de “O. Henry” büyük hikayecidir.
Muhsin Kızılkaya
Habertürk
7 Haziran 2025 Cumartesi
1 Haziran 2025 Pazar
TAKVİMDEN KOPARILAN GÜNLER birbirine benzeyen mezarlar
radyoda bir pazar günü
babamla maç dinliyoruz
az sesini aç oğlum diyor
oğluyum onun bu yetiyor
90’lardan bir çocukluk uykusu dolduruyor gözlerimi
eski bir türkiye radyodan sesleniyor
.......
25 Mayıs 2025 Pazar
denzel washington, cannes, 2025
Yaşlanınca (70) karizmatik olmuşsun Denzel kardeşim. Equalizer (Adalet) üçlemesi gayet iyiydi, benim gibi aksiyon sevmeyenler için bile. Oyunculuk yeteneğini sergileyebileceğin derinlikli bir kaç film çek artık perde kapanmadan. Vurmasız kırmasız olsun
Mesela Çitler gibi, Hurricane gibi...
20 Mayıs 2025 Salı
NOKSAN
“bugün ben bunları hatırlıyorum
yağmurun deldiği üç parça şiir
üç dilim portakal gibi ağzımda
tutuyorum fakat Adem bu nedir?”
Eski Arkadaşım Adem
Süleyman Çobanoğlu
..........
TEKNİK OLARAK HÜZÜNLÜSÜN
Köprüden denize baktığında suyu öpen yok suda gezinen ya da suda oynaşan hımm evet ışıkları da yorgun görüyorsun. Da yorgun görünüyorsun. İstanbul kelimesi de bir yerlerde okutuyor kendini. Şehre dua ede ede döneceksin gece olunca. Her şey gece başladı ve gece sona erecek diyeceksin. Büyük binalardan ve üst geçitlerden nefret edeceksin.
Hiçbir şey anlatmak istemeyeceksin. Ama hiçbir şey anlatmak istemeyişini anlatmak isteyeceksin. Yanında oturan adam “elinizdeki dergiye baka bilir miyim?” diyecek. Dergiyi uzatırken “kapaktaki benim şiirim” diyeceksin ve bunu o adamın adına hissedeceksin. Teknik olarak hüzünlüsün ve kalbinden nefret edeceksin.
Üşürken senin üşütenin otoyol olduğunu düşünür gibi olduğunda bunu düşünmenin tehlikeli olduğunu anlayacaksın. “Soyut üşümeleri bir yana bırak” diyen ses meşgul edecek seni. Bekledikçe kafana üşüşenler olacak, mesela Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde bir gece… Ve dönüp dönüp intikam alan hatıra sayılmayan hatırlamalardan nefret edeceksin.
Allah’ın varlığı ve şeytanın varlığı arasına gerdiğin ya da gerilen ipte yaptığın yürüyüşün sonunda cennete mi cehenneme mi düşeceğini bilmeyişinden nefret edeceksin.
Gece cam kenarında akıp gidecek “susuz ve acıydı öyle bıraktım” dizesi eşliğinde. “Safsın” kelimesi bu kez daha büyük ve karanlık harflerle okutacak kendini. Saflığından nefret edeceksin.
Gözlerine bakacaksın. Sonra kendi gözlerine bakacaksın. Sokağa bakacaksın. Masaya ve şehri emen karanlık gökyüzüne… Kahkahanı anlayacaksın. İçini kanırtanın ne olduğunu kavradığında hafızandan nefret edeceksin.
“Bunları neden ve kime yazıyorsun?” diyecek harfleri gırtlağına tıkmaya çalışan bir ses. Yolları sana çıkmayan bir dünyada yazıyı pusula belleyen aklın sana ihanet edecek. “Deli edersin sen bizi mutfaklarla çamaşırlarla” ve “ Sonra benim sezen aksu bileklerim de incelir” gibi şeyler seni mahvedecek. Deli etseydin sen bizi mutfaklarla çamaşırlarla’ya dönüşecek o dize. Çok uzak zamanlara tutulmuş projeksiyon gibi baktığında şimdiden uzağa, yıllar seni o an, anında, şiddetle yaşlandıracak. “Yazdığımız şiirler kaderimize dâhil mi?” diyeceksin.
Yaşıyor gibi yaşayacak, hissediyor gibi hissedecek, düşünüyor gibi düşünecek ve yalnız kalmış gibi yalnız kalacaksın.
Seni kendine getiren ayetler ve nefsi yücelten şiirler arasında bir yerde yüzyıllık uykulara giderken gökyüzünün karanlığını üstüne çekmiş gibi uzanacaksın yatağına. Ancak sonsuzluğun terazisinde tartılacak bir hayalin hayatını kuramayışını düşüneceksin. O an Allah’tan ve senden başka hiç bir şey yokmuş gibi gelecek var olan…
Rüyadan çıkış yolları olarak gördüğün hayatla, hayattan çıkış yolları olarak gördüğün rüyalarla sarmalandığında seni kendini öldürüşünden tanıyacaklar.
Kendini, kendini öldürüşünden tanıyacaksın.
Bu yazıyı boğmaya çalışan bir çift eldiven midir sevilmemek?
Zamanla her şey bir hikâyeye mi dönüşür ya da hiçbir hikâye hayata dönüşmez mi?
Geciktikçe tadı kaçan bir ölüm
Felç olmuş sözcükler
Tramvaylar
Otobüs biletleri, hiç alınmamış
1 mesaj alındı
Kıpkırmızı sular
19 Mayıs 2025 Pazartesi
vurula vurula
Bana ne borcun var ne de minnetini isterim
Hadi uçur, kaçır kendini
Ben gereken acıları çekerim
Koparıp bi yerinden kalbimi sana vereyim
Yalan bu öğretilenler yalan
Bırak beni bildiğim gibi seveyim
Diye sen beni deli mi sandın
Sonuna kadar açtım sana içimi
Sana ne ben seve seve yandım
Aşk ile ölümüm, doğumum
Savunmam, sığınmam
Vurula vurula yürür dururum
16 Mayıs 2025 Cuma
11 Mayıs 2025 Pazar
10 Mayıs 2025 Cumartesi
8 Mayıs 2025 Perşembe
inci dakikaları
Sen bana yeni yılsın her dakika
Her dakika bir yaşıma daha giriyorum
Sen benim üstüne titrediğim güzel ve yeni
Saatim kadar saadetimin gözbebeği zamansın
Ben bin parçaya bölündüm her parçasında
Her parçasındayım kırkayak sesli boğuk arkadaşlığın
Çalkantısız Üniversitenin yalnızlığın ve ağlamanın
Erkek ağlar mı diyeceksin
Hayberin kapısı ağlar mı erkek ağlar mı
Ben yel gibi erkekler ağlar diyorum
Bir dakika ağlar yılbaşı dakikasında
Daha gözlerimin gerçek yaşları belirmeden
Ağlamak diye bir şey yoktur diye bir şey
Yüzme bilmeyen bir uyurgezer yüzer ya
Çürük ve havada asılı tahtalar üstünde
Hafif kedi ayaklarıyla yürür gerçekten yürür ya
Sen benim ağlamamı erkeklığıme
Uyanan ölmeyen yenilenen
Azgın kışlar içinde keskin baharlar bulan
Seni bulan yeniden bulan tekrar tekrar bulan erkekliğime say
Bütün bir yıl bütün bir yaşama boyu
Gizli heybelere binbir gece eşyası doldurduğuma say
Ben otomobilleri böylesine yankısız sağır komam
Öyle bir isyan şiiri var ki ben onu yakalayacağım
Bu yunan şehrinin düzenini öper ve yalvarırım
Şehrin ölümünü yanlış anlama
Gözleri kör oldu doğrudur ama o kadar
Ve şehrin gözlerini geri verme dakikalarıdır bu yılgın çanlar
Senin odan günışığı en güzel müzik bana
Farklılıklar odası
Giden tren buharları içinde örümcek ağı
Sen güzel örümcek ağı yaşamakla yaşamamak
Doğduğumuz şüpheyle öldüğümüz şüphe arasına gerilmiş
Garip bulut farklı müzik güzel örümcek ağı
Ben bir yabancı buğunun kokusunu alıyorum
Bu kokuyu alıyorsam onulmaz kıskançlık yaramdandır
Benim garipliğime bakma benim kıskançlığıma bakma benim
İncilerin ilk gerçek ve yeni yorumunu bulur gibi oluyorum
Bu inciler denizlerin en karanlık noktalarında bile yoktur
Benim ak ve kara kayalar içinde bulduğum inciler
Bu inciler sen olmasan bende bile yoktur
Oldukları yerde bile
Sezai Karakoç
6 Mayıs 2025 Salı
limit
Bir silindir dümdüz etsin diyeydi
Dostluklara, sevgilere, sokaklara - -
Sonunda belki...
Geriledi, çekildi. Düşmemiz
Bırakılsaydı yay
İşten bile değildi.
Yaşamanın tek anlamı çelişme.
Aranır dalgın kağıtlarda
Evvelce var idi.
Çalarlar da kapımızı.
Ama sıfır çarpı yalnızlık
Toplasalar hepimizi.
3 Mayıs 2025 Cumartesi
2 Mayıs 2025 Cuma
1 Mayıs 2025 Perşembe
laterna
Hep aynı şarkıyı çalardı.
Kırmızı bir mumdun Şamdanına yakışan
Hayata benzeyen Bir yanın vardı
Zümrüt kakmalı hançerimi elimden alan.
Sanırım karanlık bir kömürlükte
Güneşli bir sabahtın. İçime dokunan
Bir halin vardı Ölüme benzeyen
Gözlerimin buğusuna yazamadığın
adın vardı. Rutubet kokusuna sıkışan.
Bakımsız bir bahçe görüntüsüydün.
Yüzünün çitlerini onarırdım,
Çiçeklerini sulardım,
Ruhunu beslerdim arsenikle
Tam yükselirken tutup öperdin ruhumu sen.
Mavi kuşlar düşlerdim,
Mavi çocuk mezarları
Mücevherler Mavi
Alfabeler Çimlerin arasına sinen
kelimeleri kanatan Bir yanın vardı
bir lalenin sesine benzeyen
İhmal edilmiş çocukluğun
Epeski bir yoksulluğun Yamalarını yüzünde taşırdı
Kimse öpmezdi Kimse
Yüzünün titrek sesini dinlemezdi
İçime dokunan bir halin vardı
Yalnızlığını kazısam Altından
Vahşi bir puhu kuşu çıkardı.
Hayata benzeyen bir yanın vardı
Puslu bir güne saklanan Karanlık
bir suskunluğu ikiye ayıran
bir tabelaydı Frankfurttaydı
seni sevişim bir Laternaydı
Hep aynı şarkıyı çalardı.
Didem Madak
23 Nisan 2025 Çarşamba
18 Nisan 2025 Cuma
13 Nisan 2025 Pazar
6 Nisan 2025 Pazar
5 Nisan 2025 Cumartesi
3 Nisan 2025 Perşembe
31 Mart 2025 Pazartesi
24 Mart 2025 Pazartesi
22 Mart 2025 Cumartesi
marengo ve napolyon
21 Mart 2025 Cuma
18 Mart 2025 Salı
17 Mart 2025 Pazartesi
BELA MAKAMI
perdeleri çektim
yani emirlerinizi beklerim)"
Ankara İç Savaşında Üç Hainin Portresi
Ahmethan Yılmaz
ORADA
Çıktım ve bekledim. Güneşi ayağımın altında ezercesine… Gökyüzü de ben de aynı yerdeydik aslında. Üzerimde adını unuttuğum bir renk. O rengin akşamı. Senin ışığın henüz burada olgunlaşmadı. Yeni yetme ağzımda sözlerinin tamamı. İçime çektikçe yok oluyor diyebilirim. Hızlıca kayıp gittiler yarına doğru.
Çıktım ve bekledim. Zihnimde bir kamaşma. Uyuşmuş etimin altında binbir gecenin intiharları. Elimi belime koydum manzaraya doğru. Kısılıp kalmış sesimi yokladım. Nerdeyse gece olacaktı içimde. Öyleyse neden bu yakınma. Yarın, ağaçlara iliştirdiğimde ruhumu, eski bir yazıyı yaşar gibi yapabilirdim.
Çıktım ve bekledim. Aklımdan çıkamıyordum bir türlü. Sonra sessizliğimden taşan sular yokluğun yankısı olana dek zamanın ayak diretmelerinde boğuldular. Sular boğuldular. Kuzey vaktiydi. Bazı hayvanları düşündüm. Kırmızı kırmızı çoğalıyorlardı.
Çıktım ve bekledim. Böyle olması mı gerekiyordu. Tanrı! Ne kadar anlamsızdım! Bu kadar mıydı biriktirdiğim. Bir bıçak boşluğu kesiyordu. Çocuk duvara topu vurup duruyordu. Demek ki ben vardım. Ses bize ulaştığında daha çoktu. Ona dedim ki: uzaklaş buradan.
Çıktım ve bekledim. Az önceyle aramda büyük bir mesafe oluştu. Ayağımın altındaki taşlardan bana haberler geldi. Yürümelisin dedi biri bana. Önce ağzını boşalt. Yani yaşansa da yaşanmasa da aynı kapıya çıkan bir var olma dilimi. Parmaklarımın boğumunda kemikle iç içe…
Çıktım ve bekledim. Daha varmamıştım şimdiki zamana. Aşınmışlığımla, suda bekletilmişliğimle, kaybolmuşluğumla, avuçlarım varlığını zapt edercesine, kemiklerimi toprağa gömmüşlüğümle… Daha önce bunları kim yaşadı da ben oldu, tanıştım ve düşüncelerim yürüyüşümü kovalarken…
Acelemiz vardı. Telaşımızı mülkümüz bilip, hepimiz bir cümleyi bir ana yetiştirme telaşında, hayatın içinde bir yerlerde arar gibi kendimizin göz değmemiş yanlarını, sonra kalır gibi, kasılıp, boğuk, katı ve çok sonraları trajedi denilecek biçimde…
Bitmek bilmiyordu ve gene başlayacaktı. Çıkacaktım ve bekleyecektim. Ancak bir el kolumdan beni çekerse, dese ki: orada, senin hep bir başlangıcı tazeleyişinde, kendini kontrol altında, tanrıdan ve şeytandan gelen karmaşık seslere kulak yetiştirdiğin yerde, bunların hepsi anlamsız… Elini uzatırsan kırılıp dökülürüz.
Çıktım. Uykumun tozlarından havalanAN vehimler…
Bekledim. Orada, bazen zincirlerimi parlatışımın sıkıntısında, bazen yarım kanatlı uçma niyetlerimde, bazen de parmak uçlarımın gittikçe inceldiğini dehşetle fark ederek…
........
14 Mart 2025 Cuma
soyut bahçe
Ağacı üstünde elma, şehvetidir kadının-
Parıltılarla asılı, güneşten maskarası.
Ağaç, kesmiş soluğunu kadının;yeltenip
Yükselip üstüne dal dal, dilsizce dilli sesi
Çıkıverir gözlerine bir karartı perdesi.
Kadın tutsak ağaca ve yeşil parmaklarına.
Ve kendini ağaç sanar düşüncesinde kadın.
Rüzgâr kucaklayıp örer taze damarlarını,
Kaldırır onu göklere, uçarı maviliğe,
Ellerinin ateşini boğup gün ışığında.
Hiç anısı yok kadının, korkusu, umudu yok
Ayaklarındaki ottan ve gölgelerden öte.
hart crane
anneannemin aşk mektupları
![]() |
Belleğin yıldızlarından başka
Gökte yıldız yok bu gece.
Oysa belleğe ne çok yer var
Yumuşak yağmurun gevşek kemerinde.
Annemin annesi
Elizabeth'in
Tavan arasının bir köşesine sıkışıp
kalmış
Ve orada kar gibi eriyecek kadar
Sararıp eprimiş
Mektuplarına bile yer var.
Bu kadar geniş bir boşlukta
Yumuşak adımlarla yürümeli insan.
Burası tümüyle görünmeyen
Bir tel ak saça asılı,
Havada bir ağ ören kuş dalları gibi
titriyor.
Ve ben soruyorum kendime:
"Yankılardan başka bir şey olmayan
Eski havaları çalacak kadar uzun mu parmakların:
Sessizlik ezgileri kaynağına taşıyıp
Sonra anneannene getiriyormuş gibi
Yeniden sana getirecek kadar
Güçlü mü?"
Gene de elinden tutup anneannemi
Anlayamayacağı pek çok şey arasından geçirirdim.
Bu yüzden ayağım sürçüyor. Ve yağmur
Acıyan tatlı bir gülüşle yağıp duruyor.
Hart Crane
brooklyn köprüsüne ön şiir
Kaç tan ağarması, üşümüş dalgacıklı tüneğinden Martının kanatları değecek ve döndürecek onu, Ak gürültü halkalarına dökerek, kurarak çok yukarda Özgürlüğü zincirli körfez suları üstünde - Sonra, kesiksiz bir kıvrılışla, yüzüstü bırakıp gözlerimizi Dosyalanıp kaldırılacak dolu yaprakları açan Yelkenler gibi birden görünüverecek: -Asansörler bizi yaşadığımız günlerden indirinceye dek... Sinemaları düşünüyorum, panoramik göstericileri Kalabalık çökmüş üstüne çakıp sönen bir görüntünün Hiç kapatılmamış,ama yeniden abanan üstlerine Başka gözlere aynı perdede daha önce söylenmiş; Ve sen, liman boyunca, gümüş yürüyüşlü Güneş adımını almışçasına, gene de bırakmışsın Bir devinimi yürüyüşünde hiç kullanmadan,- Özgürlüğün duruyor seninle alttan alta! Bir yer altı treni lombozundan, hücresinden ya da aralığından Tımarhanelik biri koşturur korkuluklarına, Eğilip orada bir anlık, kabararak hırçın gömlek, Düşer suskun bir kervandan alaylı bir söz. İniş Duvarı, öğle sızar kirişten sokağa, Göğün asetileninin sökük dişi; Bir öğleden sonra boyu bulut-uçuşlu maçunalara döner?.. Kabloların soluk alır Kuzey Atlantik dinginliğini Ve Yahudilik cenneti kadar karanlık, Senin ödülün... Kutsar seni, bağışlar sana Zamanın yükseltemediği adsızlığı: Titreşimli erteleme ve gösterdiğin bağışlama. Ey rübap ve sunak, ateşlenen öfkeden, (Nasıl salt uğraşı senin uyumlu tellerini sıraya dizer!) Yalvaç'ın andının korkunç eşiği, Paryanın yakarışı ve çığlığı sevginin - Yeniden senin hızlı parçalanmamış deyimini Yalayıp geçen trafik ışıkları tertemiz iç çekişleri yıldızların, Boncuklar diziyor yoluna - Yoğunlaştırılmış sonsuzluk: Ve gördük kaldırıldığını gecenin senin kollarında. Payandaların yanında gölgenin altında bekledim; Yalnız karanlıkta açıktı gölgen. Kentin kızgın yükleri çakılmıştı hep, Kar demir bir yılı örtüyordu şimdiden... Ey altındaki ırmak kadar uykusuz, Denizi kemerleyen, ovaların düşlü çimi, En aşağılık bir zaman yayılıyor üstümüze, iniyor Ve bir söylence veriyor Tanrı'ya büklüntüsünden. Hart Crane
(1899 - 1932)
13 Mart 2025 Perşembe
11 Mart 2025 Salı
malaga'da güneş
Tanrı, diyordu Hostegesis, sineklerde
ya da pirelerde göstermez kendini;
İsa, diye ekliyordu, rahminde durmamıştır
Meryem'in - kalbinden inmiştir yeryüzüne,
bunları söylerken güneşe ve gökyüzüne,
suya ve toprağa, inanılmaz güzellikteki
gözlerine karşısındaki rahibenin
ve siyah kumaşın altında hızla inip
kalkan göğüslerine bakıyordu
bir noktadan ötekine yolunu ezbere
tanıyan bir kılavuz gibi hareket eden
gözbebekleriyle: Tanrı, diyordu,
bazı yerlerde varlığını gösterirse
bazı yerlerde yokluğunu duyalım ister.
Ağır ağır batıyordu Malaga'da güneş.
Enis Batur
5 Mart 2025 Çarşamba
4 Mart 2025 Salı
1 Mart 2025 Cumartesi
İNANMAK İSTERKEN ANLADIĞIMIZDA BAŞIMIZA GELENLER
İNANMAK