Bulunduğum kasabanın hemen arkasındaki ormanlık bir dağa çıktım.
Önce fundalıklar, sonra çamlar arasında, uzun uzun, hedefsiz ve maksatsız
dolaştım. Dağın en yüksek yerinde saatlerce kalıp, güzel işlenmiş, çiçekli bir
bahçe gibi önümde uzanan ovaya; dağın eteğinde, siyah kiremitli damları, beyaz
minareleri, kırmızı tuğladan uzun fabrika bacalarıyla kabartma gibi duran
kasabaya; gümüşi yapraklı kavak ağaçları arasında kaybolan köylere; ve güneşin
altında mor bir sise gömülen karşı dağlara baktım. Bir türlü buradan ayrılmak
istemiyordum. Fakat sabahtan beri gezip dolaştığım yerlerde su bulamamış,
adamakıllı yanmaya başlamıştım. Dudaklarım kuruyup çatlıyor, dilim yapışkan bir
hal alıyordu. Dağın yollarını bilmeden rastgele yürüdüğüm için, belki buz gibi
bir pınarın beş on adım yanından geçiyor, fark etmiyordum. Mümkün olduğu kadar
çabuk ovaya varıp kana kana su içmek arzusuyla, daha kısa olduğunu göz
kararıyla kestirdiğim bir taraftan, acele acele inmeye koyuldum. Fakat ben
hızlandıkça ayağımın altındaki sararmış çam pürleri kayıyor; eğreti duran
toprak parçaları, taşlar, kozalaklar yuvarlanıyor, düşmemek için çabalanırken
susuzluğum büsbütün artıyordu.
Bir aralık yolu da kaybettim; iki yamacın arasındaki bir
boğazda, fundalıklar arasında sıkışıp kaldım.
Yabani zeytinler, ardıçlar, mazılar ve daha birçok dikenli
dikensiz çalılar arasından kendime zorla bir yol açmaya çalıştım. Pek güç
ilerleyebiliyor ve çok yoruluyordum. Elbisem her adımda bir yere takılıyor,
şapkam düşüyor, gerilip gerilip kurtulan bir dal suratıma çarpıyor ve gözlüğümü
alıp gidiyordu. Çalılar boyumu aştıkları için ne tarafa gittiğimi bilmeden
ilerliyordum. Yaprakların arasından baktıkça iki yanımda dimdik iki sırt,
önümde ve arkamda fundalıklar görüyor, bu geceyi burada susuz nasıl geçireceğimi
düşünmeye başlıyordum.
Bir hayli daha çabalayıp bir parça daha ilerleyince üç dört yüz
adım ilerde, kazılmış bir toprak parçasıyla zeytin dikmeleri gördüm. Orada ya
bir insan, yahut hiç değilse, bir yol bulunacaktı. Aşılanıp tımar edilen ve altı
çapalanan bu zeytin fidanları, tabiatın bu dokunulmamış yerlerine bir insan
elinin uzandığını gösteriyordu. Körpe dikmeler susuz yetişmeyeceğine göre,
yakınlarda içecek bir şey de olmalıydı… Vücudum gerildi, bütün gayretimle o
tarafa atıldım. Ayaklarımın altında ve iki yanımda dallar hışırtılar çıkararak
kırılıyor, dikenler eteğimden çekiyor, çalılar yüzümü tırmalıyor, fakat hiçbir
şey beni yolumdan alıkoyamıyordu. Bir saat kadar sonra zeytin fidanlarının
bulunduğu kazılmış yere çıktığım zaman ellerim kanamış, yüzüm sıyrılmış, her
tarafım tere gömülmüştü… Yüzümden çıkan duman, gözlüğümün camlarını
buğulandırdığı için bir şey görmüyor, iri tezekli toprakta tökezleyerek
yürüyordum. Dinlenmeden yoluma devam edemeyeceğimi anladım, rastgele bir yere
oturup gözlerimi kapadım, biraz dinlendikten sonra gözlerimi açınca etrafıma
bakındım. Boğaz burada genişlemiş, açılmıştı. İlerde, ağaçsız bir bayırda, yeni
biçilmiş bir tarla ile, bunun aşağı tarafında, çukurda, mısır ekili küçük bir
bahçe, yanında bir kuyu, biraz ötede kerpiç bir kulübe vardı.
Birdenbire susuzluğumu hatırladım, yerimden fırlayıp koştum.
Kuyunun başına gelince dört yanıma bakınarak birinin görünmesini bekledim.
Kimsecikler yoktu. Kulübeye doğru yürüyerek:
-Hemşerim… Kimse yok mu?- diye bağırdım. Cevap veren olmadı.
Üstüne dallar örtülüp toprak atılmış kerpiç kulübenin kapısı aralıktı. Başımı
uzatıp baktım. Bir köşede dürülmüş küçük bir yatak, ocağın kenarında birkaç
toprak kap vardı.
Etrafta kimseler görünmüyordu. Tekrar kuyunun başına geldim, bir
kova su çektim ve yarısına kadar içtim. Sonra oraları dolaştım. Bahçecikte
mısır fidanlarının arasında tek tük bostan kökleri, birer sırığa sarılmış
birkaç fasulye vardı.
-Herhalde buranın sahipleri yakın bir yere gitmiş olacaklar!-
diye düşündüm. Bahçede ve kulübede uzun zamandan beri bırakılmış bir hal yoktu,
fakat bir taraftan da insanın gözü apaçık bir bozulma ile karşılaşıyordu:
Mısırların altı günlerden beri sulanmamış, yapraklar sararmaya yüz tutmuştu.
Adamakıllı kemale geldiği görülen bostanlar ve fasulyeler toplanmamıştı.
Kulübedeki ocak haftalardır yakılmamışa benziyordu.
Kapının toprak eşiğine oturup biraz dinlenmek istedim. Güneş
epeyden beri arkadaki bayırın arkasına girmiş, karşıdaki sırtların eteklerinden
tepesine doğru yükselmeye başlamıştı. Boğazın benim geldiğim tarafından doğru
çam kokulu bir rüzgar esiyordu. Biraz ilerde, biçilmiş tarlada cırcırböcekleri
ötüyor, çekirgeler sıçrıyordu. Boğazın alt ucunda ancak küçük bir parçası
görünen ova, yandan vuran güneşin ışıkları altında parlıyor, ağaçlar arasında
uzayıp giden yollardan köylerine dönenlerin kaldırdığı toz bulutları dalga
dalga yükselip, ovaya sisli bir sabah manzarası veriyordu.
Bu sırada gözlerim, boğazın alt başından, ova tarafından
bulunduğum yere doğru ağır ağır gelen bir şeye takıldı. Biraz yaklaşınca,
bunun, sırtında ağır bir yük bulunan biri olduğunu fark ettim. Herhalde, bu kuş
uçmaz, kervan geçmez yerin sahibi olacaktı. Yerimden kalkarak o tarafa doğru
yürüdüm. Ne biçim bir insan olduğunu ve benim burada bulunuşumu nasıl karşılayacağını
bilmediğim için, ona yolda rastlamak istemiştim.
Çalılar arasındaki patikada bir müddet gözümden kayboldu. Birkaç
yüz adım yürüdükten sonra yavaşladım. Buralarda karşılaşacağımızı
kestiriyordum. Fakat uzun zaman yürüdüğüm halde kimseye rastlamadım. Ovaya
iyice yaklaşmıştım ki, yolun kenarında bir karaltı gördüm. Akşam iyice
çökmüştü. Bir şey seçemiyordum. Daha yaklaştım, o zaman yerde birinin
yattığını, başka birinin de onun başı ucunda diz çöküp oturmuş olduğunu gördüm.
-Merhaba hemşerim!- diye seslendim.
Genç, fakat karanlık bir ses, mırıldanır gibi cevap verdi:
-Merhaba!-
Yanına sokulduğum zaman, yerde yatanın bir kadın olduğunu
anladım. Yamalı bir pazen şalvardan çıplak ayakları fırlıyordu.
Delikanlıya sordum:
-Hastan mı var?-
-Öyle…-
Bir zaman sustum; sonra ben de yakına çömeldim:
-Şu yukardaki bahçeyle dikmeler senin mi?-
-Benim!-
-Dikmelere iyi bakmışsın maşallah… Bir iki seneye kadar zeytin
verir.-
Dudaklarını büktü:
-Beş altı sene ister daha!-
Yüzünün sesinden daha genç olduğunu görüp şaştım. Hiç de on yedi
on sekizden yukarı göstermiyordu.
Kadını işaret ederek:
-Kardeşin mi?- dedim.
Başını salladı:
-Yok… Ailem!-
Gülmeye çalışarak:
-Pek erken evlenmişsin!- dedim.
-Öyle oldu…-
-Hastalığı ne?-
-Sıtma!-
-Sulfata veriyor musun?-
-Bırak efendi, Allahını seversen, sulfata nerde?-
-Sıtma Mücadelesi’ne gitmedin mi?-
-Ordan geliyoruz!-
-Ne dediler?-
-Bir şeysi yok dediler!-
-Deme canım!-
-Öyle dediler!-
Deminden beri her sözüme kısa kısa cevaplar veren ve sanki her
cevaptan sonra benim hemen kalkıp yoluma gitmemi bekleyen delikanlı birdenbire
içini dökmek isteğini duymuş gibi, yüzüme baktı. Yanı başında, toprağın
üstünde, yan üstü yatıp yaman bir nöbetle tir tir titreyen kadını gösterdi:
-Şunun haline bak, efendi!..- dedi. -Allah’tan korkmadan bir şeysi
yok deyip savdılar!-
Olduğum yerde doğrulup hastaya bir göz attım, ona bir kadın
demek de tuhaftı, hummanın tesiriyle büzülen vücudu minimini görünüyordu.
Alacakaranlıkta terden parlayan yüzü de daha pek çocuktu.
Delikanlıya döndüm:
-Sen meramını anlatamamışsın herhalde, oğlum!- dedim.
-Meram anlamayana nasıl anlatırsın, beyim!- diye yüzüme baktı.
Sonra gözlerini önüne çevirerek devam etti:
-Bak başından anlatayım… Hilafım varsa, yerimden sağ
kalkmayayım… Aliye sıtmayı bizim köyde almış. Ben askerdeydim, gelince
öğrendim…-
Sözünü kestim:
-Kaç yaşındasın?-
-İki sene evvel askerden döndüm!-
-Ne zamandan beri evlisin?-
-Kuram çıkmadan üç ay evvel Aliye bana kaçtıydı. Yaşı küçük diye
kasabada nikah etmediler. Babası da laf dinlemez bir koca yörüktü. Kızını
ovalıya vermek istemedi. Allah razı olsun, bizim köyün imamı duamızı okuyuverdi
de bizi birleştirdi. Gelgelelim ben askerdeyken, bizim peder, kızcağıza
etmediği hakaret komamış… ‘Kocan askerde, ben sana bakamam, git kendi baban
baksın, Kızılbaş dölü!’ demiş; kız ortada kalıvermiş, komşuların yanında
çalışmış, orağa, çifte gitmiş… Şükür Allaha çocuğu yoktu… Ben tezkereyi alıp
gelince babamla zorlu kavga ettim. ‘Malın da, tarlan da senin olsun… Neyin
varsa, kızlarınla eloğlu damatların alsın. Ben gayrı senin ocağını tüttürmem!’
dedim, rahmetli anamdan kalan bir tek tarlayı sattım. ‘Gel kız, Aliye,
kısmetimizi dağda taşta arayalım!’ dedim, aldım karıyı buraya geldim. Tarlanın
parası bizi bir sene idare etti. Burada çalıları söktüm, ikimiz yüklendik,
kasabada sattık; kalan odunlarla kömür yaktık, daha çok para etti. Açılan
yerlere ekin ektik, ekmeğimiz çıktı. Dört el bir olunca ne olmaz ki… Çalıları
kökledik, deli zeytinlere aşı vurduk, kuyu açıp dikmelerimizi suladık. Kerpiç
kesip bir odacık kurduk. Kimseye de muhtaçlık etmedik. O yandan geliyorsun,
görmüşsündür: Bahçe yapıp yeşillik bile ektik. Geçen yıl kasabada devlet nikahı
kıydırdık, bu yıl da iki keçi ile beş on yumurtlar tavuk alacaktık. Ama
Aliye’nin sıtması tepti. Dedim ya, ben askerdeyken bizim köyde almış. Onlar
obalıdır. Dağlık yerde sıtma olmaz, ama bizim köy sulak yer… Bu meret de öyle
yerlerden hoşlanırmış… Tam orak zamanıydı. Yağmur bastırır filan demedim, hemen
alıp kasabaya indirdim. Sıtma Mücadelesi’ne götürdüm. Ne de olsa askerlik
ettik, bu yolları biliriz. Doktor, tüyü bozuk bir oğlandı. Kaytan bıyık
bırakmış, kocaman bir gözlük takmıştı; yüzümüze bile bakmadı, ak gömlekli bir
hademeye: ‘Al şunun kanını!’ dedi, bizi de: ‘İki gün sonra gelin!’ diye savdı.
İki gün sonra Aliye’yi yalnız gönderdim. Ben ekini biçiyordum… Doktor, kıza:
‘Senin kanına baktık, bir şeyin yok!’ demiş. Kız, ‘Aman derim, doktor, bak şu
halime, benzimde kan kalmadı… Ben bu derdi eskiden de çektim, kurban olayım,
azıcık sulfata ver!’ deyince yüzüne bağırıvermiş: ‘Senin hastalığın sıtma değil
dedik ya!’ demiş. ‘Başka derdin varsa git Belediye doktoruna!’ Aliye, Belediye
doktoruna gitmiş, adam kadının yüzüne bir bakınca: ‘Kızım, ne buraya geldin?
Senin sıtman var, Mücadele’ye git!’ diye savmış. Aliye döndü geldi ama,
perişandı. Üç gün yattı. Ardıç ezip suyunu içirdim… Ne bileyim ben… Şaşkınlık
işte… Kar etmedi, büsbütün yüreğini döndürdü. Üçüncü günü biraz canlandı, aldım
yanıma, yeniden kasabaya indirdim. Mücadele doktoru bizi tanıdı, ‘Ne diye
geldiniz sulfatacılar?’ dedi. ‘Aman bey’ dedim, ‘sen bir şey yok dedin ama,
bacın üç gündür başını kaldırmadı, kurban olayım, bir muayene et de derdine
derman ol!’ Doktor başını bile çevirmedi: ‘Biz kan muayenesine bakarız… Kanı
temiz çıktı, üst yanına karışmam.’ dedi. O zaman, Allah bilir ya, bir yalan
attım: ‘Belediye doktoru baktı, dalağını yokladı, ille de sıtması var diye sana
yolladı!’ dedim. Doktor, ters ters yüzüme baktı: ‘Öyleyse ateşi geldiği zaman
getir de bir daha kanını alalım!..’ dedi. Ayağına düştüm: ‘Üç saatlik dağda
otururuz’ dedim, ‘Yangını olunca yattığı yerden başını doğrultamıyor, buraya
nasıl gelir?’ Yerinden kalktı, üstümüze yürüdü, tepine tepine bağırdı: ‘Ne laf
anlamaz hödük şeylersiniz siz!’ dedi. ‘Kanun var, nizam var, size yol
gösteriyoruz, daha da kafa tutuyorsunuz. Defolun şurdan!..’ Ak gömlekli
hademeyi çağırdı: ‘At şu miskinleri dışarı!’ dedi. Dışarı çıkınca: ‘Kız Aliye!’
dedim. ‘Yat şu kapının dibine. Domuzun sıtması nerdeyse gelir… Hemen içeri
varır, kanını aldırırız.’ Duvarın dibine çöktük, akşamacak bekledik. Daha
ortalık kararmadan doktor çıktı. Hademe kapıyı kitlerken: ‘Hemşeri, doktorun
evi nerdedir?’ diye sordum, adam, ne yapışkan şeylermiş bunlar, diye bir
yüzümüze baktı: ‘Doktorun evi yok, bekardır; gece yatmaya buraya gelir!’ dedi. Daha
iyi ya, dedim, biz de bekleriz. Gün kavuşurken Aliye’nin sıtması bastırdı.
Yanıyom, Mustafa, yanıyom! diye inledi. Hemen oraya, taşların üstüne yatırdım,
başını dizime aldım. Bekledim de bekledim. Gavurun doktoru gelemedi. Kız yandı,
tere battı, yeniden yandı, doktor yatmaya gelmedi. Ta gece yarısı iki yanına
devrile devrile yolun başından söküldü. Amanın, sarhoş olmuş, kan alırken kızın
bir yanını kesmeye ola! diye aklımdan geçti. Şeytan dedi ki, şu sarhoş halinde
vur başına odunu, gebersin!.. Ama ne edersin, Aliye’nin dermanı onun elinde.
Kapıya gelince, bir türlü anahtar deliğini bulamadı. Seğirttim, kapıyı açtım.
Önünde selam durdum: ‘Doktor bey, hastam kapının önünde… Sıtmadan yanıyor… Hadi
şunun kanını alıver!’ dedim. Gök gözlerini üstüme dikti, yüzüme doğru bir
geğirdi, ondan sonra aman anam bir bağırmaya başladı, mahalleli uyanıp
pencerelerden dışarı sarktı. ‘Yine mi siz?.. Gece yarısı bile sizden rahat yok
mu? Allahın gündüzünü gözünüz görmüyor mu? İş zamanında sizinle uğraştığımız
yetmiyor mu?.. Nankör herifler… Saygısız herifler…’ diye ortalığı ayağa
kaldırdı, içeri girip kapıyı yüzüme kapayıverdi. Öte yandan gürültüye gelen bir
bekçi de bizi oradan kovdu. Aliye’yi sırtlayıp kasabanın dışına getirdim,
zeytinliklerden birinin altına, kırağılı otların üstüne bırakıverdim… Eh, bey,
artık bundan sonra o doktorun yanına varmadım dersin ya… Çünkü insan olan bir
daha oraya gitmez… Ama ben gittim… Bak, fukara kızcağız gün günden eridi. Ölüp
gidiverecek… Bu gittikten sonra ben tarlayı, zeytini n’ideyim? Ahdım olsun, evi
kazmayla yıkar, bahçeyi dağıtır, kuyuyu yeniden doldurur, dikmeleri birer birer
söker, başımı alıp giderim… Uzatmayalım… Beş on gün bunu evde yatırdım.
Kasabadan tanesi on kuruşa beş on tane sulfata aldım, içirdim, hani faydasını
da gördü. Ben de bu aralık ekini kaldırdım, bahçeyi belledim, ama sulfatalar
tükenince sıtma geri geldi. Bende her gün otuz kırk kuruş verip sulfata alacak
hal var mı? Olsa da aradığın zaman bulunmuyor ki… Neyse, bir gün Aliye bana
dedi ki: ‘Mustafa, bugünlerde sıtma bana öğlenleri geliyor, sabahtan kasabaya
inelim, ateş basınca orda oluruz!’ İşte bu sabah kalktık gittik… Mücadele’nin
kapısına varıp oturduk. Akşamacak bekledik… Ama domuzun sıtması gelmedi… O da
bize düşman… Zaten dost olsa bizi gelip bulur muydu?.. Doktor şapkasını giyip
gidene kadar ateşi gelmedi… Kalktık gerisingeriye dönerken yolda, şu bayırın
altında yakaladı. Eve varmamızı bile beklemedi… Sırtıma alıp çıkarayım dedim,
buraya kadar getirdim… Kuş gibi çocuk ama, yol çetin, dermanım kalmadı…
Mustafa sustu ve önüne baktı. Ortalık büsbütün kararmış,
yıldızlar gökyüzünü doldurmuştu. Fakat ben, yerde yatan kadının çıplak
ayaklarının titrediğini fark ediyordum. Zavallı, yabancı bir erkeğe duyurmamak
için inlemesini bile zapt etmeye çalışıyor, açık ağzından ıslık gibi sesler
çıkararak hızlı hızlı soluyordu.
-Hadi sana yardım edeyim de eve kadar götürelim!- dedim.
-Zahmet etme, bey… ben dinlendim, kendim götürürüm, ne kaldı
ki…-
Ona herhangi bir yardımda bulunmak için düşünüyor, bir şey
bulamıyordum. Bu kasabada gelir geçer olarak oturduğum için doktoru
tanımıyordum. Bir şey yapamamanın verdiği acılıkla yerimden kalktım… Birdenbire
aklıma bir çare geldi:
-Bana bak, Mustafa!- dedim. -Sen şimdi bir yerden küçük bir cam
parçası bul… İyice temizle… Sonra karına nöbet geldiği zaman bir topluiğneyle
şahadetparmağının ucunu azıcık del… Çıkan kanı camın üstüne sür, onu doktora
götür…-
Mustafa, inanmayan gözlerle beni süzdü:
-Olur mu ki?-
-Neden olmasın? Sıtmalı kanda herhalde mikrop bulunur, bunu
görünce de sana sulfata verirler!-
Mustafa:
-Baş üstüne beyim…- dedi. Fakat ben onun sesinden, bakalım, bir
kere de senin dediğini deneyelim, demek istediğini anladım.
Kasabaya üç saatlik yolum vardı. Daha geç kalmak istemiyordum.
Onları bulundukları yerde bırakarak bayır aşağı yürüdüm.
İki gün sonra akşamüzeri Mustafa’ya kasabanın çarşısında
rastladım. Ağır ağır yürüyor, dalgın gözlerle elindeki bir şeye bakıyordu.
Yanına sokuldum:
-Ne oldu Mustafa?- dedim.
Evvela tanıyamadı, uzun uzun süzdü, sonra hatırlar gibi oldu:
-Sen o dağda gördüğümüz beysin, tanıdım!- dedi.
-Ne yaptın?-
-Dediğini yaptım beyim!- diye acı acı güldü. -Doktora camı
götürdüm. Sıtması üstündeyken parmağını delip kanını bulaştırdığımı söyledim.
Yerinden kalktı, üstüme yürüdü: ‘Ulan kim bilir hangi sıtmalının kanını aldınız
da bana yutturmak istiyorsunuz!.. Benden dalavereyle sulfata koparmaya
kalkıyorsun, ha! Çabuk arabanı çek, yoksa şimdi seni polise teslim ederim!’
diye bağırdı. Ak gömlekli hademe de beni kolumdan tuttuğu gibi dışarı attı…-
Elindeki camı hızla yere çaldı, kırıklarının üzerine çıplak
ayaklarıyla basarak, başka bir tek kelime bile söylemeden ve yüzüme bakmadan
yürüdü gitti.
Gözlerim uzun zaman onun sırtına takılıp kaldı. Sonra dönüp
yoluma devam ettim. Sıtma Mücadelesi’nin önünden geçerken, sarışın, mavi gözlü,
ince bıyıklı ve iri gözlüklü genç doktorun, dispanserin kapısını kilitleyen
hademeye sinirli sinirli homurdandığını duydum:
-Sana kaç defadır söylüyorum- diyordu. -Sokma bu herifleri benim
yanıma!.. Dışarda kininin pahalı satıldığını duyunca hepsi sıtmalı
kesiliyorlar… Ben bilirim bu köylülerin ne yalancı mahluklar olduğunu…-
Sabahattin Ali
1942
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder