Moskova’ya kar yağıyordu. Soğuk bir Aralık gecesiydi.
Tımarhaneden
Noel için dışarı çıkmış olan uçarı şair Sergey
Yesenin elleri paltosunun cebinde
hızlıca “Angelleterre Oteli”ne
girdi, resepsiyondaki adama hiçbir şey söylemeden odasına çıktı.
İçi
titriyordu. Kafasının içinde ise fırtınalar esiyordu. Ruhu büzüşmüştü, bedeni
şimdi sıcak bir yere kavuşmuş ama ruhu hala ayazdaydı.
Kararı
kesindi. Ama önce şiir…
Şairin
beyninde şiirin ayak sesleri yankılandığında ne yapar eder o zihnin dışına
çıkacak bir yol bulur şiir.
Cebinden
küçük defterini çıkardı, engelleyemediği zamanlarda dizeleri oraya kaydederdi.
Baktı, kalemi vardı ama mürekkebi yoktu. Gidip bir yerlerde mürekkep tedarik edecek
hali de yoktu.
Aklına
geleni yapmaya başladı. Küçük bir çakı çıkardı cebinden. Bileğini açtı, attı
bıçağı damara, kan akmaya başladı. Akan kana diviti batırdı, defterine şiir
damladı:
“Elveda
sevgili dostum” diye isim koydu kanla yazacağı son
şiirine, Türkçeye Attila Tokatlı çevirdi:
“Elveda
sevgili dostum elveda,
Sen kökleri
içimde uzanan.
Ayrılık
yazılmış alnımıza
İlerde gene
karşılaşırız inan.
Elveda
dostum, el sıkışmadan
Sessizce… Ne
keder ne tasa gerek:
Ölmek yeni
bir şey değildir bu dünyada
Ama yaşamak
da yeni bir şey olmasa gerek.”
Şiir
bitti. Defteri sehpanın üzerine bıraktı. Kemerini çıkardı. Boynuna taktı,
pencerenin kenarında bir çıkıntı vardı, diğer ucunu oraya bağladı, altındaki
sandalyeyi itti. Kemere asılı kaldı.
Cesedini
bulduklarında 30 yaşındaydı.
*
Sergey
Yesenin’in şiirle veda ettiği dostu, onu bir süre
tımarhanede yatmaya ikna eden kendisi gibi kudretli
bir şair olan, merdiven usulü şiirin babası, bizden Nazım Hikmet’in ustası,
Vladimir Mayakovski’ydi.
Başta
Bolşevik devrimine yüz vermeyen Rus entelijansiyasının içinde, o devrime ve
onun lideri Lenin’e “iman” etmiş az sayıda aklı başında
adamlardan ikisiydi Mayakovski ile Yesenin… Ama Yesenin, Mayakovski’ye göre
daha erken düştü “kuşku”ya, “imanı” daha erken gevşedi.
Dostunun “vedasına” Mayakovski,
intiharından
bir sene sonra 1926 yılında çok uzun bir şiirle karşılık vardı, onun şiirinin
adı “Sergey Yesenin’e”ydi,
dilimize Yurdanur Salman çevirdi,
bazı bölümleri şöyle:
Sen gittin,
diyorlar
yukarılarda bir dünyaya.
(…)
Hayır, Yesenin,
oh
çekmek değil benim
istediğim.
Görüyorum ben
kesik bileklerinle
sendeleyişini
Ve alayla değil
acıyla
düğümleniyor yüreğim.
Görüyorum
bir kemik çuvalı gibi
yere atışını gövdeni.
-Dur! diyorum.
Bırak !
Delirdin mi sen?
Sürer mi ölümü
hiç insan
tebeşir tozu gibi
yanaklarına?
Sen ki çok daha
iyi verirdin ölüme
ağzının payını
herkesten.
Yeryüzünde
başka
kimsede olmayan
o efece konuşmanla.
Niçin?
Nedeni ne?
Donup kalıyorum
şaşkınlıktan.
Homurdanıyor
eleştirmenler:
-Bizce,
bunun asıl nedeni
Şu...
ya da bu...
ama daha çok,
kopmak toplumdan,
Çok fazla bira
ya da şarapla kafayı çekmesi.
Başka deyişle
satsaydın
bohemleri
işçi sınıfına,
diyorlar.
Sınıf bilincin
olsaydı,
bak, bu gelmezdi başına.
(…)
Hiçbir zaman
söyleyemeyecekler
nedenini bize
seni
yitirişimizin.
Şuracıkta duran
çakı mı, yoksa ip mi?
Ama bulunsaydı
mürekkebi, elbette
Angelleterre
otelinin
damarlarını
kesmen
ve ölüp gitmen
gerekmezdi.
(….)
Yürüyün!
Arkamızda
zaman patlasın
bir mayın gibi.
Bizim geçmişe
sunacağımız
yalnızca
bukleleri
rüzgarda
geriye savrulan saçlarımızın.
Eğlenceye
ayrılacak yeri yok
gezegenimizin.
Yarınlardan
koparıp
almalıdır mutluluğu
insan.
Şu yaşamda
en kolay iştir ölmek
Asıl güç olan
yepyeni bir yaşama
başlamak.”
*
Her devrimin
bir “baş şairi” vardır. Her devrim
önce şairlere ihtiyaç duyar
çünkü, devrim bittikten sonra da önce şairlerin defteri dürülür. Has
şair akışkan, sıvı bir şeydir, elde avuçta durmaz. Sincaba benzer şair, sezgileri kuvvetli, gidişatı hep en önce görür.
Bolşevik
devriminin “baş şairi”
Mayakovski’ydi.
Annesinden
sanatkar olarak doğmuştu.
Baştan ayağa
hünerdi. Şiiri yalnızca zihni bir faaliyet olarak görmüyordu, her şeyini
aklını, bedenini, ruhunu, varlığını katıyordu şiire. Yazarken
de okurken de yaşarken de…
Kırk
parmağının kırkında da marifet vardı.
Şairdi, piyes
yazarıydı, sinemacıydı, hem senaryo yazıyor, hem de filmlerde oynuyordu,
ressamdı, gazeteciydi, grafikerdi, metin yazarıydı, reklamcıydı, söz yazarıydı,
radyo için şarkılar yapıyordu, hicivciydi, karikatür çiziyordu. Sade, çoğu
müstehcen, kafiyeli şarkıları halkın diline pelesenkti.
*
Bolşevik
devrimini hızlı kucakladı Mayakovski. O
zamana kadar onun da yaşadığı ve bir “canavara” benzettiği
eski hayat tarzını, küçük burjuva evcilliğini süpürecek, yerine daha “komünist” bir hayat tarzı getireceklerdi. “Sıcacık bir evden”, plastik bitkilerden, küçük çerçeve içinde
Marx portresinden, devamlı uyuklayan tembel kediden, şöminenin üzerindeki süs
porselenden nefret ediyordu.
Haydi
bre uyuşuklar, gün o gün değil!
O sırada,
yıllardan beri tutulduğu aşk hastalığının pençesinde kıvranıp duruyordu; Lili Brik’e 1915 yılından beri aşıktı.
Bir yandan
aşk hastalığı, bir yandan da devrimi başarıya ulaştırma çabası… İşi
başından aşkındı.
*
Mayakovski ve
arkadaşları “Sokaklar fırçamız, alanlar
paletimizdir” sloganıyla çıktılar meydanlara. Ona en
büyük gücü veren, her görmek istediğinde omuz başında onunla aynı mücadeleyi
sürdüren sevgilisi Lili Brik oldu.
Lili yanında
olsun, daha ne devrimler başarıya ulaştırırdı!
Halka
devrimi benimseteceklerdi. Ama ülke harabeydi… Her yer çamur pislik içindeydi…
Hastalıklar kasıp kavuruyordu ortalığı. Kıtlık vardı. Gözyaşı ve tere insan
kanı karışmıştı. Ekmek yok, çorba yok, kağıt yok, kalem yoktu. Hava soğuktu,
karınları açtı, ülkenin her yerinden binlerce insan akın akın Moskova’ya
geliyordu. O yokluk içinde bol olan tek şey sözdü.
Mayakovski ve
arkadaşları sokaklara, kahvelere, alanlara, istasyonlara, tarlalara,
fabrikalara, pazarlara, çarşılara şiirle daldılar. Kağıt olmadığı için onun yazdığı şiirsel devrim sloganlarını duvarlara,
dükkanların camlarına yazmaya başladılar. Bulduğu her fırsatta yüksekçe bir
yere, bir tabureye, bir heykelin kaidesine, bir yüksek kaldırıma çıkarak o
müthiş etkileyici şiirlerini okudu o bezgin, canı burnunda halkına. Şiir
okuyor, afiş yapıyor, duvar yazıları yazıyor, karı koca Brik’lerle birlikte her
şeyi elle çoğaltıyorlardı. Bir avuç sanatçı, 150 milyonluk devasa bir topluma
“elle” devrimi götürmeye çabalıyordu.
İzne
çıkmış askerlerin, işsiz, yarınsız, umutsuz gençlerin doldurduğu buz gibi
kahvelerde sandalye üstüne çıkan Mayakovski
insanların içini şiirin ateşiyle ısıtıyor, can veriyordu onlara.
*
Lili Brik, devrime gidilen süreçte “sol kanat şairi ve eleştirmen” Osip Brik’le
evliydi. Mayakovski, 1915
yılında bir Temmuz günü, daha sonra meşhur Fransız şair Lois Aragon’la evlenecek ve onunla birlikte Paris’te Nazi
işgali sırasında anti-faşist direniş hareketinin en ünlü figürü haline gelecek,
Aragon’a “Elsa’nın Gözleri” kitabını ve “Mutlu aşk yoktur” dizesini yazdıracak
olan Elsa Triolet’in evinde tanışır; Lili, Elsa’nın kız kardeşiydi.
Mayakovski tam on beş yıl, 1930 yılında ölümüne kadar Lili’ye aşık olarak yaşadı.
Lili’nin
kocası Osip de
bu aşka hürmet gösteriyordu. Fransızların
“menage a troisi” dedikleri “üç kişinin beraber yaşadığı bir ilişki” türüne üçü
de razı olmuştu. Kah Moskova’da, kah Petersburg’ta bir hayat sürdürüyorlardı.
1922
yılında iki aylık bir ayrılık üzerine Lili’ye
yazdığı bir “mektup-şiirde” ona
şöyle seslendi:
“(…)
Atmayacağım
bir boşluğa
kendimi,
zehir
içmeyeceğim.
Ve dayayıp
şakağıma
namluyu
çekmeyeceğim
tetiği.
Ağzı hiçbir
bıçağın
bakışların
kadar senin
kesemez beni.
(…)
Bırak hiç
değilse
son bir sevgi
dalgası sereyim
beni bırakıp
giden adımlarının altına.”
*
Lenin’in
başlattığı Yeni Ekonomik Program (NEP)’le birlikte devrim bürokrasinin ellerine
geçti ve yavaş yavaş “yozlaşmaya” başladı. Ruhu karmakarışık, devrimin en yiğit, en gözü pek militanı Mayakovski,
kolhoz yöneticiliğinin altına girmeyi ret etti, o “bürokratik edebiyattan” bir
fayda gelmeyeceğine inanıyordu.
Yavaş
yavaş gözden düşmeye başladı. Bireysel sesi önemli değildi artık, proleter
kervana katılmalıydı. O yüzden
önümüzdeki 20 yılda eserlerinin okunup okunmayacağına dair rejimin “resmi”
eleştirmenleri tarafından sorguya çekildi. Açtığı sergiye hiç
kimse gitmedi.
İşte o
günlerde devletin tahsis ettiği küçük komün evinde, en yakın arkadaşı Yesenin’in yası içinde yapayalnız, umutları yavaş
yavaş sönerken, devrimden önce yazdığı bir şiiri rüyasında gördü. Ruhunda baş
gösteren “inancı yitirme” krizi
ile Lili’ye
duyduğu aşkı birbirine karıştırmaya başladı.
Troçki’nin
deyimiyle, “şairin ‘toplum ve edebiyat çabaları’,
onu günlük hayatın dertlerinin üstüne yeterince çıkaramaz, yediği dayanılmaz
darbelerden kurtaramaz olmuştu.”
1930’ların
başlarından itibaren “bireysel sesi” olan bütün yazarlar Stalin’in ajanlarının
takibi altındaydı, baş “şüpheli” Mayakovski’ydi.
*
Brik’ler
onu eve almıyorlardı artık. Moskova’da Lubyanka
Binası’nın bitişiğinde bir komün evinde tek başına
yaşıyordu. İntihar eden dostu Yesenin’e “Şu yaşamda en kolay iştir ölmek / Asıl güç olan yepyeni bir yaşama
başlamak,”; aşık olduğu kadın Lili’ye “Ve dayayıp
şakağıma namluyu / çekmeyeceğim tetiği,” dediği
halde, 14 Nisan 1930 günü namluyu şakağına
dayayıp tetiği çekti.
Cesedinin
yanında, şu not vardı: (Not, bir deftere veya kağıda yazılıp masanın üstüne
falan bırakılmamıştı, cesedinin yanındaydı.)
“Hepinize!..
İşte ölüyorum. Kimseyi suçlamayın
bundan ötürü. Hele dedikodudan, unutmayın ki, merhum nefret ederdi.
Anacığım, kardeşlerim, yoldaşlarım!
Bağışlayın beni. İş değil bu, biliyorum (kimseye de öğütlemem), ama benim için
başka bir çıkar yol kalmamıştı.
Lili, beni sev.
Hükümet Yoldaş! Ailem: Lili Brik, anam, kız kardeşlerim ve
Veronika
Vitoldovna Polonkaya’dan ibarettir. Yaşamlarını sağlarsan, ne mutlu bana..
Bitmemiş şiirleri Brik’lere verin, ne
lâzımsa onlar yapar.
"Bir varmış bir yokmuş"
derler hani:
Aşkın küçük
sandalı
hayat
ırmağının akıntısına
kafa tutabilir mi!
Dayanamayıp
parçalandı işte sonunda...
Acıları
mutsuzlukları
karşılıklı
haksızlıkları
h a t ı r l a m a y a b i l e
d e ğ m e z :
Ödeşmiş
durumdayız kahpe felekle.
Ve sizler mutlu
olun
yeter.”
“İntihar”
Mayakovski şiirinin ana temalarından birisiydi. Bugün
şiirleri arasında “Son Mektup” olarak
bilinen intihar notunda 1929 yılında yazdığı başlıksız, bitmemiş bir şiirden ufak tefek
değişikliklerle alıntı yapmıştı.
*
Mayakovski’nin intiharını açıklamak Osip-Lili Brik
çiftine düştü. Onlar da intiharı, “Mayakovski’nin
hayata karşı abartılı tutumunun kaçınılmaz bir sonucu olarak” açıkladılar dünyaya. Hayal ettiği şeyler, beklentileri hayatın granit kadar sert gerçeklerine
çarpmıştı oysa.
Ama yoldaşları arkasından “bencil
kişiliğini devrimci sorumluluğuyla bağdaştıramadığı için” kendini öldürdü
dediler.
*
Orlando Figes
“Nataşa’nın Dansı” (YKY) kitabında der ki; “Ortaya çıkan son kanıtlara göre Mayakovski intihar etmedi,
öldürüldü.” Şairin hayatının yarısını aşığı olarak
geçirdiği, ona “Sıran geldi deseler / günün birinde
savaşa itseler beni / vurulsam / kan değil / adın fışkırır yırtık dudaklarımdan,” diye
şiirler yazdığı Lili Brik, Stalin’in
ajanıydı. Ta baştan beri şairin fikirleriyle ilgili bilgi veriyordu devlete.
Mayakovski’nin
yaşadığı komün evinin bir gizli girişi daha vardı. Lili Brik, komşulara görünmeden o girişten eve
girmiş, şairi vurmuş, daha önce yazdığı şiire eklemeler yaparak, “Son Mektup”a son şeklini vermiş, kağıdı da cesedinin yanına bırakıp geldiği yerden çıkmıştı.
*
Yine Figes’in verdiği bilgiye göre, Mayakovski’nin en yakın arkadaşlarından birisi olan
yönetmen Eisenstein’ın
arşivinde bulunan notlara göre şair son yıllarını devamlı tutuklanma korkusu
içinde geçirmişti.
Eisenstein,
“Ortadan kaldırılması gerekiyordu ve ondan kurtuldular,” diyor.
*
İntihar eden
dostu Yesenin’in arkasından, “Marifet ölmek değil, yaşamaktır,” diye haykıran
Mayakovski de o “marifeti” gösteremedi, dostundan sadece yedi sene daha fazla
yaşayabildi.
Onu
bulduklarında, kanlar içindeki cansız bedeni sadece 37 bahar görmüştü.
muhsin kızılkaya
habertürk
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder