maupassant'ın "bitti" adlı bir öyküsü var. öykünün kahramanı olan adam (lormerin), 25 sene sonra eski sevgilisiyle buluşur. kadın adamı on sekiz yaşındaki kızıyla tanıştırır. kız annesinin tıpkı gençliğidir ve adam kıza vurulur. ama olay aslında bu da değil. şu:
" erken kalkıp caddede yürüdü. ama o kızın görüntüsü ardından geliyor, hiç aklından çıkmıyor, yüreğini çarptırıyor,kanını ateşliyordu. o iki kadından uzakta, yalnızca geri gelmiş olan, geçmişteki genç kadını anımsıyor ve onu eski günlerdeki kadar çok seviyordu. yirmi beş yıllık bir kesintiden sonra çok daha büyük bir aşkla seviyordu onu."
ama sonunda aynaya, yüzündeki kırışıklığa bakar ve yazarın açıkça yazmadığı bazı tasarılarını hüzünle gömer.
" ve kendi görüntüsünün, acıklı imgesinin karşısına oturup mırıldandı: "bitti lormerin, bitti!"
roman ya da film olabilecek bir öykü. sıkıştırılmış. ama çok güzel.
30 Haziran 2014 Pazartesi
29 Haziran 2014 Pazar
aslında biliyorum çok iyi bir insan olduğumu / ve bu yüzden var olmadığımı / kendi köşemde güzellikten ölüyorum/ kendi köşemde güzelliğimden ölüyorum /kendi köşemde müthiş olmaktan
dans edemeyen filler için black flamenko
en insansız gece olmalı bu
kanım kendine benzemiyor bu sıra
hep başa alındıkça şarkı
kan küçülüyor
kan, pıhtı
artık canım cılız
ondan çekiliyor güzel melez
iyi bir boşluk olmalı bu
şimdi küspe yığını gibi iyi anlıyorum kendimi
çünkü o yığın ezdiremez artık kendi çiçeklerini
şimdi küspe yığını gibi hiç özlemiyorum kendimi
o yığına çöken bir fil
bir daha özlemeyecektir ayaklarını
çok konuşmuş bir namlu fazlasıyla dinlenecektir burda.
ondan çekiliyor güzel melez
iyi bir boşluk olmalı bu
şimdi küspe yığını gibi iyi anlıyorum kendimi
çünkü o yığın ezdiremez artık kendi çiçeklerini
şimdi küspe yığını gibi hiç özlemiyorum kendimi
o yığına çöken bir fil
bir daha özlemeyecektir ayaklarını
çok konuşmuş bir namlu fazlasıyla dinlenecektir burda.
biraz orda o fili dansa kaldırmadın
dansı o zaman bildiğimi anladım
o fili çok fazla dansa kaldırmadın
işte ben bazen hangi eşyayım böyle
nereye konulursam huzurlu olurum, bilmiyorum
dansı o zaman bildiğimi anladım
o fili çok fazla dansa kaldırmadın
işte ben bazen hangi eşyayım böyle
nereye konulursam huzurlu olurum, bilmiyorum
aslında biliyorum çok iyi bir insan olduğumu
ve bu yüzden var olmadığımı
kendi köşemde güzellikten ölüyorum
kendi köşemde güzelliğimden ölüyorum
kendi köşemde müthiş olmaktan
müthiş üzgün
müthiş minör
müthiş kolera
dürüstlüğün anatomisi
burada bir ders olarak okutulmayacak nasıl olsa
ve bu yüzden var olmadığımı
kendi köşemde güzellikten ölüyorum
kendi köşemde güzelliğimden ölüyorum
kendi köşemde müthiş olmaktan
müthiş üzgün
müthiş minör
müthiş kolera
dürüstlüğün anatomisi
burada bir ders olarak okutulmayacak nasıl olsa
çok dinlenmiş bir namlu fazlasıyla konuşacak burda
baran çaçan
28 Haziran 2014 Cumartesi
kimsenin beni sevmeyi denememesi üzerine
doğru insanları kaçırdık osman
bir yanlışın düşerken peşine, kayıp giderken
zaman avuçlarımızın arasından;
unuttuk bir başka ihtimali.
unuttuk, içimizde kaynayan
bütün bir dünyayı sevebilecek potansiyeli
hatırsız bir kahvenin ikramında
görüp tepsi tutan ellerini
aşık olduğum pelin’i hatırla;
ki nasıl unutasın; o senin karın.
sonra bir cümle kurup, sonsuza kadar susan
bileklerini kesen kadın.
otobüste, arkamdan yükselen sesini duymuş
ve aşık olmuştum oracıkta.
değerini düşürecek hiçbir şey yoktu
tarifinin bu kadar kolay oluşunda
sen benim en yakın arkadaşımsın
birbirimizden başka kimimiz var osman
aynaya bakıp yüzümle barışmak istedim,
çirkinlikten ölemiyor insan.
dikilirken fark ettim, bir sokak köşesinde
herkesler, her şeyler değişiyor kardeşim
bir kadın, olanca memesiyle geçerken önümüzden
kimse dönüp bakmadı; elbette ki ben hariç
bir şey mi kaçırdım osman, ne oluyor lütfen anlat
ben de vazgeçeyim göğüslerden; toplu bir karar aldıysak.
saç çekmekten fazlasını bilmez bir çocuktum hem ben
sekiz yaşında pastanede, muhallebi yerken aşk.
dünya küçük tamam, da hangi ara kanıtlandı
neden kimse şaşırmıyor artık tesadüflere
her türlü hadise; doğum, ölüm, yaşam
nasıl bakılır bunlara, öyle basit bir gözle.
ben, anlatacak bir masalı olan adam
bir pelin’e aşıktım; elleri hiç artmayan.
en kötüsü de ne biliyor musun osman
sen de yoksun; keşke olsan.
rıdvan gecü
25 Haziran 2014 Çarşamba
sekte
bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. hasta ziyareti. ziyaretin ardından sanırım ondan bir şeyler kaptım ve ben de hasta oldum. derken bir arkadaşım beni ziyarete geldi. bir hafta sonra ben iyileşmiş ancak bu sefer o hasta olmuştu. ilk hasta arkadaşımla o arkadaşımı ziyarete gittik, korkunç bir döngüye girmiştik. ilk arkadaşım yeniden hastalandı. böylelikle üç ay filan okula gitmedik. raporlarla sınavlara girsek de dersleri derste dinlemediğimizden sınıfta kaldık. bir sonraki sene üçümüzü aynı sınıfa aldılar. artık hiçbirimiz hasta değildik ancak bu sefer de bizimle ilgilenecek öğretmen hasta olmuştu ve üç ay kadar gelmedi. eğitim hayatımız resmen sekteye uğradığından kumara bulaştık, kötü şeylere yöneldik. ben küfüre filan başladım. kartların aynı yüzünde aynı futbolcu denk getiren kazanıyordu. yüzümüz kir pas içindeydi. ailelerimiz bizi reddetti, üç ay kadar yurtdışına kaçtık. bir şileple. dilini bilmediğimiz adamlar bizi yunanistan yakınlarında denize döktü. neyse ki madem yenildik bir kere daha yenilelim dedik ve yüzerek meksika’ya sığındık. daha doğrusu iltica talebinde bulunduk. meksika hükümeti bu konularda hassas. süreç epey kısa sürdü, bir gün. sonucunda yabancı dil bilmediğimiz için kabul edilmeden yurda teslim edildik. büyük bir tırın kasasında. kasada bizden başka aşırı kurutulmuş deniz ürünleri bulunuyordu ve sıkış tıkıştık. aklımıza kurutulmuş deniz ürünlerini yiyerek daha geniş bir kasaya çıkma fikri geldi. yaptık da. karınlarımız kocaman olmuştu lakin bu hemen hemen aynı oranda yer kaplamamız anlamına da geliyordu. yaklaşık iki ay kadar tırın içinde o kıta senin bu kıta benim dolaştık. ürünleri yediğimiz için bir türlü peşimizi bırakmıyorlar, denk geldiğimiz iyi şoförler ise bizi güneşe çıkarıyorlardı. allah onlardan razı olsun. ben ömrümde gökyüzünün bu kadar mavi olduğunu ilk o zaman fark ettim. baya şaşırdım, arkadaşlarıma durumu aktardım. onlar da hak verdi ve intihar konusunda sözleştik. plana göre kafalarımızı tırın kasasına vurmak suretiyle kendimizi katledecektik. ilk denememizde şoför kafa seslerimizi duydu, tırı durdurdu ve kasanın kapılarını açıp bizi eşşek sudan gelinceye kadar dövdü. yorgunluktan intihar edecek enerjimiz bile kalmamıştı. tek istediğimiz okulumuza geri dönüp okul içi ve okul dışı davranışlarımızla çevremize örnek olmaktı. ancak hayatta bazı şeyler insanın istediği gibi gitmiyor. o öğretmenin hasta olması filan.
özgür göreçki
sevgili cahit zarifoğlu
Kızgın veya sıkıntılı olduğunda bile yüzünde hiç kötücül ifade olmazdı. Bu cümleyi yazışımın onu sevenlere (sevmeyeni var mıydı?) şirin görünme gayesi taşımadığını yine onu sevenler bilir. Art niyet taşımadığından emin olarak konuşabileceğiniz ender insanlardan biriydi. Sanatçı kişiliği de bu bakımdan şaşırtıcı sayılmalıdır. Çevresinde hiçbir zaman çoğu sanatçıda gördüğümüz kaprisli, geçimsiz veya kibri çağrıştıran istiklâl havasını estirmemiştir. Buna mukabil mustakil ve sanatçı konumunu her zaman hissettirerek yaşadı.
Üniversite eğitimimiz sırasında hem ayrı şehirlerde, hem de ayrı kamplarda bulunduğumuzdan birlikteliğimiz hiç olmadı. Şiirin bir saygınlık ortamı varsa, yalnız orada beraberdik o dönem. Daha sonra kamplarımız ve oturduğumuz şehirler müşterekti. Ankara’da bizim evdeki ilk karşılaşmamızda bana üzerinde Kıbrıs haritası, içinde iki Kıbrıs parası bulunan bir bozuk para çantası armağan etmişti. İstanbul’da bir süre birbirine yakın evlerde oturduk. Nedense bu ayrıntılar şimdi daha bir belirginlik kazanıyor. Bazı kavrayış alanlarında daha derinleşmeye adeta beni icbar ediyor.
Yaşarken “Yaşamak” adlı bir cilt tutanak yayınladı. Bunu bizim kuşağımızdan tek yapan o galiba. Sanki bunu yalnız onun yapması gerekliymiş, sanki buna yalnızca layıkmış gibi bir duygu taşıyoruz şimdi. Cahit Zarifoğlu 1960 sonrası arayışlarının mihverinde duruyor hâlâ. Daha ilk kitabı İşaret Çocukları’nda şiirdeki çok yönlü arayışları kendi gücü oranında bir mecraya sokmayı bilmişti. Bununla kendinden sonra yazmaya başlayan birçok şairi etkiledi. Zarifoğlu’nun hayat içindeki arayışları da özgün ve etkileyicidir. Yalnız kendinden daha genç olanların değil, yer aldığı kampta yaşı ondan büyük seçkinlerin de dikkatini çeken bir kişiliği, bir tür “tahtı” vardı. Sezai Karakoç’un ve Fethi Gemuhluoğlu’nun Cahit Zarifoğlu’ndan sözederken her zaman özenli bir ifade kullandıklarını hatırlıyorum.
Siyasi olayların akış hızının Türkiye’de “insan” meselesini ne ölçüde yalama hale düşürdüğü Cahit Zarifoğlu hatırlanınca daha kolay anlaşılıyor. Çünkü Cahit hem şiirini, hem yazdığı çocuk hikâyelerini ve hem de ilişkilerini hâlâ zararını gördüğümüz duygu ve değer erozyonuna muhalif olarak büyütmüş ve geliştirmişti. Anılırken onun her insanda tohumu bulunan özveriye, toksözlülüğe, varoluş sevincine nasıl merhametle kol kanat gerdiğinin unutulmayacağını biliyorum. Onu gülerken de, ağlarken de gördüm. Ne çok şair, ne çok insandı!
ismet özel
Üniversite eğitimimiz sırasında hem ayrı şehirlerde, hem de ayrı kamplarda bulunduğumuzdan birlikteliğimiz hiç olmadı. Şiirin bir saygınlık ortamı varsa, yalnız orada beraberdik o dönem. Daha sonra kamplarımız ve oturduğumuz şehirler müşterekti. Ankara’da bizim evdeki ilk karşılaşmamızda bana üzerinde Kıbrıs haritası, içinde iki Kıbrıs parası bulunan bir bozuk para çantası armağan etmişti. İstanbul’da bir süre birbirine yakın evlerde oturduk. Nedense bu ayrıntılar şimdi daha bir belirginlik kazanıyor. Bazı kavrayış alanlarında daha derinleşmeye adeta beni icbar ediyor.
Yaşarken “Yaşamak” adlı bir cilt tutanak yayınladı. Bunu bizim kuşağımızdan tek yapan o galiba. Sanki bunu yalnız onun yapması gerekliymiş, sanki buna yalnızca layıkmış gibi bir duygu taşıyoruz şimdi. Cahit Zarifoğlu 1960 sonrası arayışlarının mihverinde duruyor hâlâ. Daha ilk kitabı İşaret Çocukları’nda şiirdeki çok yönlü arayışları kendi gücü oranında bir mecraya sokmayı bilmişti. Bununla kendinden sonra yazmaya başlayan birçok şairi etkiledi. Zarifoğlu’nun hayat içindeki arayışları da özgün ve etkileyicidir. Yalnız kendinden daha genç olanların değil, yer aldığı kampta yaşı ondan büyük seçkinlerin de dikkatini çeken bir kişiliği, bir tür “tahtı” vardı. Sezai Karakoç’un ve Fethi Gemuhluoğlu’nun Cahit Zarifoğlu’ndan sözederken her zaman özenli bir ifade kullandıklarını hatırlıyorum.
Siyasi olayların akış hızının Türkiye’de “insan” meselesini ne ölçüde yalama hale düşürdüğü Cahit Zarifoğlu hatırlanınca daha kolay anlaşılıyor. Çünkü Cahit hem şiirini, hem yazdığı çocuk hikâyelerini ve hem de ilişkilerini hâlâ zararını gördüğümüz duygu ve değer erozyonuna muhalif olarak büyütmüş ve geliştirmişti. Anılırken onun her insanda tohumu bulunan özveriye, toksözlülüğe, varoluş sevincine nasıl merhametle kol kanat gerdiğinin unutulmayacağını biliyorum. Onu gülerken de, ağlarken de gördüm. Ne çok şair, ne çok insandı!
ismet özel
bir şeyleri unutmaya...
Dostum Özgür Göreçki bir mafya tarafından tehdit edildiğini ve eğer istediği parayı gönderirsem benimle evlenebileceğini söylediğinde şok olmuştum. Anadolu'nun bir kısmını kapsayan bir gezi içerisindeydim ve bir şeyleri unutmaya çalışıyordum. Teklifini kabul ederek para göndermeyi kabul ettim.
Çok iyi iki arkadaş olduğumuz ve aynı ortaokuldan mezun olduğumuz için birbirimizden borç istediğimizde, ne kadar istediğimizi söylemeyiz. Borç istenen, isteyenin ne kadar paraya ihtiyacı olabileceğini tahmin ederek parayı gönderir ve o para tam tamına istenilen paradır. Bir defasında, eğitimim için gerekli olan harcı yatırmak adına Özgür'den "bana para yollasana" diyerek borç istemiştim. Sevgili dostum tam 732,50 tl göndererek öngörü şampiyonu olmuştu.
Ancak bu sefer her şey ters gidiyordu. Bilmediğim bazı dillerin de konuşulduğu bir şehirdeydim ve ATM bulamıyordum. ATM'ler bana hep hüzün vermiştir. Bazı ATM'lere para yatırılamıyordu. Para yatırılanı bulduğumda bu sefer de gereken hesap numarlarına bakmak için telefonuma yöneliyor ve dehşet içerisinde şarjımın bittiğini görüyordum. Günler geceleri kovalıyordu ve ben her gün ızdırap içerisinde, acaba mafya Özgür'e tecavüz etti mi diye düşünüyordum. Mafya bazen beni arayıp Özgür'ün sesini dinletiyordu. Ağlamaklıydı. Ben bir şeyi unutmaya çalışıyordum.
İnsanın 21. yüzyıl ile ilgili bazı beklentileri var. Hızlı para göndermek ve bir şeyi unutmak gibi. Yani diyorum ki internetten fatura falan ödeyebildiğimiz bir çağda para göndermek basit bir şey olmalı.
Tüm yollar tükendiğinde, Özgür'ün aklına farklı bir fikir gelmişti. Sanal bir parayı, bir bankadan, farklı MARKA BİR BANKAYA göndermek DÜNYANIN EN ZOR İŞİ olduğu için EFT ile ilgili bazı kısıtlamalar söz konusuydu. Bu kısıtlamaları Özgür'ün içine düştüğü kumar batağı sitelerinden biri yoluyla halletmeye çalıştık. Ben Özgür'ün oradaki hesabına parayı yatıracaktım. Özgür oradaki hesabından parayı çekip mafyaya verecek ve kolları kırılıp dilendirilmekten kurtulacaktı.
Yapamadık. Olmadı. Bir miktar Türk lirasını bir yerden bir yere göndermeyi başaramadık. Kumarbatağı.com kurallarını değiştirmişti ve ATM'den yapılan para YATIRMALARINI "çekilemeyen hesap" diye bir yere aktarıyordu. Çok mutsuz olmuştuk. Mafya, Özgür'e kötü şeyler yapacaktı. Ben unutmaya çalıştığım şeyi hatırladım üzüntüden. Otel odasının minibarından alkol almaya çalıştım. Meğer İslami bir oteldeymişim ve minibarda hiç günah yoktu. Kıbleyi gösteren bir tabela vardı. O yöne doğru ağlayarak Özgür'le yaşadığım iyi ve kötü günleri andım.
Özgür'den haber alamayalı 8 gün oldu. Ben o bir şeyi unutamadım. Yoldan döndüm ve yolda aldığım yöresel çeşitli gıdaları yiyorum. Yolda yaşadığım ve ilk başta HD olarak hatırladığım şeyler bulanıklaşıyor. Hangi şehre hangi sırayla gittiğimi bile hatırlamıyorum. Özgür'ün ölmüş, unutmaya çalıştığım şeyin başka biriyle mutlu olmuş olma ihtimali böbreğime kadar inen bir acı yaratıyor.
Allah'a her şeyin düzelmesi için yalvardım. Allah bu saatte açık mıdır bilmiyorum ama ağlayarak yalvardım.
hasan rua demiroğlu
görünüm
Eskiden de sevgiler düşlerdim ben şimdi de
Oysa aşk değil artık bir tutam gül ve leylak
Ağır kokularıyla ormanı kaplayarak
Yangınlar var dönüşsüz yolların bitiminde
Eskiden de sevgiler düşlerdim ben şimdi de
Oysa aşk değil artık kulede ateş yakan
O yitik fırtına, bozguncu, ışık tutan
Kuytu ayrılıkların avlusunu, şimşekle
Taşların sıcaklığı vurur bileklerime
Bildik hiçbir sözlükte bulunmayan kelime
Denizlerde köpüktür, gökte buluttur dedim
Yaşlanınca sertleşir her şey, ışıklar dolar
İpler düğümsüzleşir, adsızlaşır bulvarlar
Ben de onlarla birlik, yavaşça taş kesildim
Robert Desnos
ARABESK KALPLER
Sokağın soluna dizili ahşap evlerin birinde yaşardı. beyaz badanalı tek evdi. adam boyu yükseklikteki penceresinde yılların gölgelerini saymazsak boya kutusundan bozma bir fesleğen saksısı dururdu. sokak sayfalara kadar uzardı ve bitmezdi. odasını görsem ölürdüm.
odasını gördüm ve öldüm.
odasını gördüm ve öldüm.
23 Haziran 2014 Pazartesi
SALI
geçenlerde günlerin bir ismi olması üzerine düşünür gibi yaptım. ürperdim. günlerin adı falan yok. ayların da yılların da. mevsimlerin olabilir ama günlere isim vermek saçma. bugün pazar. öyle mi? salı desek nolur, cuma desek ne olur. gün diye bir şey de olmayabilir. olmayan bir şeye isim vermek tuhaf. çok soyut çok yok.
21 Haziran 2014 Cumartesi
itiraf
şiirden, heykellerden, aşktan söz ediyoruz
ve dünyaya ayak uyduramamış biri olarak kendimizden.
"hiç kimseye benzemiyoruz, hep dışarda kalıyoruz
işte kocaman burnumuz: mutsuzluğumuz" diyorum,
coşkuyla alkışlıyor dostlarım beni
nasıl da çok seviyoruz sözcükleri!
anlatacak şeyimiz kalmadığında, sonunda sustuğumuzda,
saklanmaya çalışırken ışığa yakalanan
iğrenç bir hayvanın gözlerine benziyor
gözlerimiz, gözleriniz, gözleri...
barış bıçakçı
ve dünyaya ayak uyduramamış biri olarak kendimizden.
"hiç kimseye benzemiyoruz, hep dışarda kalıyoruz
işte kocaman burnumuz: mutsuzluğumuz" diyorum,
coşkuyla alkışlıyor dostlarım beni
nasıl da çok seviyoruz sözcükleri!
anlatacak şeyimiz kalmadığında, sonunda sustuğumuzda,
saklanmaya çalışırken ışığa yakalanan
iğrenç bir hayvanın gözlerine benziyor
gözlerimiz, gözleriniz, gözleri...
barış bıçakçı
19 Haziran 2014 Perşembe
KLİNİK OLAYLAR
Sabri geldi az önce. Apartman kapısının
ziline bastığı için evin kapısını açık bırakıp masama oturdum. Arkamı
döndüğümde evin kapısı görünüyor. Sabri ayakkabısını çıkarırken gülmeye
başladı. Üzerimde sadece şort var, sakallıyım ve saçlarımı üç numaraya
vurdurduğum için halime gülüyor olabilir. Tebessüm ettim. Gazete siparişi
vermiştim ve gazeteyi yatağa fırlatıp her zamanki manyak coşkusu ve hızıyla
konuşmaya başladı.
“ Oğlum arkadaşlığımız bambaşka valla bak
kardeşimsin olum ne bu halin bu evde ne yapıyosun manyak mısın çık lan dışarı
arada olum Kur’an okuyom geceleri ve ağlıyom oğlum “Siz bilmezsiniz Allah bilir”
olum sizin gibi entellerin tek yaptığı elinde sigarayla kahve içip – o sırada
kahveden son yudumu almaktaydım – onun da dibini bırakıp – baktım, gerçekten de
dibinde küçük bir yudum bırakmışım!- böyle müzikler – Moby’in Everloving’i
çalıyordu – dinlemek oğlum gidin hayata karışın lan biraz – sandalyeyi balkon
kapısının yanına çekip oturdu- oğlum bi sigara yakcam yayınlandı mı şiirin ver
at dergiyi ayağa kalkma – dergiyi attım yatağa, aldı- olum demiştim güzel
olduğunu de mi – başımla onayladım, ilk dizeyi okudu “ evli olduğunu
düşünüyorum” olum üniversitede şiir yazıyodum İsmet Emre’ye götürdüm hiçbir şey
demedi ama yüzünü öyle bir buruşturdu ki artık yazmamam gerektiğini anladım
olum ne bu evdeki kasvet hadi çıkalım bir yerlerde oturalım ee ne yaptınız oğlum sen var ya ne var lan bi kız gelse evi
toparlasa bulaşığını yıkasa – bulaşıkları yıkadım- iyi bok yedin ütünü yapsa
bana kapıyı açıp hoş geldiniz Sabri bey buyurun çay mı kahve mi dese ne olur
lan oğlum hiç bi şey bilmiyosunuz olum “Edebiyat Dersleri” ni ver okuycam olum
müthiş şeyler var “ şüphesiz ki Allah hesabı hemen görendir” oğlum ağladım
okurken – dergiyi gülerek yatağa fırlattı, ben de bi kahkaha attım- gastenin
parasını ver lan olum kızlar ne kadar açılmış lan memeler falan meydanda oğlum
babanı aramıyomuşsun haberini aldım çok uzak ve silik bir akrabandan haber
aldım babanı ara kuzen nerde lan napıyo kuzen anneni babanı ihmal etme oğlum
akıllı olun lan yeter oğlum ben yapcak bi şey bulamasam kafayı yerim senin
vakit geçirdiğin şeylerle ben vakit geçiremem olum ne lan bu perdeler hayat
kadınlarının evlerindeki perdeler gibi diğeri Sezai Karakoç perdesi ama ne bu
evde dergah dergilerinin 1999- 2001 bütün sayıları var üst üste ama olum ben
alıyodum Sivas’taki bütün dergileri olum
tuhaf şeyler var oğlum git lan memlekete ne yapcan burada oğlum gidiyom ben.”
Dedi ve “Edebiyat Dersleri”ni aldı, elini
kaldırıp salonun ortasından geçerek kapıya yöneldi “ oğlum kalkma” dedi, kapıyı
açtı çıktı gitti.
Onun durmaksızın anlatışı ve benim hiçbir
şey demeden dinleyişim… Camdan gidişini seyrettim. “ oğlum çok yalnızım lan”
dedim. Elini kaldırıp gülerek “ ananı babanı ara, benim çok selamımı söyle
onlara” dedi ve uzaklaştı.
Yazarını
ziyarete gelmiş bir hayal kahramanı gibiydi. En çok da, Dostoyevski’nin,
intihara oldukça yakın yaşayan hastalıklı tiplerini andırıyordu.
Gülümsedim.
6.7.2009
17 Haziran 2014 Salı
kuleler kenti
Yüz kulesi var Prag'ın Bütün azizlerin parmaklarından Yalan yeminlerin parmaklarından Ateşin ve dolunun parmaklarından Bir çalgıcının parmaklarından Sırtüstü yatan kadınların sarhoş eden parmaklarından Gecenin hesap tahtasında Yıldızlara dokunan parmaklardan Akşamın fışkırdığı parmaklardan Sıkıca kenetlenmiş parmaklardan Tırnaksız parmaklardan Bebeklerin parmaklarından çimenlerin Keskin ağızlı parmaklarından Mayısta bir mezarın parmaklarından Dilenci kadınların ve bütün işçi sınıfının parmaklarından Gökgürültüsünün ve şimşeğin parmaklarından Güz çiğdemlerinin parmaklarından Kale'nin ve arp çalan yaşlı kadınların parmaklarından Altın parmaklardan Karatavuğun ve fırtınanın ıslık çalan parmaklarından Limanların ve dans derslerinin parmaklarından Bir mumyanın parmaklarından Herculaneum'un son günlerinin ve batan Atlantis'in parmaklarından Kuşkonmazın parmaklarından Yüz dört derece sıcak parmaklardan Donmuş ormanların parmaklarından Eldivensiz parmaklardan Bir arının konduğu parmaklardan Karaçamların parmaklarından Gecenin orkestrasında bir flütü aldatan parmaklardan Hilebazların ve iğnedenliklerin parmaklarından Romatizmanın çarpıttığı parmaklardan Çileklerin parmaklarından Yeldeğirmenlerinin ve açan bir leylağın parmaklarından Dağ pınarlarının parmaklarından bambu parmaklardan Yoncaların ve eski manastırların parmaklarından Terzi tebeşiri parmaklardan Guguk kuşunun ve yılbaşı ağacının parmaklarından Medyumların parmaklarından Tembih eden parmaklardan Uçan bir kuşun fırçaladığı parmaklardan Kilise çanlarının ve eski güvercinliğin parmaklarından Engizisyon'un parmaklarından Rüzgârı anlatmak için ıslatılmış parmaklardan Mezar kazıcıların parmaklarından Hırsızların parmaklarından Geleceği söyleyen Okarina çalan ellerdeki yüzüklerin parmaklarından Baca temizleyicilerin ve St.Loretto'nun parmaklarından Rododendroların ve tavuskuşunun başındaki su fıskiyesinin parmaklarından Günahkâr kadınların parmaklarından Olgunlaşan arpanın güneş yanığı parmaklarından Petrin Gözetleme Kulesi'nin parmaklarından Mercan sabahların parmaklarından Yukarıyı gösteren parmaklardan Akşam karanlığının eldiveni üstündeki Tyn Kilisesi'nin ve yağmurun kesik parmaklarından Saygısızlık edilen Kutsal Ekmeğin parmaklarından Esinin parmaklarından Uzun eklemsiz parmaklardan Bu şiiri yazdığım parmaklardan
Vitezslav Nezval
dünya işleri
"dünya işlerini iyi biliyoruz süleyman
çocuklarla sonsuza doğru at sürmeyi
omuzlarımızı önce ağırlaştırıp sonra bırakmayı
hep geçmişe kaçmak arzusunu kamçılamak ne iyi
kederlerinden kederlerimize başlayan zamanlarda
kapalıçarşı'dan kürkçü hanı'na doğru akan
altınlarla kadınları dolduran nehirden
bozuk sesler geliyor neden
gök çamlıca'ya inecekse bu da dünya işleri"
adem yazıcı
15 Haziran 2014 Pazar
13 Haziran 2014 Cuma
merhamet
Hayat size bir söz verdiyse onu tutmaz; meğer ki , size arzuladığınız şeyin aslında ne denli değersiz olduğunu göstermek istemesin. İşte böyle aldatır bizi umut da istenç de ve eğer ki bize kendinden bir şey verdiyse, biline ki onu bize, bizden de bir şeyler alacağını bildiği için vermiştir. Uzaklığın o sihri, ne zaman yanına yaklaştığını sansak bize, bizi yanıltıp kaybolan o cennetleri gösterir. Bu durumda da talihi hep gelecekte ya da geçmişte görürüz ve yaşadığımız an, bize hep rüzgarın güneşi örtmek için sürdüğü gri bir bulut izlenimi verir. Bu bulutun önü ve ardı aydınlıktır; tek karanlık olansa kendisidir ve bu bulut her zaman için yetersizdir. Bu bulutun geçmişi geri gelmeyecektir ve geleceğiyse belirsizdir.
Merhamet, Schopenhauer
Merhamet, Schopenhauer
12 Haziran 2014 Perşembe
9 Haziran 2014 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)