11 Mart 2021 Perşembe

Bİ ŞEYİM YOK

 



"Kimseye verilmiş bir sözüm yok
Kimseyi beklemiyorum
Cumartesi ikindilerine benziyor hayatım
Bazen gökyüzü damlıyor kâğıtlarıma
Bazen kan bağıyla bağlanıyorum kaderime
İyiyim, hiçbi şeyim yok.”

kasvetli karanlık bungun 2003 martı


 

7 Mart 2021 Pazar

saatlerin zorbalığı / cesar vallejo



Hepsi öldü.

Köyde ucuz ekmek pişiren, kısık sesli Antonia kadın öldü.

Delikanlıların, genç kızların selam vermesinden hoşlanan ve hiç kimseyi ayırmadan “Günaydın Jose, günaydın Maria,” diyerek herkese selam veren rahip Santiago öldü.

O sarışın genç kadın, geride bıraktığı küçük yavrusu da kendisinden sekiz gün sonra ölen Carlota öldü.

Çekirdekten yetişme hizmetçi Isidora’ya, o saygıdeğer kadına evinin koridorlarında bir yandan dikiş dikip bir yandan da geçmişinden kalan şarkıları söyleyen teyzem Albina öldü.

Şimdi adını hatırlamadığım, köşedeki tenekeci dükkânı önünde oturup, sabah güneşinde uyuklayan o tek gözlü ihtiyar öldü.

Rayo, şu boyu benim boyuma eş köpek, kim bilir kimin kurşunuyla vurulup öldü.

Yağmur yağarken ve anılarımda yokken biri aklıma gelen, bellerin esenliğindeki kayın biraderim Lucas öldü.

Birbirini takip eden yılların ağustos günlerinde, bir kedere başka bir kederin üçünü de bağladığı revolverimdeki annem, yumruğumdaki kız kardeşim ve kanlı bağrımdaki abim öldü.

Klarnetiyle hüzünlü melodiler çalıp, mahallemdeki tavukları daha güneş batmadan uykuya daldıran o uzun boylu, ayyaş müzisyen Mendez öldü.

Sonsuzluğum öldü ve ben yanı başında sabahlıyorum.


Çeviren: Behlül Dündar

yıllar sonra


 

4 Mart 2021 Perşembe

çürümenin kitabı

“Hiçlik karşısında her kelimeyle bir zafer kazansak bile, onun zorbalığına daha fazla maruz kalmamıza yol açar bu. Etrafımıza saçtığımız kelimeler oranında ölürüz… Konuşanların sırrı yoktur. Ve hepimiz konuşuruz. Kendimize ihanet eder, kalbimizi teşhir ederiz; her birimiz dile gelmezliğin celladıyızdır;  her birimiz sırları, en başta da kendi sırlarımızı yok etmek için yırtınırız. Ötekilerle görüşmemiz de kendimizi boşluğa doğru bir yarış içinde hep birlikte alçaltmak içindir; ister fikir teatisi olsun, ister itiraflar ya da entrikalar... Merak sadece cennetten dünyaya düşüşe değil, her günkü sayısız düşüşe yol açmıştır. Hayat, bu düşme sabırsızlığından; ruhun bâkir yalnızlıklarını,  Cennet’in en eski ve en gündelik inkarı olan diyalog  yoluyla peşkeş çekmekten ibarettir.”


sayfa 21

Cioran


1 Mart 2021 Pazartesi

mayakovski’yi kim öldürdü?

 


Moskova’ya kar yağıyordu. Soğuk bir Aralık gecesiydi.

Tımarhaneden Noel için dışarı çıkmış olan uçarı şair Sergey Yesenin elleri paltosunun cebinde hızlıca “Angelleterre Oteli”ne girdi, resepsiyondaki adama hiçbir şey söylemeden odasına çıktı.

İçi titriyordu. Kafasının içinde ise fırtınalar esiyordu. Ruhu büzüşmüştü, bedeni şimdi sıcak bir yere kavuşmuş ama ruhu hala ayazdaydı.

Kararı kesindi. Ama önce şiir…

Şairin beyninde şiirin ayak sesleri yankılandığında ne yapar eder o zihnin dışına çıkacak bir yol bulur şiir.

Cebinden küçük defterini çıkardı, engelleyemediği zamanlarda dizeleri oraya kaydederdi. Baktı, kalemi vardı ama mürekkebi yoktu. Gidip bir yerlerde mürekkep tedarik edecek hali de yoktu.

Aklına geleni yapmaya başladı. Küçük bir çakı çıkardı cebinden. Bileğini açtı, attı bıçağı damara, kan akmaya başladı. Akan kana diviti batırdı, defterine şiir damladı:

“Elveda sevgili dostum” diye isim koydu kanla yazacağı son şiirine, Türkçeye Attila Tokatlı çevirdi:

 

“Elveda sevgili dostum elveda,

Sen kökleri içimde uzanan.

Ayrılık yazılmış alnımıza

İlerde gene karşılaşırız inan.

Elveda dostum, el sıkışmadan

Sessizce… Ne keder ne tasa gerek:

Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada

Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek.”

 

Şiir bitti. Defteri sehpanın üzerine bıraktı. Kemerini çıkardı. Boynuna taktı, pencerenin kenarında bir çıkıntı vardı, diğer ucunu oraya bağladı, altındaki sandalyeyi itti. Kemere asılı kaldı.

Cesedini bulduklarında 30 yaşındaydı.

*

Sergey Yesenin’in şiirle veda ettiği dostu, onu bir süre tımarhanede yatmaya ikna eden kendisi gibi kudretli bir şair olan, merdiven usulü şiirin babası, bizden Nazım Hikmet’in ustası, Vladimir Mayakovski’ydi.

Başta Bolşevik devrimine yüz vermeyen Rus entelijansiyasının içinde, o devrime ve onun lideri Lenin’e “iman” etmiş az sayıda aklı başında adamlardan ikisiydi Mayakovski ile Yesenin… Ama Yesenin, Mayakovski’ye göre daha erken düştü “kuşku”ya, “imanı” daha erken gevşedi.

Dostunun “vedasına” Mayakovski,

intiharından bir sene sonra 1926 yılında çok uzun bir şiirle karşılık vardı, onun şiirinin adı “Sergey Yesenin’e”ydi, dilimize Yurdanur Salman çevirdi, bazı bölümleri şöyle:

 

Sen gittin,

                diyorlar

                 yukarılarda bir dünyaya.

(…)

 

Hayır, Yesenin,

                oh

                    çekmek değil benim istediğim.

Görüyorum ben

                kesik bileklerinle sendeleyişini

Ve alayla değil

                acıyla

                   düğümleniyor yüreğim.

Görüyorum

            bir kemik çuvalı gibi

                        yere atışını gövdeni.

-Dur! diyorum.

            Bırak !

                    Delirdin mi sen?

Sürer mi ölümü

                hiç insan

                    tebeşir tozu gibi

                               yanaklarına?

 

Sen ki çok daha

                iyi verirdin ölüme

                        ağzının payını herkesten.

Yeryüzünde başka

                    kimsede olmayan

                            o efece konuşmanla.

Niçin?

    Nedeni ne?

                    Donup kalıyorum şaşkınlıktan.

Homurdanıyor eleştirmenler:

                                    -Bizce, bunun asıl nedeni

Şu...

    ya da bu...

                ama daha çok,

                            kopmak toplumdan,

Çok fazla bira

                ya da şarapla kafayı çekmesi.

Başka deyişle

            satsaydın

                   bohemleri

                            işçi sınıfına, diyorlar.

Sınıf bilincin olsaydı,

                bak, bu gelmezdi başına.

(…)

 

Hiçbir zaman söyleyemeyecekler

                            nedenini bize

                                    seni yitirişimizin.

Şuracıkta duran

                çakı mı, yoksa ip mi?

Ama bulunsaydı

                mürekkebi, elbette

                            Angelleterre otelinin

damarlarını kesmen

                ve ölüp gitmen

                            gerekmezdi.

(….)

 

Yürüyün!

               Arkamızda

                        zaman patlasın

                                bir mayın gibi.

Bizim geçmişe sunacağımız

                            yalnızca

                                    bukleleri

rüzgarda

        geriye savrulan saçlarımızın.

Eğlenceye ayrılacak yeri yok

                    gezegenimizin.

Yarınlardan

            koparıp

                almalıdır mutluluğu

                                insan.

     Şu yaşamda

            en kolay iştir ölmek

Asıl güç olan

            yepyeni bir yaşama

                            başlamak.”

*

Her devrimin bir “baş şairi” vardır. Her devrim önce şairlere ihtiyaç duyar çünkü, devrim bittikten sonra da önce şairlerin defteri dürülür. Has şair akışkan, sıvı bir şeydir, elde avuçta durmaz. Sincaba benzer şair, sezgileri kuvvetli, gidişatı hep en önce görür.

Bolşevik devriminin “baş şairi” Mayakovski’ydi.

Annesinden sanatkar olarak doğmuştu.

Baştan ayağa hünerdi. Şiiri yalnızca zihni bir faaliyet olarak görmüyordu, her şeyini aklını, bedenini, ruhunu, varlığını katıyordu şiire. Yazarken de okurken de yaşarken de…

Kırk parmağının kırkında da marifet vardı.

Şairdi, piyes yazarıydı, sinemacıydı, hem senaryo yazıyor, hem de filmlerde oynuyordu, ressamdı, gazeteciydi, grafikerdi, metin yazarıydı, reklamcıydı, söz yazarıydı, radyo için şarkılar yapıyordu, hicivciydi, karikatür çiziyordu. Sade, çoğu müstehcen, kafiyeli şarkıları halkın diline pelesenkti.

*

Bolşevik devrimini hızlı kucakladı Mayakovski. O zamana kadar onun da yaşadığı ve bir “canavara” benzettiği eski hayat tarzını, küçük burjuva evcilliğini süpürecek, yerine daha “komünist” bir hayat tarzı getireceklerdi. “Sıcacık bir evden”, plastik bitkilerden, küçük çerçeve içinde Marx portresinden, devamlı uyuklayan tembel kediden, şöminenin üzerindeki süs porselenden nefret ediyordu.

Haydi bre uyuşuklar, gün o gün değil!

O sırada, yıllardan beri tutulduğu aşk hastalığının pençesinde kıvranıp duruyordu; Lili Brik’e 1915 yılından beri aşıktı.

Bir yandan aşk hastalığı, bir yandan da devrimi başarıya ulaştırma çabası… İşi başından aşkındı.

*

Mayakovski ve arkadaşları “Sokaklar fırçamız, alanlar paletimizdir” sloganıyla çıktılar meydanlara. Ona en büyük gücü veren, her görmek istediğinde omuz başında onunla aynı mücadeleyi sürdüren sevgilisi Lili Brik oldu.

Lili yanında olsun, daha ne devrimler başarıya ulaştırırdı!

Halka devrimi benimseteceklerdi. Ama ülke harabeydi… Her yer çamur pislik içindeydi… Hastalıklar kasıp kavuruyordu ortalığı. Kıtlık vardı. Gözyaşı ve tere insan kanı karışmıştı. Ekmek yok, çorba yok, kağıt yok, kalem yoktu. Hava soğuktu, karınları açtı, ülkenin her yerinden binlerce insan akın akın Moskova’ya geliyordu. O yokluk içinde bol olan tek şey sözdü.

Mayakovski ve arkadaşları sokaklara, kahvelere, alanlara, istasyonlara, tarlalara, fabrikalara, pazarlara, çarşılara şiirle daldılar. Kağıt olmadığı için onun yazdığı şiirsel devrim sloganlarını duvarlara, dükkanların camlarına yazmaya başladılar. Bulduğu her fırsatta yüksekçe bir yere, bir tabureye, bir heykelin kaidesine, bir yüksek kaldırıma çıkarak o müthiş etkileyici şiirlerini okudu o bezgin, canı burnunda halkına. Şiir okuyor, afiş yapıyor, duvar yazıları yazıyor, karı koca Brik’lerle birlikte her şeyi elle çoğaltıyorlardı. Bir avuç sanatçı, 150 milyonluk devasa bir topluma “elle” devrimi götürmeye çabalıyordu.

İzne çıkmış askerlerin, işsiz, yarınsız, umutsuz gençlerin doldurduğu buz gibi kahvelerde sandalye üstüne çıkan Mayakovski insanların içini şiirin ateşiyle ısıtıyor, can veriyordu onlara.

*

Lili Brik, devrime gidilen süreçte “sol kanat şairi ve eleştirmen” Osip Brik’le evliydi. Mayakovski, 1915 yılında bir Temmuz günü, daha sonra meşhur Fransız şair Lois Aragon’la evlenecek ve onunla birlikte Paris’te Nazi işgali sırasında anti-faşist direniş hareketinin en ünlü figürü haline gelecek, Aragon’a “Elsa’nın Gözleri” kitabını ve “Mutlu aşk yoktur” dizesini yazdıracak olan Elsa Triolet’in evinde tanışır; Lili, Elsa’nın kız kardeşiydi.

Mayakovski tam on beş yıl, 1930 yılında ölümüne kadar Lili’ye aşık olarak yaşadı.

Lili’nin kocası Osip de bu aşka hürmet gösteriyordu. Fransızların “menage a troisi” dedikleri “üç kişinin beraber yaşadığı bir ilişki” türüne üçü de razı olmuştu. Kah Moskova’da, kah Petersburg’ta bir hayat sürdürüyorlardı.

1922 yılında iki aylık bir ayrılık üzerine Lili’ye yazdığı bir “mektup-şiirde” ona şöyle seslendi:

“(…)

Atmayacağım

bir boşluğa kendimi,

zehir içmeyeceğim.

Ve dayayıp

şakağıma namluyu

çekmeyeceğim tetiği.

Ağzı hiçbir bıçağın

bakışların kadar senin

kesemez beni.

(…)

Bırak hiç değilse

son bir sevgi dalgası sereyim

beni bırakıp giden adımlarının altına.”

*

Lenin’in başlattığı Yeni Ekonomik Program (NEP)’le birlikte devrim bürokrasinin ellerine geçti ve yavaş yavaş “yozlaşmaya” başladıRuhu karmakarışık, devrimin en yiğit, en gözü pek militanı Mayakovski, kolhoz yöneticiliğinin altına girmeyi ret etti, o “bürokratik edebiyattan” bir fayda gelmeyeceğine inanıyordu.

Yavaş yavaş gözden düşmeye başladı. Bireysel sesi önemli değildi artık, proleter kervana katılmalıydı. O yüzden önümüzdeki 20 yılda eserlerinin okunup okunmayacağına dair rejimin “resmi” eleştirmenleri tarafından sorguya çekildi. Açtığı sergiye hiç kimse gitmedi.

İşte o günlerde devletin tahsis ettiği küçük komün evinde, en yakın arkadaşı Yesenin’in yası içinde yapayalnız, umutları yavaş yavaş sönerken, devrimden önce yazdığı bir şiiri rüyasında gördü. Ruhunda baş gösteren “inancı yitirme” krizi ile Lili’ye duyduğu aşkı birbirine karıştırmaya başladı.

Troçki’nin deyimiyle, “şairin ‘toplum ve edebiyat çabaları’, onu günlük hayatın dertlerinin üstüne yeterince çıkaramaz, yediği dayanılmaz darbelerden kurtaramaz olmuştu.”

1930’ların başlarından itibaren “bireysel sesi” olan bütün yazarlar Stalin’in ajanlarının takibi altındaydı, baş “şüpheli” Mayakovski’ydi.

*

Brik’ler onu eve almıyorlardı artık. Moskova’da Lubyanka Binası’nın bitişiğinde bir komün evinde tek başına yaşıyordu. İntihar eden dostu Yesenin’e “Şu yaşamda en kolay iştir ölmek / Asıl güç olan yepyeni bir yaşama başlamak,”; aşık olduğu kadın Lili’ye “Ve dayayıp şakağıma namluyu / çekmeyeceğim tetiği,” dediği halde, 14 Nisan 1930 günü namluyu şakağına dayayıp tetiği çekti.

Cesedinin yanında, şu not vardı: (Not, bir deftere veya kağıda yazılıp masanın üstüne falan bırakılmamıştı, cesedinin yanındaydı.)

“Hepinize!..

          İşte ölüyorum. Kimseyi suçlamayın bundan ötürü. Hele dedikodudan, unutmayın ki, merhum nefret ederdi.

          Anacığım, kardeşlerim, yoldaşlarım! Bağışlayın beni. İş değil bu, biliyorum (kimseye de öğütlemem), ama benim için başka bir çıkar yol kalmamıştı.

         Lili, beni sev.

         Hükümet Yoldaş!  Ailem: Lili Brik, anam, kız kardeşlerim ve

Veronika Vitoldovna Polonkaya’dan ibarettir. Yaşamlarını sağlarsan, ne mutlu bana..

         Bitmemiş şiirleri Brik’lere verin, ne lâzımsa onlar yapar.

         "Bir varmış bir yokmuş"

                                             derler hani:

Aşkın küçük sandalı

                                 hayat ırmağının akıntısına

                                                                            kafa tutabilir mi!

Dayanamayıp parçalandı işte sonunda...

Acıları

           mutsuzlukları

                                  karşılıklı haksızlıkları

           h a t ı r l a m a y a   b i l e   d e ğ m e z :

Ödeşmiş durumdayız kahpe felekle.

Ve sizler mutlu olun

                                yeter.”

“İntihar” Mayakovski şiirinin ana temalarından birisiydi. Bugün şiirleri arasında “Son Mektup” olarak bilinen intihar notunda 1929 yılında yazdığı başlıksız, bitmemiş bir şiirden ufak tefek değişikliklerle alıntı yapmıştı.

*

Mayakovski’nin intiharını açıklamak Osip-Lili Brik çiftine düştü. Onlar da intiharı, “Mayakovski’nin hayata karşı abartılı tutumunun kaçınılmaz bir sonucu olarak” açıkladılar dünyaya. Hayal ettiği şeyler, beklentileri hayatın granit kadar sert gerçeklerine çarpmıştı oysa.
Ama yoldaşları arkasından “bencil kişiliğini devrimci sorumluluğuyla bağdaştıramadığı için” kendini öldürdü dediler. 


*

Orlando Figes “Nataşa’nın Dansı” (YKY) kitabında der ki; “Ortaya çıkan son kanıtlara göre Mayakovski intihar etmedi,
öldürüldü.”
Şairin hayatının yarısını aşığı olarak geçirdiği, ona “Sıran geldi deseler / günün birinde savaşa itseler beni / vurulsam / kan değil / adın fışkırır yırtık dudaklarımdan,” diye şiirler yazdığı Lili Brik, Stalin’in ajanıydı. Ta baştan beri şairin fikirleriyle ilgili bilgi veriyordu devlete.

Mayakovski’nin yaşadığı komün evinin bir gizli girişi daha vardı. Lili Brik, komşulara görünmeden o girişten eve girmiş, şairi vurmuş, daha önce yazdığı şiire eklemeler yaparak, “Son Mektup”a son şeklini vermiş, kağıdı da cesedinin yanına bırakıp geldiği yerden çıkmıştı.

* 

Yine Figes’in verdiği bilgiye göre, Mayakovski’nin en yakın arkadaşlarından birisi olan yönetmen Eisenstein’ın arşivinde bulunan notlara göre şair son yıllarını devamlı tutuklanma korkusu içinde geçirmişti.

Eisenstein, “Ortadan kaldırılması gerekiyordu ve ondan kurtuldular,” diyor.

*

İntihar eden dostu Yesenin’in arkasından, “Marifet ölmek değil, yaşamaktır,” diye haykıran Mayakovski de o “marifeti” gösteremedi, dostundan sadece yedi sene daha fazla yaşayabildi.

Onu bulduklarında, kanlar içindeki cansız bedeni sadece 37 bahar görmüştü.


muhsin kızılkaya

habertürk