.........
Bulvara
bakan çay bahçesinin önünden geçerken Kafka’yı hatırlayacak bir karanlık bilinç
de vardı ama beni meşgul etmiyordu o an bu. Kafka ile ilk defa orada
karşılaştığım için o günlerde oradan geçerken aklıma gelirdi Kafka. Ama
zararsız bir grilik halinde görürdüm onu ve her defasında çay bahçesinin arka
kapısına doğru yürüyüp gözden kaybolurdu. Seslensem duymazdı, duysa da yarım
bir bakışla bulanık bir tebessüm yollardı. Ben o tebessümde ikimizi ve hayata
iliştirdiğimiz beyhude çabaların hiçliğini görürdüm. O kısacık anda o da benim
bunları gördüğümü fark ederdi ve saatlerce konuşup yorulacağımız meseleleri o
bakışlarda hallederdik. Onun varlığı sevinçlerim için bir denge vazifesi
görürdü ve ayaklarım yere basardı biraz. Aslında sevmezdim Franz ya da
Kafka’yı. Ama sevmediklerim de sevdiklerim kadar alakadar ederdi beni ve Kafka,
olanca kurnazlığıyla -çünkü silik insanlarda bir savunma mekanizması olarak boy
veren sinsilik ve kurnazlık onda da fazlasıyla mevcuttu- koyu gri pardesüsünü
silik varlığının üniforması gibi gururla taşıyan bu fare, hayallerin birazcık
zayıfladığı yarıklardan hayatıma sızardı. Onu dinlemek ölümcül bir rahatlık ve
özgürlük de verirdi bana.
........