28 Şubat 2011 Pazartesi

“kale! seni insanların yüreğinde kuracağım!”



  “ Yürüyüş önemli yalnız. Çünkü süren odur, erişilmiş erek bir anlam taşırmışcasına, doruktan doruğa yürüyen yolcunun yanılmasından başka bir şey olmayan erek değil. Var olan benimsenmedikçe ilerleme olamayacağı gibi. Ve durmamacasına kendisinden yola çıktığın. Ve ben dinlenişe inanmam.

     “Kişi bir uyuşmazlık karşısında kalmışsa, uyuşmazlığın iki öğesinden birini körü körüne benimseyerek geçici ve değersiz bir barış bulmaya çalışmalı. Dağ servisinin yelden kaçınmakla kazançlı çıkacağını nereden çıkarıyorsun? Yel kendisini parçalar, ama temellendirir de. İyi ile kötünün eşitliğini bozabilecek kişi çok bilgedir. Anlam uzlaşmazlıklarının unutulmasının getirdiği bayağı barışı kazanmak değil, kendi kendimiz olmakken, sen tutmuş, yaşama bir anlam arıyorsun. Bir şey karşına dikiliyorsa, seni yaralıyorsa, bırak gelişsin, kök salıyor, deri değiştiriyorsun demektir. Senden seni doğurtan parçalanışa ne mutlu! Çünkü hiçbir gerçek apaçıklıkta kanıtlanmaz, apaçıklıkta hiçbir gerçeğe ulaşılmaz. Ve sana sunulan gerçekler, rahat düzenlemeden başka bir şey değil, uyku ilaçlarına benzer bunlar.”

   Çünkü unutacağım diye alıklaşanları, rahat yaşayacağım diye basitleşip yüreklerin isteklerinden birini susturanları küçümserim. Bil ki, çözümü bulunmayan her çelişki, düzeltilmesi olanaksız her uyuşmazlık, kendisini sindirebilmen için büyümek zorunda bırakır seni. Ve köklerinin budaklarından çehresiz toprağı, çakmak taşlarını ve gübresini alır ve Tanrının şanı için bir dağ servisi kurarsın. Yirmi kuşak boyunca insanlara değe değe aşınmışlığından doğmuş tapınak sütunu sana ulaşır. Büyümek istiyorsan, sen de uyuşmazlıkların karşısında aşındır kendini: ilkin Tanrı’ya götürür onlar. Dünyada yol budur. Acıyı benimsediğin zaman, acının seni büyütmesi bundan ileri gelir.
  
   Ama kum yellerinde yoğrulmamış, güçsüz ağaçlar vardır. Kendi kendilerini yenemeyen, güçsüz insanlar vardır. Büyük yanlarını öldürdükten sonra, bayağı bir mutluluğu mutluluk diye benimserler. Bir handa kalırlar ömürlüğüne. Kendi kendilerini düşürmüşlerdir. Böyleleri şöyle olmuş, böyle olmuş, yaşamış, yaşamamış, umursamam bile. Yoksul azıklarıyla bayağı bir ömür sürmeyi mutluluk diye adlandırırlar. Kendi içlerinde de, kendi dışlarında da düşman istemezler. Anlatılmaz gereksinim, arayış ve susuzluk olan Tanrı’nın sesini duymak istemezler. Ormanın derinliklerindeki ağaçlar gibi aramazlar güneşi, yükselişlerinde kovalarlar onu, parlak ve göz kamaştırıcı sütunlar gibi biçimlenir, topraktan fışkırıp tanrılarını izlemelerinin etkisiyle birer güç olurlar. Tanrı’ya hiçbir zaman erişilmez, ona doğru gidilir yalnızca ve insan uzamda bir dal topluluğu gibi gelişir.

   Bu nedenle, çoğunluğun yargılarını hor görmelisin. Çünkü bunlar seni kendi kendine getirir ve büyümeni önler. Gerçeğin karşıtına yanlış derler, uzlaşmazlıklarını basit bulurlar, yükselişinin tohumlarını yanlışın meyvaları saydıklarından benimsenmez şeyler diye yadsırlar onları. Erzakları içine kapanmış ve asalak, kendi kendinin yağmacısı ve tamamlanmış bir insan olasın isterler. Ama o zaman hangi gereksinim Tanrı’yı aramaya, ilahini yaratmaya, karşılık olmuş dağ görünümünü ayaklarının altında bulmak ya da benliğinin hiçbir zaman temelli olarak kazanılmayan ışığın kovalanışından başka bir şey olmayan güneşini kurtarmak için daha da yukarıya tırmanmaya yöneltir seni?
 
  Bırak konuşsunlar. Her şeyden önce mutlu olmanı isteyen basit bir yürekten gelir öğütleri. En sonunda erzaklarından yararlanmaya başladığın zaman, ölümün verdiği huzuru fazlasıyla erken vermek isterler sana. Ama bu erzaklar yaşam için hazırlanmış erzaklar değildir, arının sonrasızlığın kışı için hazırladığı baldır.

   Şimdi kalkar da bana “ Bu adamı uyandırayım mı, yoksa bırakayım da uyuyup mutlu mu olsun?” diye sorarsan, mutluluk hiç bir şey bilmediğini söylerim sana. Bir kuzey şafağı doğuyorsa dostunu uykuda mı bırakacaksın? Uykusundan çek al onu, tut, dışarı at, at ki oluşsun.”

Saint Exupery, KALE, Kaknüs yay.

26 Şubat 2011 Cumartesi

gelmiş bulundum

Ben mişim -neymiş- su sesiymiş
Oymuş -cam kırıkları gibi gövdemi yakan-
Yanağında sardunya kokusuyla yazdan
Kimmiş o gelen ya giden kimmiş
Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş
Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan.

Güneş mi batarmış bir özel ismi bitirir gibi

Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan
Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan
Kim koparmış dalından bu yabani incirleri
Ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri
Ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan.

Yıldızlar, büyülü ülke adımı unutturan

Bir kaya, bir ot, bir akarsu
Hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu
Ki bütün ölüleri sığa çıkaran
Ve kenti bir ölüm derinliğine salan
Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.

Şiirler yazdım, kitaplar okudum

Elimde bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.

edip cansever

"ve bilhassa yaşadıklarımızın en iyisinde/ yapayalnızdık"


JE ME RENDS OÙ

Hepimiz öleceğiz
Auch Deutschland
Bu iyi bir haber mi
Hiç birimiz işin aslını öğrenemeyeceğiz
İyi bir haber
Bari buna dense yerinde mi
Bir başımıza dünyaya geldik
İstinası yok bunun
İkizli üçüzlü doğumun
Yok vukuunda değişen
Kim demiş iyileşiveriyor haber
İkizlerin aramıza geliş farkının
Saniyesiyle öğrenilmişliğinden

Ne yaşadıysak bir başımıza yaşadık
En iyisinden en kötüsüne
Ve bilhassa yaşadıklarımızın en iyisinde
Yapayalnızdık
Bir iyi habere yalnızlık sırasında mı ulaştık

Bir başımıza dünyadan çekip
Ne kadar iyi işler işlediysek
İyi işlerimizin hiç birini
Dünyada bırakmayıp
İyi işlerimizin hepsini
Dünyadan çekip
Gideceğiz
Bu iyi bir haber mi

Henüz dünyadayken hatırlayabilir
Kayıt düşebilir kayıp düşebiliriz
Hatırlamak rayihasıyla ayrıntılarıyla
İşimize gelir mi
Daha dünmüş gibi hatırlayabiliriz
Rendez-vous
Tümüydü tamamıydı dünyada
Görüp göreceğimizin
Öncesi ve sonrasıyla
Rendez-vous bir birkaç birçok zalimle
Yazının yabanın zalimiyle
Bu iyi bir haber mi.



İSMET ÖZEL   EKİM 2007                    

24 Şubat 2011 Perşembe

HAZİN





   Kelimeyi aylar evvel bir yazısında Murat Belge kullanmıştı. Ve o kadar yerinde kullanmıştı ki hala “taşı gediğine koymak” deyiminin bendeki karşılıklarından biridir. 22.09. 2009 tarihli ve “Sokaklarda İnsanlar” başlıklı yazısıydı ve bayram izlenimlerini paylaşıyordu. Sokaklarda hava atma çabası içinde gezinen başıboş delikanlıları anlatırken şu cümleleri kurmuştu:

  “Bütün “büyük görünme” çabalarına rağmen, çocuksulukları, üstelik “ana kuzusu” olarak çocuksulukları çok belli. Seyretmesi hazin bir “kötü” olma çabası. “Ben ulan, ben var ya...” Bu, kendi ürettikleri değil, ama “rol modeli” olarak onlara sunulan bir şey.”

   Kelime dediğin buz gibidir başta. Sözlüklerdeki karşılığı hayatla sınanmadıktan sonra geçmez o soğukluk. Anlamını kuru bir bilgi olmaktan çıkaran kelimenin hayata çıktıktan sonraki halidir. “Hazin”, acı veren, dokunaklı, hüzünlü anlamına geliyor. Ama “hazin” kelimesindeki derin kıyıcılık eş anlamlı diğer kelimelerde yok. Belki de eş anlamlı kelime kavramının kendisi kusurlu. Eş anlamlı diye bildiğimiz kelimeler muadillerinden farklı anlamların taşıyıcıları. Ne sadece “acı veren”, ne de “dokunaklı” ve “hüzünlü” kelimeleri “hazin” kelimesinin ağırlığında değil. Bu kelimede aynı zamanda “merhamet” de saklı.

   Bir yığın uykunun ve uykusuzluğun kıskacında içini doldurmaya çabaladığımız her şeyin ellerimizin doldurulamaz boşluğunu gittikçe büyütmesi diyeyim ben.
 

18 Şubat 2011 Cuma

"şakakları dövülmüş bir demir gibi"



   


   “ Ne güvercin umurumda artık
      Ne kışkırtır beni şahin
      Türkülerim geçimsiz
      Ve zorba beylerimle geldim
      Şakakları dövülmüş bir demir gibi
      Ağır ağır kızararak açılıyorken gün
      İndim zeytin ağaçlarına kayısı bahçelerinden
-         Getirdiğim bir armağan yok
      Ve istirahat verdim mangama ebediyen
      Elimde karanlık uykularımdan kırpılan bir bilet
      04.30- 6.30 hayaletler dünyasından
     Geçtim taretleri pançoları ve aşklarıyla sürgün
     O meçhul taburları terk ederek
     Yıldızlardan biçili hantal
     Bana keten kumaşlardan işlerdi zehir
     İşte geldim karnımın bir acıya bitiştiği yerden
     Karnımın aşağısından başlıyor şehir”

                                                  MONARŞİ/ HAKAN ŞARKDEMİR