20 Ekim 2016 Perşembe

sulfata



Bulunduğum kasabanın hemen arkasındaki ormanlık bir dağa çıktım. Önce fundalıklar, sonra çamlar arasında, uzun uzun, hedefsiz ve maksatsız dolaştım. Dağın en yüksek yerinde saatlerce kalıp, güzel işlenmiş, çiçekli bir bahçe gibi önümde uzanan ovaya; dağın eteğinde, siyah kiremitli damları, beyaz minareleri, kırmızı tuğladan uzun fabrika bacalarıyla kabartma gibi duran kasabaya; gümüşi yapraklı kavak ağaçları arasında kaybolan köylere; ve güneşin altında mor bir sise gömülen karşı dağlara baktım. Bir türlü buradan ayrılmak istemiyordum. Fakat sabahtan beri gezip dolaştığım yerlerde su bulamamış, adamakıllı yanmaya başlamıştım. Dudaklarım kuruyup çatlıyor, dilim yapışkan bir hal alıyordu. Dağın yollarını bilmeden rastgele yürüdüğüm için, belki buz gibi bir pınarın beş on adım yanından geçiyor, fark etmiyordum. Mümkün olduğu kadar çabuk ovaya varıp kana kana su içmek arzusuyla, daha kısa olduğunu göz kararıyla kestirdiğim bir taraftan, acele acele inmeye koyuldum. Fakat ben hızlandıkça ayağımın altındaki sararmış çam pürleri kayıyor; eğreti duran toprak parçaları, taşlar, kozalaklar yuvarlanıyor, düşmemek için çabalanırken susuzluğum büsbütün artıyordu.
Bir aralık yolu da kaybettim; iki yamacın arasındaki bir boğazda, fundalıklar arasında sıkışıp kaldım.
Yabani zeytinler, ardıçlar, mazılar ve daha birçok dikenli dikensiz çalılar arasından kendime zorla bir yol açmaya çalıştım. Pek güç ilerleyebiliyor ve çok yoruluyordum. Elbisem her adımda bir yere takılıyor, şapkam düşüyor, gerilip gerilip kurtulan bir dal suratıma çarpıyor ve gözlüğümü alıp gidiyordu. Çalılar boyumu aştıkları için ne tarafa gittiğimi bilmeden ilerliyordum. Yaprakların arasından baktıkça iki yanımda dimdik iki sırt, önümde ve arkamda fundalıklar görüyor, bu geceyi burada susuz nasıl geçireceğimi düşünmeye başlıyordum.
Bir hayli daha çabalayıp bir parça daha ilerleyince üç dört yüz adım ilerde, kazılmış bir toprak parçasıyla zeytin dikmeleri gördüm. Orada ya bir insan, yahut hiç değilse, bir yol bulunacaktı. Aşılanıp tımar edilen ve altı çapalanan bu zeytin fidanları, tabiatın bu dokunulmamış yerlerine bir insan elinin uzandığını gösteriyordu. Körpe dikmeler susuz yetişmeyeceğine göre, yakınlarda içecek bir şey de olmalıydı… Vücudum gerildi, bütün gayretimle o tarafa atıldım. Ayaklarımın altında ve iki yanımda dallar hışırtılar çıkararak kırılıyor, dikenler eteğimden çekiyor, çalılar yüzümü tırmalıyor, fakat hiçbir şey beni yolumdan alıkoyamıyordu. Bir saat kadar sonra zeytin fidanlarının bulunduğu kazılmış yere çıktığım zaman ellerim kanamış, yüzüm sıyrılmış, her tarafım tere gömülmüştü… Yüzümden çıkan duman, gözlüğümün camlarını buğulandırdığı için bir şey görmüyor, iri tezekli toprakta tökezleyerek yürüyordum. Dinlenmeden yoluma devam edemeyeceğimi anladım, rastgele bir yere oturup gözlerimi kapadım, biraz dinlendikten sonra gözlerimi açınca etrafıma bakındım. Boğaz burada genişlemiş, açılmıştı. İlerde, ağaçsız bir bayırda, yeni biçilmiş bir tarla ile, bunun aşağı tarafında, çukurda, mısır ekili küçük bir bahçe, yanında bir kuyu, biraz ötede kerpiç bir kulübe vardı.
Birdenbire susuzluğumu hatırladım, yerimden fırlayıp koştum. Kuyunun başına gelince dört yanıma bakınarak birinin görünmesini bekledim. Kimsecikler yoktu. Kulübeye doğru yürüyerek:
-Hemşerim… Kimse yok mu?- diye bağırdım. Cevap veren olmadı. Üstüne dallar örtülüp toprak atılmış kerpiç kulübenin kapısı aralıktı. Başımı uzatıp baktım. Bir köşede dürülmüş küçük bir yatak, ocağın kenarında birkaç toprak kap vardı.
Etrafta kimseler görünmüyordu. Tekrar kuyunun başına geldim, bir kova su çektim ve yarısına kadar içtim. Sonra oraları dolaştım. Bahçecikte mısır fidanlarının arasında tek tük bostan kökleri, birer sırığa sarılmış birkaç fasulye vardı.
-Herhalde buranın sahipleri yakın bir yere gitmiş olacaklar!- diye düşündüm. Bahçede ve kulübede uzun zamandan beri bırakılmış bir hal yoktu, fakat bir taraftan da insanın gözü apaçık bir bozulma ile karşılaşıyordu: Mısırların altı günlerden beri sulanmamış, yapraklar sararmaya yüz tutmuştu. Adamakıllı kemale geldiği görülen bostanlar ve fasulyeler toplanmamıştı. Kulübedeki ocak haftalardır yakılmamışa benziyordu.
Kapının toprak eşiğine oturup biraz dinlenmek istedim. Güneş epeyden beri arkadaki bayırın arkasına girmiş, karşıdaki sırtların eteklerinden tepesine doğru yükselmeye başlamıştı. Boğazın benim geldiğim tarafından doğru çam kokulu bir rüzgar esiyordu. Biraz ilerde, biçilmiş tarlada cırcırböcekleri ötüyor, çekirgeler sıçrıyordu. Boğazın alt ucunda ancak küçük bir parçası görünen ova, yandan vuran güneşin ışıkları altında parlıyor, ağaçlar arasında uzayıp giden yollardan köylerine dönenlerin kaldırdığı toz bulutları dalga dalga yükselip, ovaya sisli bir sabah manzarası veriyordu.
Bu sırada gözlerim, boğazın alt başından, ova tarafından bulunduğum yere doğru ağır ağır gelen bir şeye takıldı. Biraz yaklaşınca, bunun, sırtında ağır bir yük bulunan biri olduğunu fark ettim. Herhalde, bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerin sahibi olacaktı. Yerimden kalkarak o tarafa doğru yürüdüm. Ne biçim bir insan olduğunu ve benim burada bulunuşumu nasıl karşılayacağını bilmediğim için, ona yolda rastlamak istemiştim.
Çalılar arasındaki patikada bir müddet gözümden kayboldu. Birkaç yüz adım yürüdükten sonra yavaşladım. Buralarda karşılaşacağımızı kestiriyordum. Fakat uzun zaman yürüdüğüm halde kimseye rastlamadım. Ovaya iyice yaklaşmıştım ki, yolun kenarında bir karaltı gördüm. Akşam iyice çökmüştü. Bir şey seçemiyordum. Daha yaklaştım, o zaman yerde birinin yattığını, başka birinin de onun başı ucunda diz çöküp oturmuş olduğunu gördüm.
-Merhaba hemşerim!- diye seslendim.
Genç, fakat karanlık bir ses, mırıldanır gibi cevap verdi:
-Merhaba!-
Yanına sokulduğum zaman, yerde yatanın bir kadın olduğunu anladım. Yamalı bir pazen şalvardan çıplak ayakları fırlıyordu.
Delikanlıya sordum:
-Hastan mı var?-
-Öyle…-
Bir zaman sustum; sonra ben de yakına çömeldim:
-Şu yukardaki bahçeyle dikmeler senin mi?-
-Benim!-
-Dikmelere iyi bakmışsın maşallah… Bir iki seneye kadar zeytin verir.-
Dudaklarını büktü:
-Beş altı sene ister daha!-
Yüzünün sesinden daha genç olduğunu görüp şaştım. Hiç de on yedi on sekizden yukarı göstermiyordu.
Kadını işaret ederek:
-Kardeşin mi?- dedim.
Başını salladı:
-Yok… Ailem!-
Gülmeye çalışarak:
-Pek erken evlenmişsin!- dedim.
-Öyle oldu…-
-Hastalığı ne?-
-Sıtma!-
-Sulfata veriyor musun?-
-Bırak efendi, Allahını seversen, sulfata nerde?-
-Sıtma Mücadelesi’ne gitmedin mi?-
-Ordan geliyoruz!-
-Ne dediler?-
-Bir şeysi yok dediler!-
-Deme canım!-
-Öyle dediler!-
Deminden beri her sözüme kısa kısa cevaplar veren ve sanki her cevaptan sonra benim hemen kalkıp yoluma gitmemi bekleyen delikanlı birdenbire içini dökmek isteğini duymuş gibi, yüzüme baktı. Yanı başında, toprağın üstünde, yan üstü yatıp yaman bir nöbetle tir tir titreyen kadını gösterdi:
-Şunun haline bak, efendi!..- dedi. -Allah’tan korkmadan bir şeysi yok deyip savdılar!-
Olduğum yerde doğrulup hastaya bir göz attım, ona bir kadın demek de tuhaftı, hummanın tesiriyle büzülen vücudu minimini görünüyordu. Alacakaranlıkta terden parlayan yüzü de daha pek çocuktu.
Delikanlıya döndüm:
-Sen meramını anlatamamışsın herhalde, oğlum!- dedim.
-Meram anlamayana nasıl anlatırsın, beyim!- diye yüzüme baktı. Sonra gözlerini önüne çevirerek devam etti:
-Bak başından anlatayım… Hilafım varsa, yerimden sağ kalkmayayım… Aliye sıtmayı bizim köyde almış. Ben askerdeydim, gelince öğrendim…-
Sözünü kestim:
-Kaç yaşındasın?-
-İki sene evvel askerden döndüm!-
-Ne zamandan beri evlisin?-
-Kuram çıkmadan üç ay evvel Aliye bana kaçtıydı. Yaşı küçük diye kasabada nikah etmediler. Babası da laf dinlemez bir koca yörüktü. Kızını ovalıya vermek istemedi. Allah razı olsun, bizim köyün imamı duamızı okuyuverdi de bizi birleştirdi. Gelgelelim ben askerdeyken, bizim peder, kızcağıza etmediği hakaret komamış… ‘Kocan askerde, ben sana bakamam, git kendi baban baksın, Kızılbaş dölü!’ demiş; kız ortada kalıvermiş, komşuların yanında çalışmış, orağa, çifte gitmiş… Şükür Allaha çocuğu yoktu… Ben tezkereyi alıp gelince babamla zorlu kavga ettim. ‘Malın da, tarlan da senin olsun… Neyin varsa, kızlarınla eloğlu damatların alsın. Ben gayrı senin ocağını tüttürmem!’ dedim, rahmetli anamdan kalan bir tek tarlayı sattım. ‘Gel kız, Aliye, kısmetimizi dağda taşta arayalım!’ dedim, aldım karıyı buraya geldim. Tarlanın parası bizi bir sene idare etti. Burada çalıları söktüm, ikimiz yüklendik, kasabada sattık; kalan odunlarla kömür yaktık, daha çok para etti. Açılan yerlere ekin ektik, ekmeğimiz çıktı. Dört el bir olunca ne olmaz ki… Çalıları kökledik, deli zeytinlere aşı vurduk, kuyu açıp dikmelerimizi suladık. Kerpiç kesip bir odacık kurduk. Kimseye de muhtaçlık etmedik. O yandan geliyorsun, görmüşsündür: Bahçe yapıp yeşillik bile ektik. Geçen yıl kasabada devlet nikahı kıydırdık, bu yıl da iki keçi ile beş on yumurtlar tavuk alacaktık. Ama Aliye’nin sıtması tepti. Dedim ya, ben askerdeyken bizim köyde almış. Onlar obalıdır. Dağlık yerde sıtma olmaz, ama bizim köy sulak yer… Bu meret de öyle yerlerden hoşlanırmış… Tam orak zamanıydı. Yağmur bastırır filan demedim, hemen alıp kasabaya indirdim. Sıtma Mücadelesi’ne götürdüm. Ne de olsa askerlik ettik, bu yolları biliriz. Doktor, tüyü bozuk bir oğlandı. Kaytan bıyık bırakmış, kocaman bir gözlük takmıştı; yüzümüze bile bakmadı, ak gömlekli bir hademeye: ‘Al şunun kanını!’ dedi, bizi de: ‘İki gün sonra gelin!’ diye savdı. İki gün sonra Aliye’yi yalnız gönderdim. Ben ekini biçiyordum… Doktor, kıza: ‘Senin kanına baktık, bir şeyin yok!’ demiş. Kız, ‘Aman derim, doktor, bak şu halime, benzimde kan kalmadı… Ben bu derdi eskiden de çektim, kurban olayım, azıcık sulfata ver!’ deyince yüzüne bağırıvermiş: ‘Senin hastalığın sıtma değil dedik ya!’ demiş. ‘Başka derdin varsa git Belediye doktoruna!’ Aliye, Belediye doktoruna gitmiş, adam kadının yüzüne bir bakınca: ‘Kızım, ne buraya geldin? Senin sıtman var, Mücadele’ye git!’ diye savmış. Aliye döndü geldi ama, perişandı. Üç gün yattı. Ardıç ezip suyunu içirdim… Ne bileyim ben… Şaşkınlık işte… Kar etmedi, büsbütün yüreğini döndürdü. Üçüncü günü biraz canlandı, aldım yanıma, yeniden kasabaya indirdim. Mücadele doktoru bizi tanıdı, ‘Ne diye geldiniz sulfatacılar?’ dedi. ‘Aman bey’ dedim, ‘sen bir şey yok dedin ama, bacın üç gündür başını kaldırmadı, kurban olayım, bir muayene et de derdine derman ol!’ Doktor başını bile çevirmedi: ‘Biz kan muayenesine bakarız… Kanı temiz çıktı, üst yanına karışmam.’ dedi. O zaman, Allah bilir ya, bir yalan attım: ‘Belediye doktoru baktı, dalağını yokladı, ille de sıtması var diye sana yolladı!’ dedim. Doktor, ters ters yüzüme baktı: ‘Öyleyse ateşi geldiği zaman getir de bir daha kanını alalım!..’ dedi. Ayağına düştüm: ‘Üç saatlik dağda otururuz’ dedim, ‘Yangını olunca yattığı yerden başını doğrultamıyor, buraya nasıl gelir?’ Yerinden kalktı, üstümüze yürüdü, tepine tepine bağırdı: ‘Ne laf anlamaz hödük şeylersiniz siz!’ dedi. ‘Kanun var, nizam var, size yol gösteriyoruz, daha da kafa tutuyorsunuz. Defolun şurdan!..’ Ak gömlekli hademeyi çağırdı: ‘At şu miskinleri dışarı!’ dedi. Dışarı çıkınca: ‘Kız Aliye!’ dedim. ‘Yat şu kapının dibine. Domuzun sıtması nerdeyse gelir… Hemen içeri varır, kanını aldırırız.’ Duvarın dibine çöktük, akşamacak bekledik. Daha ortalık kararmadan doktor çıktı. Hademe kapıyı kitlerken: ‘Hemşeri, doktorun evi nerdedir?’ diye sordum, adam, ne yapışkan şeylermiş bunlar, diye bir yüzümüze baktı: ‘Doktorun evi yok, bekardır; gece yatmaya buraya gelir!’ dedi. Daha iyi ya, dedim, biz de bekleriz. Gün kavuşurken Aliye’nin sıtması bastırdı. Yanıyom, Mustafa, yanıyom! diye inledi. Hemen oraya, taşların üstüne yatırdım, başını dizime aldım. Bekledim de bekledim. Gavurun doktoru gelemedi. Kız yandı, tere battı, yeniden yandı, doktor yatmaya gelmedi. Ta gece yarısı iki yanına devrile devrile yolun başından söküldü. Amanın, sarhoş olmuş, kan alırken kızın bir yanını kesmeye ola! diye aklımdan geçti. Şeytan dedi ki, şu sarhoş halinde vur başına odunu, gebersin!.. Ama ne edersin, Aliye’nin dermanı onun elinde. Kapıya gelince, bir türlü anahtar deliğini bulamadı. Seğirttim, kapıyı açtım. Önünde selam durdum: ‘Doktor bey, hastam kapının önünde… Sıtmadan yanıyor… Hadi şunun kanını alıver!’ dedim. Gök gözlerini üstüme dikti, yüzüme doğru bir geğirdi, ondan sonra aman anam bir bağırmaya başladı, mahalleli uyanıp pencerelerden dışarı sarktı. ‘Yine mi siz?.. Gece yarısı bile sizden rahat yok mu? Allahın gündüzünü gözünüz görmüyor mu? İş zamanında sizinle uğraştığımız yetmiyor mu?.. Nankör herifler… Saygısız herifler…’ diye ortalığı ayağa kaldırdı, içeri girip kapıyı yüzüme kapayıverdi. Öte yandan gürültüye gelen bir bekçi de bizi oradan kovdu. Aliye’yi sırtlayıp kasabanın dışına getirdim, zeytinliklerden birinin altına, kırağılı otların üstüne bırakıverdim… Eh, bey, artık bundan sonra o doktorun yanına varmadım dersin ya… Çünkü insan olan bir daha oraya gitmez… Ama ben gittim… Bak, fukara kızcağız gün günden eridi. Ölüp gidiverecek… Bu gittikten sonra ben tarlayı, zeytini n’ideyim? Ahdım olsun, evi kazmayla yıkar, bahçeyi dağıtır, kuyuyu yeniden doldurur, dikmeleri birer birer söker, başımı alıp giderim… Uzatmayalım… Beş on gün bunu evde yatırdım. Kasabadan tanesi on kuruşa beş on tane sulfata aldım, içirdim, hani faydasını da gördü. Ben de bu aralık ekini kaldırdım, bahçeyi belledim, ama sulfatalar tükenince sıtma geri geldi. Bende her gün otuz kırk kuruş verip sulfata alacak hal var mı? Olsa da aradığın zaman bulunmuyor ki… Neyse, bir gün Aliye bana dedi ki: ‘Mustafa, bugünlerde sıtma bana öğlenleri geliyor, sabahtan kasabaya inelim, ateş basınca orda oluruz!’ İşte bu sabah kalktık gittik… Mücadele’nin kapısına varıp oturduk. Akşamacak bekledik… Ama domuzun sıtması gelmedi… O da bize düşman… Zaten dost olsa bizi gelip bulur muydu?.. Doktor şapkasını giyip gidene kadar ateşi gelmedi… Kalktık gerisingeriye dönerken yolda, şu bayırın altında yakaladı. Eve varmamızı bile beklemedi… Sırtıma alıp çıkarayım dedim, buraya kadar getirdim… Kuş gibi çocuk ama, yol çetin, dermanım kalmadı…
Mustafa sustu ve önüne baktı. Ortalık büsbütün kararmış, yıldızlar gökyüzünü doldurmuştu. Fakat ben, yerde yatan kadının çıplak ayaklarının titrediğini fark ediyordum. Zavallı, yabancı bir erkeğe duyurmamak için inlemesini bile zapt etmeye çalışıyor, açık ağzından ıslık gibi sesler çıkararak hızlı hızlı soluyordu.
-Hadi sana yardım edeyim de eve kadar götürelim!- dedim.
-Zahmet etme, bey… ben dinlendim, kendim götürürüm, ne kaldı ki…-
Ona herhangi bir yardımda bulunmak için düşünüyor, bir şey bulamıyordum. Bu kasabada gelir geçer olarak oturduğum için doktoru tanımıyordum. Bir şey yapamamanın verdiği acılıkla yerimden kalktım… Birdenbire aklıma bir çare geldi:
-Bana bak, Mustafa!- dedim. -Sen şimdi bir yerden küçük bir cam parçası bul… İyice temizle… Sonra karına nöbet geldiği zaman bir topluiğneyle şahadetparmağının ucunu azıcık del… Çıkan kanı camın üstüne sür, onu doktora götür…-
Mustafa, inanmayan gözlerle beni süzdü:
-Olur mu ki?-
-Neden olmasın? Sıtmalı kanda herhalde mikrop bulunur, bunu görünce de sana sulfata verirler!-
Mustafa:
-Baş üstüne beyim…- dedi. Fakat ben onun sesinden, bakalım, bir kere de senin dediğini deneyelim, demek istediğini anladım.
Kasabaya üç saatlik yolum vardı. Daha geç kalmak istemiyordum. Onları bulundukları yerde bırakarak bayır aşağı yürüdüm.
İki gün sonra akşamüzeri Mustafa’ya kasabanın çarşısında rastladım. Ağır ağır yürüyor, dalgın gözlerle elindeki bir şeye bakıyordu. Yanına sokuldum:
-Ne oldu Mustafa?- dedim.
Evvela tanıyamadı, uzun uzun süzdü, sonra hatırlar gibi oldu:
-Sen o dağda gördüğümüz beysin, tanıdım!- dedi.
-Ne yaptın?-
-Dediğini yaptım beyim!- diye acı acı güldü. -Doktora camı götürdüm. Sıtması üstündeyken parmağını delip kanını bulaştırdığımı söyledim. Yerinden kalktı, üstüme yürüdü: ‘Ulan kim bilir hangi sıtmalının kanını aldınız da bana yutturmak istiyorsunuz!.. Benden dalavereyle sulfata koparmaya kalkıyorsun, ha! Çabuk arabanı çek, yoksa şimdi seni polise teslim ederim!’ diye bağırdı. Ak gömlekli hademe de beni kolumdan tuttuğu gibi dışarı attı…-
Elindeki camı hızla yere çaldı, kırıklarının üzerine çıplak ayaklarıyla basarak, başka bir tek kelime bile söylemeden ve yüzüme bakmadan yürüdü gitti.
Gözlerim uzun zaman onun sırtına takılıp kaldı. Sonra dönüp yoluma devam ettim. Sıtma Mücadelesi’nin önünden geçerken, sarışın, mavi gözlü, ince bıyıklı ve iri gözlüklü genç doktorun, dispanserin kapısını kilitleyen hademeye sinirli sinirli homurdandığını duydum:
-Sana kaç defadır söylüyorum- diyordu. -Sokma bu herifleri benim yanıma!.. Dışarda kininin pahalı satıldığını duyunca hepsi sıtmalı kesiliyorlar… Ben bilirim bu köylülerin ne yalancı mahluklar olduğunu…-

Sabahattin Ali
1942



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder