14 Temmuz 2019 Pazar

kemal tahir


Mart 1940
Sevgili Yengeciğim,

Mektubunu dört gözle-kelimeleri tıpatıp kendi anlamlarıyla kullanıyorum-bekliyorduk. Cumartesi günü öğle üzeri yetişti. Nazım’ın somurtkan yüzüne güneş durdu. İştah ile yemek yedi. Ve yemekten evvel başladığı cevabı-şiddetle-şiddetini karyolamı sarsmasından anlıyorum yazmaya devam etti. Sana neler yazdığını bilmiyorum. Sevincine hasretine dair iyi şeyler yazar olmalı. Bana sorarsan gene bize bir kucak müjde gönderdin. Gelip buraya yerleşecekmişsin. Bak aferin. Böyle iyi niyetlere sözüm yok. Burası “şirin vilayet merkezlerimiz”den biridir. Havası, suyu, pahalılığı, gecesi ve gündüzü ile adeta şehir. Tarlası, radyosu, bisiklet binen çocukları, minaresi ve hatta saat kulesi var. Saat kulesi dedim de aklıma geldi. Dün gece meydandaki radyo hopörlörü sayesinde Betofen2i (Beethoven) de dinliyorduk. Arada saat kulesi, saat başı vurdu. Benim doktor (Hikmet Kıvılcımlı) -sağ olsun-”Bakın, dinleyin dedi. Kafir Betofen işe nihayet kilise çanlarını da karıştırdı. Ne de olsa Hıristiyan medeniyeti, burjuvazi.” Daha fazla beyan-ı fikre Nazım meydan vermedi: “O saat kulesiydi hikmetlim,” diye işin keyfini kaçırdı. Bu senin kocan hakikaten ciddi adam. Alaydan hiç anlamıyor.


Biz trende tahmin ettiğin kadar rahatsız olmadık. Jandarmalar iyi çocuklardı. Güle eğlene geldik. Ama Nazım biraz mahzundu. Ankara’da asfalt caddelerden ellerimiz kelepçeli geçmemizi jandarma kumandanı bey istemedi. Gönlü razı olmamış. Bizi yarı yarı yoldan geri döndürerek arka sokağa saptırdı. On adım sonra tekrar döndüğümüz yere çıktık. Tekrar asfalttan yürüyerek Ankara milletine seyran olduk. Fakat istasyonda müddei-i umumi imdadımıza yetişti: “Onlar mahpus ve mahkum değildirler. Ellerini çözün!” diye gara telefon etti. Kelepçe meselesinde ne kadar titiz olduğuma dikkat ettiğin için bunu kısaca yazıyorum.

…Daha sana neler hikaye edeceğim. Duvarlarımızı nasıl süslediğimizi yazmaya kalksam ne bu kağıt, ne bu kalem el verir. Ciltlerle yazı yazmak iktiza eder. Duvarlar o halde biz daha imlaya gelir durumda değiliz. Sakallar aldı yürüdü. Birer parmağı geçti. Benim yüzüme bir heybet gelmiş yengeciğim, bir heybet gelmiş gören korkar. Korkulamayacak gibi değil hani. Saç kırçıl, kaş simsiyah, bıyık kumral, sakal kırmızı. Ben buhey’atımla suratına palet yapışmış acemi ressam çırağına dönmüşüm. Alimallah seyrime doyulmuyor. Gören. “aman bre hay… Kırk bir kere maşallah… Analar ne arslanlar doğurmuş… Rabbim nelere muktedir değil,” diye hapşırıyor, parmağını ısırıp küçük dilini yutuyor. Bilmem gayri dost var düşman var. Doktora sorarsan beni gören gebe kadının maazallah çocuğu bilem düşermiş. Hep haset, kıskançlık. Haktan boyalı suratımı çekemiyorlar.

Hürmet ve selam sevgili yengeciğim

Kemal Tahir
Piraye'ye
Çankırı Cezaevi



















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder