28 Şubat 2019 Perşembe

tükenen'e



kurşun eritip fesleğen dökmeye eski uzak bir yaz akşamı
bir yaşlı baba çıkar gelir bir uykudaki akış tükenir

camiler ve motorlar birbirine karışır bir mayıs ortası
lahanalar ve arnavutlar ve sudaki sevinçli akış tükenir

çok görmeye başlar kendi coşkunluğunu bir doru beygir
artık herkesin birbirine kullandığı yumuşak bakış tükenir

bir adam haklı söyler bir adam kayıplara karışır sabahları
bir duruma hazırlanan incirsiz anlamsız bir yokuş tükenir

sağlam dur ayakların ne güzel ey kimsesiz dönen askerden
işlemler tükenir hazır ol tükenir rahat ve alkış tükenir

alış iskemlelere otobüs duraklarına su sırasına tarlalarda
tarlalarda otobüs duraklarında koca dünyada itiş kakış tükenir

ben yavru bir ayıydım, halılarda yürürdüm, öğrendim ölmemeyi
öğrendim ki limanlarda savaşlarda gemilerde değiş tokuş tükenir

ey bana kendimi vermeyen dünya ey sağlam dokunulmazlığım
bilirsin bilirim çamurlu sıcaksız haince bir kış tükenir


turgut uyar

20 Şubat 2019 Çarşamba

şiir hakkında bazı mülahazalar


 Kâriin[1] bu kitapta okuyacağı "Bir Günün Sonunda Arzu" isimli manzume ilk intişar[2] ettiği zaman, mânâsı bazılarınca lüzumundan fazla muğlâk telakki[3] edilmiş ve o münasebetle şiirde "mânâ" ve "vuzûh[4]" hakkında hayli şeyler söylenmiş ve yazılmıştı. Bu dakikada bunların hiçbirini hatırlamıyoruz. Nasıl hatırlayabilelim ki söylenen ve yazılanların bir kısmı şetm[5] ve tahkîr[6] ve bir kısmı da yevmî[7] gazete hezliyyâtı[8] nev'inden şeylerdi. Düşünüş ayrılığından dolayı hakaret, öteden beri bizde kullanılan aşınmış bir silâhtır ki, şerefsiz bir mirâs halinde, aynı cinsten kalem sahipleri arasında batından[9] batına intikal[10] eder. Onun için hiçbir edebî nesil, bu tarz münakaşaları tanımamış olmakla iftihar edemez. Hele ilim ve edeb sahalarında nekre[11] ve maskara, gâh âlim, gâh münekkid, gâh sanatkâr kılığında merkebini serbestçe koşturabildiğinden beri, fikir alışverişinde artık insanî âdâba riayet edildiğini görmeği ümit etmek çocukça bir safvet[12] olur.
  Ne tekerleme, ne de tahkîr bir münakaşaya zemin olamayacağı için, biz bu satırlarda evvelce okuduklarımızı ve işittiklerimizi hatırlamağa lüzum görmeyerek şiirde "mânâ" ve "vuzûh"un ne kıymette şeyler olduğu hakkında kendi telâkki ve kanaatimizi söylemekle iktifa[13] edeceğiz.
  Her şeyden evvel şunu itiraf edelim ki, şiirde mânâdan ne kastedildiğini bilmiyoruz. "Fikir" dedikleri bayağı mütalaalar[14] yığını mı, hikâye mi, mazmun[15] mu; ve "vuzûh" bunların âdi idrake göre anlaşılması mı demektir? Şiir için bunları elzem addedenler, şiiri, tarih, felsefe, nutuk ve belâgat gibi bir sürü söz sanatlarıyla karıştıranlar ve onu asıl çehre ve alâiminde[16] seçip tanımayanlardır. Şiirin bu mâhiyette telâkki oluşunu, resim, mûsiki ve heykeltıraşî gibi sanatların kendilerine has ve münhasır[17] fırça, boya, nota ve kalem gibi istimali[18] güç bir hünere mütevakkıf[19] vasıtalara mâlik bulunmalarına mukâbil, şiirin bu gibi hususi vesâitten mahrum ve ifadesini konuşulan lisandan istiâreye[20] mecbur olmasındandır. Bundan dolayıdır ki, parmaklarının tutmasını bilmediği fırçaya ve gözlerinin okumasını bilmediği notaya karşı mütehâşşi[21] ve hürmetkâr olan nâehiller kendi kullandıkları kelimelerden vücuda gelmiş gibi göründükleri şiiri alelâde "lisan" mâhiyetinde telâkki ile sırf bu zâviye-i rüyetten[22] bakarak başkaca hazırlıklı olmağa hiç lüzum görmeksizin, onu küstahâne bir lâübâlilikle muhakeme etmek hakkını kendilerinde bulurlar.
  Halbuki şair ne bir hakikat habercisi, ne bir belâgatli insan, ne de bir vâzı-ı kanundur. Şairin lisanı "nesir" gibi anlaşılmak için değil fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, mûsikî ile söz arasında, sözden ziyade mûsikîye yakın mutavassıt[23] bir lisandır. "Nesir"de üslubun teşekkülü için zaruri olan anâsırın hiçbiri şiir için mevzubahis olamaz. Şiir ile nesir, bu itibarla yekdiğeriyle nisbet ve alâkası olmayan ayrı nizamlara tâbi', ayrı sahalarda ayrı ebâd ve eşkâl üzere yükselen ayrı iki mimâridir. "Nesr"in mevlidi[24] akıl ve mantık, "şiir"in ise idrâk mıntıkaları haricinde, esrar ve mechulâtın geceleri içine gömülmüş yalnız münevver[25] sularının ışıkları gâh ve bigâh afâk-ı mahsusata[26] akis iden kudsi ve isimsiz menbadır.
  Şiirin evzâ[27] ve harekâtını taklide özenen sahteliğine ancak nesrin sarâhat[28] ve insicamını[29] istiare eden gölgesiz bir şiirin hazin çıplaklığı erişebilir. Denilebilir ki şiir nesre kabil ve tahvil[30] olmayan nazımdır.
  Birkaç ay evvel "halis şiir" hakkında meşhur bir münekkidle münakaşası bütün medeni fikir dünyasını alâkadar eden "Rahip Bremon"un dediği gibi muhakeme, mantık, belagat, insicam, tahlil, teşbih, istiare ve bütün bunlara müşabih[31] evsaf şafk aydınlığı gibi her dokunduğu gül pembeliğini veren şiirin seherkâr tesiriyle tebdil-i mahiyet edip istihâle[32] etmedikçe anâsırın meyanına dahil olmadıkları "cümle" alelâde "nesir"den başka bir şey değildir. Hatta manzumede elektrik cereyanı nev'inden olan şiir seyyâlesi[33] bir an inkıtaa'[34] uğradı mı, bütün bu anâsır derhal fıtri çirkinliklerine sükût ederler. Şiir bir hikâye değil, şiir bir şarkıdır.
  "Mânâ" araştırmak için şiiri deşmek terennümü[35] yaz gecelerinin yıldızlarını ra'şe[36] içinde bırakan hakir kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. Et zerresi susturulan o sihrengiz sesi telafiye kâfi midir?
  Şiirde her şeyden evvel ehemmiyeti haiz olan kelimenin mânâsı değil, cümledeki telaffuz kıymetidir. Şairin hizmeti her kelimenin cümledeki mevkiini diğer kelimelerle olacak temas ve tesadümden[37] ve esrarengiz izdivaclardan mütehassıl[38] tatlı, mahrem havai veya haşin sese göre tayin ve müteferrik[39] kelime ahenklerini mısraın umumi revişine[40] tâbi kılarak mütemevvic[41] ve seyyâli muzlim[42] veya muzi[43], ağır veya seri' hislere kelimelerin mânâsı fevkinde mısraın musiki temevvücâtından nâmahdud ve müesser bir ifade bulmaktır.
  Kelime tahvilâtı ve ahenk endişeleri arasında "mânâ" küsûfa[44] uğrarsa "ruh" onu ahengin lezzetiyle telafi eder. Esasen "mânâ" ahengin telkinatından başka nedir? Şiirde mevzu şair için terennüm ve tahayyüle bir vesiledir. Tıpkı bir defne ormanının ortasına bırakılan bal dolu bir fağfur[45] kavanoz gibi, mânâ şairin yaprakları içinde gizlenerek her göze görünmez ve yalnız hayâlât ve kelime kafilelerini, vızıltılı arılar gibi hâricen etrafında uçuşturur. Fağfur kavanozu görmeyen kari, muhayyir-ül-ukul[46] arıların kanat musikisini işitmekle zevk alır. Zira kırmızı çiçekli siyah defne ormanının bütün sırrı bu gümüş kanatların sesindedir.
  Bu tarifin haricinde hiçbir şiir yoktur. Böyle olmadığı iddia edebilecek bir şiir varsa o şiir değildir ve ona "şiir" diyenler ancak yabancılardır.
  Şiirin bir müşterek lisan olmasını isteyenlerin vahi[47] hayaline tahakkuk imkânı yemini etmekle beraber şimdiye kadar hiçbir büyük şairin mahdud bir insan tabakası haricinde anlaşılmış olduğu iddia edilemeyeceği kanaatindeyiz. Hamid'in binlerce hayranı içinde onu okumuş olanlar yüzde on bile değil iken, anlayanlar bu yüzde onun binde biri nisbetinde bile değildir. Şöhret anlayan kuvvetli iki üç ruhtan taşan heyecan seyyâlelerinin zaif ruhları arkasında sürükleyip almasıyla vücud bulur. Başka türlü şöhret, asil ve mağrur bir ruh için mucib-i hicabdır[48].
  Bilamübalağa[49] denilebilir ki, herkesin anlayabileceği şiir, münhasıran dün şairlerin işidir. Büyük şairlerin medhalleri[50], tunç kanatlı müstahkem şehir kapıları gibi sımsıkı kapalıdır. Her an o kanatları itemez ve o kapılar bazen asırlarca insanlara kapalı durur. Son senelerde bir müverrihimizin[51] kolları, (Nedim)i belahete[52] karşı saklayan kalenin kapı kanatları araladıktan sonra der ki, cüceler o şiirin bahçelerine girebildiler. Fakat bu girenlerden birçoğunun anlayışı çini duvar üzerinde kirli el izleri gibi, ancak Nedim'i telvis[53] etmiştir. Her şiirin ruh seviyesine göre muhtelif derecelerde manaları olduğuna bundan daha kâfi bir delil aramaya lüzum var mı?
  Şairin manalı olmaktan evvel daha nice endişeleri vardır ki, onlara nisbetle mana ve mevzu şiirin ancak ehl olmayana göre kurulmuş çarkı cephe ve cidarını[54] teşkil eder. Herhangi cinsten bir eser-i sanat karşısında (Nedir? Ne demektir? Böyle şey olur mu? Benziyor. Benzemiyor.) tarzında sualler sıralayan ve ona göre fikir mütalaa beyan eden şahıs sanatkârın kendisinden hiçbir şey öğrenemeyeceği ve temasından dikkatle hazer[55] edeceği, âlem-i ruha musallat iğrenç bir tufeylîdir. Asâr-ı sanatta hamâkatına[56] feda bulamayan ve arzın her tarifinde en fazla münteşir[57] olan bu tıfli[58], her devirde ve her memlekette sanatkârın candan düşmanı olmuştur. Hayatta sanatkâr onun yüzünden kâh süfli bir dalkavuk ve kâh masum bir kurban olur. Bu dağınık sanat tıflilerinin yanında, sanat mefhumunu taklit eden birde bir sanat memuru vardır ki, edebiyatta en müzevveci[59] "edebiyat hocası"dır. Vehle-i ûlâda[60] unvan ve sıfatı emniyetbahş olan bu adamın hakikatte "edebiyat dersi" kadar vâhi olduğunun düşünülmesi şayan-ı hayrettir. Edebiyat hocası hava satan ve mehtap ışığı imal eden efsanevi tacirler gibi güzellik his ve idrakini bir tali mektep pür-garâmına[61] tebaen şakirtlerine öğreten şimdiki hatalı terbiye usulünün halk ve icat ettiği beyhude bir mürebbidir. Ne şair şiiri ne sanatkâr sanatı tefsîr ve izah edemez. Onun için hiçbir memlekette edebiyat muallimi -nadir istisnalarla- ne bir şair ne bir nasir, ne de başka bir suretle sanata mensup olan bir insandır. Ekseriyetle kıraat imla ve sarf hocalığından istihale eden bu zat nazarında şiir, sualli cevaplı bir kıraat malzemesinden fazla bir kıymeti olmadığından nesre kabil-i tahvîl ve sarf u nahv[62] tatbikatına müsait olmayan her şiir genç zekâlar için bir tehlike ve bir sû-i misaldir. Anlaşılmak şartıyla edebiyat hocası için üstad ile mübtedinin[63] eseri mefâhir[64]-i lisan idâdına dahil, aynı ayarda güzel yazılardır. Bir siyah gözün bakışı ve bir taze ağzın gülüşü gibi izah edilmeksizin kendiliğinden anlaşılan şiiri duymak için en ibtidâi asabî techîzâttan mahrum olan hoca, şiiri imla, sarf ve nahv meselesi halinde anlatamadığı gün kürsüde söyleyeceği artık bir tek söz kalmamıştır.
  Mamafih bir dakika için şiirde "vuzûh"un lüzumu kabul edilse bile, evvela vuzûhun ne olduğunu anlamak lazım gelir. Hangi türlü zekânın anlayışı vuzuha mikyas[65] addedilmeli? Birisine göre açık olan bir şiirin diğer birisine de öyle görünmesi hiç lazım gelmez. Zekâlar vardır ki kâinatın ortasına atılmış sönük aynalardır. Bunların anlamadığı yalnız şu veya bu şiir değildir, sıkı mechûlat ormanları bunların zekâlarını ve ruhlarını her taraftan çevirir. Geceler içinde yanan bir ateş gibi, tepede durana belli olan mânânın, uçurumdakine nâmer'i[66] olması kadar zaruri ne olabilir? Şair, umumi lisandan müfriz[67] kelimeleri yeni mânâlarla zenginleşmiş, her harfi yeni ahenklerle tannân[68], reviş ve şahsi bir lehçe vücûda getirdiği andan itibaren eserinin vuzûhu karie göre tahavvül etmeye başlar. Zira vuzûh, esere ait olduğu kadar karinin de zekâ ve ruhuna taalluk[69] eden bir meseledir. Her yerde olduğu gibi bizde de yevmî gazetenin tembel alıştırdığı kari, şiirde kolay bir zevk bulamaz. Halbuki şiir, anlaşılmak için ruh ve zekâ istidadından başka çetin bir hazırlanma ve hatta ziya, hava ve zaman şartları gibi birtakım harici avâmilinde[70] yardımını ister. Şiirler var ki sular gibi akşamla renklenir ve ağaçlar gibi mehtapla gölgelenir, güneşin ziyasında ise bu aynı şiirler, teneffüs edilmez bir buhar olur. Uzaktan gelen bir çoban kavalını veya bir bahçıvan şarkısını dinleyerek ağlamak istediğimiz yaz gecelerindeki ruhumuz öğlelerin hararetinde taşıdığımız o ağır ve baygın ruhun eşi midir? En güzel şiirler mânâlarını kâriin ruhundan alan şiirlerdir.
  Şiirde bazı aksâmın şüphe ve müphemiyette kalması bir hata ve kusur teşkil etmek şöyle dursun, bilakis, şiirin bediîyeti nokta-i nazarından elzemdir. Üslûpta köreltici bir sarâhât İngiliz bediiyatçısı Ruskin'in dediği gibi, muhayyileye yapacak hiçbir şey bırakmaz, o zaman sanatkâr en kıymetli müttefiki olan kariin ruhundan gelecek yardımı kaybetmiş olur. Eser-i sanatın en büyük hedefi muhayyileyi kendine râm[71] etmektir. Buna muvaffak olamayan eserin diğer bir bütün meziyet ve faziletleri onu bir eser-i sanat olmaktan kurtaramaz.
  Mevzu gece içinde güller gibi, cümlenin ahenkli karanlığında ve muattar[72] heyecanı için bir nîm-şekl olarak, ancak sezilir bir halde bırakılırsa muhayyile onun eksik kalan aksâmını ikmâl eder ve onu hakikatten bin kerre daha müheyyic[73] bir vücut verir. Harabelerin, uzaktan gelen seslerin, nâ-tamam resimlerin, kaba yontulmuş heykellerin güzelliği hep bundandır. Hiçbir çehre hayalde göründüğü kadar hakikatte güzel değildir. İlk defa kapılardan gece girdiğimiz şehirlerin gündüz manzarası hayal için en azından sukut olduğunu kim tecrübe etmemiştir? Muhayyile, yarasa kuşu gibi, ancak şirin nîm karanlığında pervâz edebilir.
  Hâsılı şiir, resullerin sözü gibi, muhtelif teşrifata müsait bir vüs'at[74] ve şümulü hâiz olmalı. Bir şirin mânâsı diğer bir mânâ olmaya müsait oldukça her okuyan ona kendi hayatının da mânâsını izâfe[75] eder ve bu suretle şiir, şairle insanlar arasında müşterek bir teessür lisanı olmak pâyesini ihraz[76] edebilir. En zengin, en derin ve en müessir şiir herkesin istediği tarzda anlayacağı ve binaenaleyh nâmütenâhî[77] hassasiyetleri isti'âb[78] edecek bir vüs'ati olandır. Mahdud ve münferit bir mânânın çemberi içinde sıkışıp kalan şiir, hududu, beşeri teessürâtinin mahşerini çeviren o mübhem ve seyyâl şiirin yanında nedir?

Ahmet HAŞİM/ Piyale, 1926

 [1] Okuyucu
 [2] Yayınlanma, dağılma.
 [3] Alma, kabul etme.
 [4] Açık ve belli olma, anlaşılır olma.
 [5] Sövme, sövüp sayma. 
 [6] Hakaret etme, hor görme, küçük görme.
 [7] Günlük, gündelik.
 [8] Şaka ve mizahla ilgili şiir ve sözler.
 [9] Kuşak. 
 [10] Bir yerden başka bir yere geçme, göçüş.
 [11] Tuhaf sözler, garip ve gülünç hikâyeler.
 [12] Saflık, halislik, temizlik.
 [13] Yetinmek.
 [14] Okuma, tetkik, düşünce.
 [15] Nükteli sanatlı, ince söz.
 [16] Nişanlar, belgeler.
 [17] Sınırlı.
 [18] Kullanma.
 [19] İlgili, bilen.
 [20] Dokundurma. 
 [21] Korkan, saygı ile karışık korkup çekinen.
 [22] Bakış açısı.
 [23] Aracılık eden, aracı.
 [24] Doğma, doğuş.
 [25] Nurlu, nurlanmış.
 [26] Gözle görülür şeyler.
 [27] Haller, duruşlar, vaziyetler.
 [28] Açıklık, ibarede açıklık.
 [29] Denge.
 [30] Değiştirme, değişme.
 [31] Benzeyen, benzer. 
[32] Bir halden başka bir hale geçiş. 
[33] Akışı, akan.
[34] Kesilme, tükenme, bitme. 
[35] Yavaş ve güzel bir sesle şarkı söyleme.
[36] Titreme, titreyiş.
[37] Çarpışma, tokuşma.
[38] Hasıl olan, meydana gelen.
[39] Dağınık, ayrı ayrı. 
[40] Gidiş, yürüyüş; tarz üslup.
[41] Dalgalı.
[42] Karanlık, şüpheli.
[43] Zayi eden, kaybeden.
[44] Güneş tutulması.  
[45] Çin'de porselenden yapılan kapkacak.
[46] Akıllara şaşkınlık veren, akılları durduran.
[47] Boş, manasız, faydasız.
[48] Utanma sebebi.
[49] Mübalağasız, abartmaksızın.
[50] Dahil olacak, girecek yer, giriş, başlangıç.
[51] Tarih yazan, tarihçi.
[52] Bönlük, alıklık, kalın kafalılık.
[53] Bulaştırma, kirletme, pisletme.
[54] Duvar.
[55] Sakınma, kaçınma, korunma.
[56] Ahmaklık, beyinsizlik, bönlük.
[57] Yayılmış, açılmış, dağınık.
[58] Küçük çocuk. 
[59] Çiftleştirilmiş.
[60] Başlangıçta.
[61] Aşk, sevda, şiddetli arzu fazla gönül düşkünlüğü.
[62] Dilbilgisi.
[63] Bir şey öğrenmeye yeni başlayan acemi.
[64] Övünülecek.
[65] Kıyas edilecek alet.
[66] Görünmez, görülmez, modası geçmiş
[67] İfraz eden, ayıran.
[68] Tınlayan, çınlayan.
[69] İlişiği, ilgisi olma.
[70] Sebepler.
[71] İtaat eden, boyun eğen. 
[72] Itırlı, güzel kokulu.
[73] Heyecan veren.
[74] Genişlik, bolluk.
[75] Katma, karıştırma.
[76] Alma, kazanma, elde etme.
[77] Sonsuz, uçsuz bucaksız.
[78] İçine alma.

17 Şubat 2019 Pazar

tatar çölü'nden



1 Başlangıçta hep böyledir. Yeni gelenler kazanır. Herkes için durum aynıdır, insan gerçekten güçlü olduğunu zanneder ama bu yalnızca yeni gelmiş olmanın yarattığı bir durumdur, sonunda diğerleri de sisteminizi öğrenir ve günün birinde bakarsınız hiçbir şey yapamıyorsunuz.

2 Ama bir noktada, belki de içgüdüsel olarak, insan geri döner ve arkasındaki bir kapının kapanarak dönüşü olanaksız kıldığını fark eder. İşte o zaman, bir şeylerin değişmiş olduğunun ayırdına varırız, güneş eskisi gibi kıpırtısız değildir, hızla hareket etmektedir; ne yazık ki henüz bakmaya bile fırsat bulamadan, onun ufkun ucuna doğru hızla kaydığını, bulutların da gökyüzündeki mavi koylarda hareketsiz durmadığını, birbirlerinin üzerine çıkarak kaçtıklarını, iyice acele ettiklerini görürüz; zamanın geçtiğini ve günü gelince yolun zorunlu olarak son bulacağını anlarız.

3 Geceleri böyle geçirmek, uykuya sığınmamak, geç kalmış olma duygusuna kapılmamak, güneşin doğuşunu izlemek, insanın önünde sonsuz görünen bir zamanın bulunması ve bundan hiç kaygılanmadan yararlanması... Dünyada var olan onca güzel şey içinde Drogo inatla deniz kenarındaki o saraya, müziğe, saatlerin boşa harcanmasına, güneşin doğuşunun beklenmesine imreniyordu. Ne kadar aptalca görünürse görünsün, yitirdiği o barışçıl yaşamı en yoğun biçimde bunlar dile getiriyordu.



4 Henüz genç ve sağlıklı bir bedene sahipken, zafer borularının öttüğü anda ölmek güzel olabilir; ama bir hastane koğuşunda uzun uzun acı çektikten sonra ölmek daha kötüdür herhalde, evde, sevgi dolu inlemeler, hafif ışıklar ve ilaç şişeleri arasında ölmek daha melankoliktir. ama bilinmeyen, yabancı bir diyarda, sıradan bir han odasında, yaşlı ve çirkinleşmiş bir biçimde, dünyada, arkada hiç kimsenin kalmadığını bilerek ölmek kadar zor hiç bir şey olamazdı.

5 Onlar, herkesin ortak yaşamına, sıradan insanların mutluluğuna, vasat bir yazgıya alışmamışlardı; birbirleriyle yan yana ya gerçekte bilincine varmadıklarından ya da sadece ruhlarının kıskanç çekingenliğiyle birer asker olduklarından, hiç sözünü etmeksizin aynı umutla yaşıyorlardı.

6 Önünde öyle çok zaman vardı ki. Yaşamdaki tüm güzel şeyler onu bekliyor gibiydi. Aceleye ne gerek vardı? Kadınları, o uzaktaki sevimli yaratıkları bile, yaşamın doğal akışının kendisine nasıl olsa bir gün sunacağı kesin bir mutluluk olarak görüyordu.



7 Çocukken insana sonsuz gibi görünen bir yolda, yılların yavaş yavaş ve hafifçe geçtiği, böylece hiç kimsenin akıp gittiklerinin ayırdına varmadığı bir yolda, hep ilk gençliğinin kaygısızlığıyla ilerlemişti. İnsan bu yolda sakin sakin, çevresine merakla bakarak ilerlerdi, aceleye gerçekten hiç gerek yoktu, ne arkanızda sizi sıkıştıran ne de tabi, bekleyen birileri bulunurdu, arkadaşlarınız da kaygısız, oynamak için sık sık durarak ilerlerdi. Evlerinin kapısından büyükler size dostça selam verir ve suç ortaklığı dolu gülüşlerle ufku gösterirlerdi; böylece yürek yiğitçe ve tatlı arzularla çarpmaya başlar ve insan kendisini az ötede bekleyen harikulade umudunu tadar; gerçi o şeyler henüz uzaktadır ama bir gün onlara ulaşılacağı kesin, tartışmasız bir biçimde kesindir.

8 İnsanın, tek başına olduğu ve hiç kimseyle konuşamadığı zaman bir şeye inanması çok zordur. İşte tam da o dönemde, Drogo, insanların her zaman birbirlerinden uzakta olduklarını fark etti, birisi acı çektiğinde, acısı sadece kendisine ait oluyor, hiç kimse o acıyı dindiremiyordu; bir insan acı çektiğinde, duydukları sevgi ne denli büyük olursa olsun, diğerlerinin bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu fark etti.

9 Önünde öyle çok zaman vardı ki! Tek bir yıl bile ona bitmez tükenmezmiş gibi görünüyordu oysa güzel yıllar daha henüz başlamaktaydı; yıllar sonu gözükmeyen sınırsız bir diziye, insanın uğruna biraz sıkılmayı göze alabileceği halen hiç el değmemiş ve görkemli bir hâzineye benziyordu.



10 Bir sayfa, böylece, yavaşça çevrildi ve tüketilmiş günlere eklenerek öbür tarafa geçti, şimdilik biriken sayfalar ince bir cilt oluşturmakta ama buna karşılık kalan sayfalar bitmek bilmez bir hacim sunmaktadır. Ama yine de biten bir sayfadır, teğmenim, yaşamın bir parçası.

(Dino Buzzati,Tatar Çölü, Çeviren: Hülya Tufan, İletişim)



oggito.com

barbar , ahmethan yılmaz


14 Şubat 2019 Perşembe

bingöl çobanları


Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum.
Bu dağların en eski âşinasıdır soyum,
Bekçileri gibiyiz ebenced buraların.
Bu tenha derelerin, bu vahşi kayaların
Görmediği gün yoktur sürü peşinde bizi,
Her gün aynı pınardan doldurur destimizi
Kırlara açılırız çıngıraklarımızla...

Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski, yeni;
Kuzular bize söyler yılların geçtiğini.
Arzu, başlarımızdan yıldızlar gibi yüksek;
Önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek,
Dolaştırıp dururuz aynı daüssılayı;
Her adım uyandırır ayrı bir hatırayı:

Anam bir yaz gecesi doğurmuş beni burda,
Bu çamlıkta söylemiş son sözlerini babam;
Şu karşıki bayırda verdim kuzuyu kurda,
"Suna"mın başka köye gelin gittiği akşam.

Gün biter, sürü yatar ve sararan bir ayla,
Çoban hicranlarını basar bağrına yayla.
-Kuru bir yaprak gibi kalbini eline al,
Diye hıçkırır kaval:
Bir çoban parçasısın olmasan bile koyun,
Daima eğeceksin, başkalarına boyun;
Hülyana karışmasın ne şehir, ne de çarşı,
Yamaçlarda her akşam batan güneşe karşı
Uçan kuşları düşün, geçen kervanları an!
Mademki kara bahtın adını koydu: Çoban!

Nasıl yaşadığından, ne içip yediğinden,
Çıngırak seslerinin dağlara dediğinden
Anlattı uzun uzun.
Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun
Nadir duyabildiği taze bir heyecanla...
Karıştım o gün bugün bu zavallı çobanla
Bingöl yaylarının mavi dumanlarına,
Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına!

Kemalettin Kamu


13 Şubat 2019 Çarşamba

ham meyvayı kopardılar dalından


Ham meyvayı kopardılar dalından
Beni ayırdılar nazlı yarimden
Eğer yarim tutmaz ise salımdan
Onun için açık gider gözlerim

Benim yarim yaylalarda oturur
Ak ellerin soğuk suya batırır
Demedim mi nazlı yarim ben sana
Çok muhabbet tez ayrılık getirir

Uzun olur gemilerin direği
Yanık olur aşıkların yüreği
Ne sen gelin oldun ne ben güveyi
Onun için açık gider gözlerim



akdağmadeni
yozgat

10 Şubat 2019 Pazar

kıskanç




Sakın bir söz söyleme...Yüzüme bakma sakın!
Sesini duyan olur,sana göz koyan olur.
Düşmanımdır seni kim bulursa cana yakın,
Anan bile okşarsa benim bağrım kan olur...

Dilerim Tanrı'dan ki,sana açık kucaklar
Bir daha kapanmadan kara toprakla dolsun,
Kan tükürsün adını candan anan dudaklar,
Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun!


faruk nafiz çamlıbel

kendi hayatının pınarı: köpeklerin kalbi


5 Şubat 2019 Salı

köpeklerin kalbi




Süleyman Unutmaz. 1977 doğumlu. Dergâh, Kitap-lık, Aşkar, Natama, Mahalle Mektebi, İzdiham, İtibar, Yedi İklim, Edebiyat Ortamı, Kaşgar, Karabatak ve  Hece’de yayımlanan şiirlerini, Köpeklerin Kalbi adıyla ikinci kitabı olarak okuyucuyla buluşturdu. Bu bağlamda oldukça velud bir şair. İstanbul’da yaşadığını ve aynı zamanda öldüğünü söylemeyi ihmâl etmeyen bir şair aynı zamanda Süleyman Unutmaz.

Köpeklerin Kalbi, yayın dünyasına hızlı ve emin adımlarla giriş yapan Ketebe Yayınları’ndan çıktı kısa süre önce.

Sadece şiir başlıklarına bile şöyle göz ucu ile baktığımız zaman, yürünmemiş bir yoldan bildiğimiz adımlar ile yürümek isteyen kavi bir şair ile karşı karşıya olduğumuz hissine kapılıyoruz . Seri Katil Yetiştirme Kursları, Konçerto Aranjuez, Monitörün Suratına İnen Balta, Allah’ın Dünyanın Avlusuna Bıraktığı Çocuklar, Bana Bakıp Ağladığın Oldu mu Baba?, Dar’ül Harpte Duyulan Tek İnilti, salihat-ı nisvandan kübra hanımefendi’ye…

Kitabı bitirince, üzerinizde tek kelimeyle bir yorgunluk kalıyor. Süleyman’ın bütün şiirlerine sinen yorgun olma hâli size de sirayet ediyor hâliyle. Fakat şair bu yorgunluğu ile birlikte bir bezginlik ve bıkkınlık taşımıyor. Ses düzeyini çok iyi ayarladığı bir isyanı taşıyor Süleyman daha çok. İnsan olarak dünyaya düşmüş olmanın yorgunluğunu bütünüyle kılcallarında hissediyor. Köpeklerin kalbine sığınması, insandan bir kaçış hikâyesi mi? Belki de…

Yıllardır süregelen şiirin biçimsel özellikleri tartışmalarına kulaklarını tıkayarak söylenen şiirleri okuyoruz Köpeklerin Kalbi’nde. Serbest nazımda söylenmiş şiirlere on dörtlü hece ile söylenmiş şiirler yol arkadaşlığı ettiği gibi, beyitler halinde söylenmiş şiirler de karşılayabiliyor bizleri. Dolayısıyla Süleyman’ın bir biçim derdi olmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Kitaptaki şiirlerin uzun zaman aralıklarını ihtiva ettiğini şairin ağzından duymuşluğum var. İlk başta bu biçimsel çeşitliliğin, Süleyman’ın poetikasında zaman içindeki değişikliklere işaret ettiği düşünülebilir. Fakat bu uzun zaman aralığına rağmen, şiirlerin bütünlüğünde bir kopmanın olmamış olması, poetika değişikliğini çürütmeye yetecektir. Biçimden ziyade mana derinliğinin peşinde koşan bir şiir anlayışı var Süleyman Unutmaz’ın. Onun, Necip Fazıl’ın şiirine olan hürmetini biliyorum. Dolayısıyla, Üstâd’ın şiirlerinde bulduğumuz kaya gibi sert olma durumunun takipçisi aynı zamanda Süleyman. Bu sağlamlığı başarmış olmanın iç huzuruyla, çok daha güvenli bir şekilde şiir söylemeye devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Köpeklerin Kalbi beş bölüme ayrılmış. Toplam kırk bir şiirin bu beş bölüme dağılımı ise şu şekilde. İlk bölüm Allah’ın En Güzel Yalnızlığıydım’da yirmi bir, ikinci bölüm Yokuş Yol’a’da on, üçüncü bölüm Eski Gökyüzü’nde sekiz, dördüncü bölüm Edip Cansever’e Birinci Mektup’ta bir, beşinci bölüm Kelimeler’de yine bir şiir mevcut. Dünyaya gelip, sözü çoğaltarak söyledikten sonra gittikçe tıkanan nefesimiz ya da gittikçe azalan sözümüzle doğru orantılı okunacak bir tercih olduğunu düşünüyorum bu taksim tasarrufunun. Son bölümdeki tek şiir olan Dünyanın Sonundaki Şiir’in şu tek dizeden oluşması bunu doğruluyor bir bakıma. Kelimeler yalan… Dördüncü bölümdeki diğer tek şiir olan Edip Cansever’e Birinci Mektup adlı şiirin ikincisi, üçüncüsü yazılacak mı ilerleyen zamanda ya da tek şiir olarak mı kalacak, onu şimdiden merak etmeye başladım bile. Süleyman Unutmaz’ın, Edip Cansever ile kurduğu bu ünsiyet ve ona sunduğu iç döküm, şairleri yine şairlerin anlayabileceği gibi bir sonuca mı çıkıyor acaba? Şurası kesin ama… Şairler, kendisini anlayabilecek bir şair olarak çağdaşını değil, geçmiş zamanlardan bir sesi daha yakın buluyorlar kendilerine. Cansever’le aynı çağda yaşamıyor olmanın ağırlığı, ancak ve ancak Cansever’in hâlâ yaşıyor olmasıyla ilintili. Süleyman Unutmaz ya da Edip Cansever… Bu iki isim yerine başka isimler koysak da değişmeyen tek gerçeklik sanırım bir önceki cümlemde duruyor.

Anne ve baba imgesi üzerinden bakacak olursak Süleyman’ın şiirlerine, her ne kadar baba imgesini kullansa da, hatta Bana Bakıp Ağladığın Oldu mu Baba? adında müstakil bir şiiri olsa da, anne imgesinin gözle görülür bir ağırlığı var onun şiirlerinde. Şiir’in umumî manada anne’ye yatkın olması durumu onun şiirlerinde de baskın bir hâl alıyor. Bunu en net biçimde Eskiden Oğul şiirinde görüyoruz. Şiir baştan sonra anne ile örülmüş. Annemin bana kül tablası hediye etmesinden korkardım / Annem bunu yaptı o an durdum ve düşündüm ve geçti / Bu hayattan kurtulamadık ikimiz de / Paramparça o bende ben şiirde. Necip Fazıl’ın, Süleyman Unutmaz için öneminden yukarıda bahsetmiştik. Görülen o ki, Necip Fazıl için anne, şiirde ne ifade ediyorsa, o ifade Süleyman için de ayniyle geçerli. Şairler için, taşıdığı imge ile birlikte anne ve nispeten baba ne kadar vazgeçilmez ise, bu gerçeği tahakküm eden diğer bir gerçeklik de şüphesiz ki Allah. Allah lafzı, Süleyman’ın şiirlerinde sıklıkla geçiyor. Tanrı kelimesini tercih ettiği dizeler ve kullanımlar da yok değil. Süleyman’ın biçim derdinin olmadığını söylemiştik zaten. Allah, yalnız mıdır? Yarattığı kulun bu yalnızlık denkleminde yeri nedir? Rilke’nin Ne yaparsın Tanrım ben ölürsem dizesi sanırım bu sorulara bir cevap olarak kullanılabilir. Süleyman’ın, Allah ile olan münasebeti, Rilke’nin ortaya döktüğü kurgunun biraz yakınında sanki. Bu bağlamda Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Ve Allah’ın elleri kalbimde durur dizesinin etrafa yaydığı ışık ile daha da görünür olan bir yolda yalnız yürümeyi kendine şiar edinmiş bir Süleyman Unutmaz portresi ile tanışıyoruz. Bu tanışıklık, Süleyman’ın yalnızlığı’nı örter mi, ya da şairler bu yalnızlıklarını örtecek bir kumaşın peşinde midirler, orası ayrı bir mevzu. Allah’ın, Kur’ân’da da sıklıkla zikredildiği gibi, hakkıyla işiten ve gören olması, bir bakıma Süleyman Unutmaz’ı, Allah’ın En Güzel Yalnızlığıydım’a çıkarıyor.

Kesik kesikmiş gibi söylenen dizeler ile oluşturduğu bütüncül şiir, Süleyman’ın sahip olduğu isyanın tam olarak orta yerine düşüyor. Kan değil bin yıllık uykusudur  o Allah’ın seslerinin / Kan değil yaşamak pusuda bir kurt ağzından dumanlarla / Kan değil sende öldürülmüş tanrılar kovulmuş efsaneler / Kan değil ağzındır kelimelerden yapılmıştır… Özellikle kitabın ilk bölümü olan Allah’ın En Güzel Yalnızlığıydım’daki şiirlerde kendini iyiden iyiye hissettiren o yorgun isyan, ilerleyen sayfalarda yerini sade bir yorgunluğa bırakıyor. Islığımı kesmeden sokaklarda o poyraz / Karanlığa kapanan kapısına bakmışım / Kış günü evlerini içine çeken baba / Ben onu yalnızlığa resim sanmışım… ya da şu: Paramparça olsun ki ezelden verdiğin zar / Ne cennet ne cehennem! Sadece yok olayım / Kalmadı bende mecal ne eyvah ne ağ-u zar / İndir bana bana sesini Yeterdir olmayayım…

Süleyman Unutmaz, Mallarme’nin şiir, kelimelerle yazılır görüşü çerçevesinde, kelime yelpazesini oldukça geniş tutarak söylüyor şiirlerini.  Şiirlerin içindeki kelimeler, sözünü ettiğim o yorgunluğun içinde dahi canlı ve diri. İşbu hâl, Süleyman’ın şiirini tahkim eden en önemli unsur. Kelimelerle yaptığı bu yolculuk esnasında buluşlar, şaşırtmacalar ve parlak söyleyişler ile selamlıyor okuru. Anlamını bilmediğim kelimelerden korkuyorum / Tanrı’nın bilançosu olmaktan… diyen şair kelime olan münasebetini de böylelikle izhar ediyor. Moraran kemiklerim lazere yakalandı dizesiyle bir buluş’un devreden ikramiye gibi çoğalarak dizesiye bir dikkat’in; Şimdi faşistler kadar yalnız Allah gibi uykusuz dizesiyle bir gerçekliğin şirini söylüyor Süleyman.

İstanbul’da yaşayıp öldüğünü söyleyen bir şair demiştik Süleyman Unutmaz için.
Şiirlerinde Galata, Balat, Üsküdar, Kurtuluş, Beyoğlu, Beylerbeyi ile birlikte soluk alıp veren müşahhas bir İstanbul görüyoruz. Dolayısıyla şairin, mekân ile kurduğu ilişki ütopik değil…

Bir şiirinde feysbuku da Allah yarattı diyerek güncelin kalbine dokunan şair ne dese “beğen”irsiniz. Şöyle dese mesela beğenir misiniz?

Artık hiçbir şeye benzemez benim göğe bakışım
Matematiği bıraktım

Sana ve Allah’a sessizce inandım

Nadir Aşçı
İtibar 87
Aralık 2018



4 Şubat 2019 Pazartesi

süleymaniye kürsüsü'nde







"Robert Kolej'deki sanat dâhisinin kalemi
Vurur bu darbeyi isterse. Çünkü haddine mi
Hükümet'in ona kalkıp da itiraz etmek?
Herifte bandıralar çifte, tek de olsa direk!
Ya nazlanırsa? Evet, nazlanırsa yalvarırız…
Niyaza pek yüzü yoktur, hemen kanar yalnız,
Dehâların çoğu ekzantrik ya hani,
Bu 'personaj'da var bir deli kılıklı mani!
Deyip de zangoca başvurdular.
O mecnun da
Mukaddesatına halkın, ibâda, Mabûda
Savurdu pencereden havruz  uğratırcasına
Gelip gelip tıkanan levsi pis karîhasına! 
Ne var ne yoksa mukaddes onunla bitti demek!
Gençliğe hak veririm… çünkü üç beyinsiz inek
Yazıp dağıttı o isyan beratını;
Çocukların yüreğinden kopardı imanı
Üdebânız hele gayetle bayağ mahlukaat…
Halkı irşad edecek öyle mi bunlar? Heyhat!
Kimi garbın yalınız fuhşuna hasbî simsar;
Kimi İran malı der, köhne alır, hurda satar!
Eski divanlarınız dopdolu oğlanla şarab;
Biradan, fahişeden başka nedir şi'r-i şebab?
Serseri: hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok;
Feylosof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok!
Şimdi Allah'a söver… sonra biraz bol para ver:
Hiç utanmaz; protestanlara zangoçluk eder!"


târih-i kadîm , tevfik fikret



Beşerin köhne sergüzeştinden
Bize efsâneler terennüm eden;
Bizi, âbâ-i bî-vücûdumuzun
Cevf-i mâzîde bir siyah ve uzun
Gece teşkil eden hayâtından
Ninniler ihtira edip uyutan;
Bize en doğru, en güzel örnek,
Diye geçmiş zamanı göstererek:
Gelecek günlerin geçen geceden
Farkı yok, hükmü yok, zehabı veren;
Ve cebininde altıbin yıllık
Buruşuklarla şübheler karışık.
Seri, mâzîye — yâni rüyaya —
Payı, atî denen heyûlaya
Sürünen heykel-i kadîd...
Onu gâh Durdurup manzaranda bî-ikrâh
Sorarım eski hatıratından.
O biraz feylesof, biraz sırtlan,
Ve bütün gılzatiyle bir hortlak;
Leyl-i nisyân-ı kabri yoklayarak
Muhtenik pash bir talâkatle
Bana başlar birer birer nakle
Mütevâlî şüûn-i edvarı:
Hep felâket, elem yığıntıları!
Ne zaman geçse bir ketıbe-i şân,
Dâima rehgüzâra hun-efşân
Bir bulut sâye-bâr olur: mutlak
Başta, en başta kanlı bir bayrak:
Onu bir kardı tâc eder tâkıb
Sonra hunin vesâil-i tahrîb:
Mızrak, yay, kılıç, topuz, balta,
Mancınık, top tüfek, sapan...
Arada Kanlı amirleriyle cünd-i vega:
Sonra artık alay alay üserâ...
Mutlaka bir muzaffer, on mağlûb;
Çiğneyen haklı, çiğnenen mâyûb.
Kahra alkış, gurura secde:
Kerem Zaf u zilletle dâima tev'em.
Doğruluk dilde yok dudaklarda;
Hayr ayaklarda, şer kucaklarda.
Bir hakikat: Hakîkat-i zencîr:
Bir belagat: Belâgat-i şernşîr.
Hakk kavinin demek, şeririndir;
En celi hikmet: Ezmeyen ezilir!
Her şeref yapma, her saadet piç;
Herşeyin ihtidası, âhırı hiç.
Din şehîd ister, âsümân kurban;
Her zaman her tarafta kan, kan, kan!.
Söyler, inler, sayıklar; elhâsıl
Beşerin anlatır ne yolda, nasıl
Bu sakametli ömrü sürdüğünü;
Görürüm kanların köpürdüğünü,
O kadidin o dişlek ağzımda.
Sesinin ka'r-i ihtizazında
Öyle mûhiş bir in'ikâs-ı enin
İşitir, öyle titrerim ki, zemin
Sanırım lerze-gîr-i nefrîndir...
İndir, ey mahşer-i cidal indir
Perdeler, sahne-i fecâ’atine!
Sönsün artık bu daimî fitne.
Hele sen, ey kadîd-i an'ane-hah.
Yetişir çizdiğin hutut-ı siyah!..
Biz sabah isteriz sabah; o uzun
Geceler nâ'imîne hayr olsun!
Kimsin ey gölge, sen ki, mest-i harab
Ediyorsun zalâma doğru şitâb?!.
Kanlı birşeyle oynamış gibisin;
Belli, hem nev’îmin muharribisin.
Kahramanlık... Esâsı kan, vahşet
Seni arşında eyleyen ihnak.
Bize vaktiyle zehr-i gayzından
Verdiğin cür'adır, odur bu yılan;
Bileceksin bu hasmı elbet sen:
Şübhe!.. En zalim, en kavi düşmen.
Bize en mugfilâne taslîtin,
Yâhud en gafilâne taglîtin.
Bak bugün "hud'a, şeytanet, igvâ,"
Seni mülkünden eyliyor iclâ; '
Üflüyor mabedinde mes’alini,
Kırıyor elleriyle heykelini.
Ve bütün kudretinle sen, mefluç
Çöküyorsun... Ne in'idâm-ı bürûc,
Ne sava ik, ne bir hübûb-ı jiyân,
Ne cehennemlerinde bir galeyan;
Ne nazarlar habîri mateminin,
Ne kulaklarda bir tanîn-i hazin...
Kopsa bir zerre cism-i hilkatten,
Duyulur bir tazallüm olsun.
Sen göçüyorsun da Arş ü Ferş'inle .
Yok tabiatda bir inilti bile
Bilakis her tarafta kahkahalar,
Kizbe ancak riya ve humk ağlar!
(1905)

İşte, der, insanoğlunun geçmiş hayatı bu.
Ve başlar bize maval okumaya.
Ninniler uydurup uyutur bizi
dedelerimizin derin boşluklar içinde, uzun,
zifiri karanlık hayatından.
Gösterir bize evvel zamanı,
tek doğru, en güzel örnek, der.
Bakarsın gelecek günlerin farkı yok geçen geceden.
Senin tarih dediğin işte budur,
alnında altı bin yıllık buruşuklar
ve bir o kadar da kuşku.
Başı geçmişe bir düşe değer,
sürünür ayağı bomboş bir geleceğe,
bir deri bir kemik,
ayakta zorla durur.

Ben hiç tiksinmem ondan,
karşıma alırım onu arada bir,
anlat bakalım, derim, şu eskilerden.
Bir parça feylesofa benzer o,
bir parça sırtlana benzer,
berbat suratıyla da bir hortlağa.
Yoklar mezarını unutulmuş gecelerin,
başlar paslı, boğuk bir sesle
bir bir bana anlatmaya,
sırasıyle, ne olmuş ne bitmişse:
Hep yıkım üstüne yıkım,
acı üstüne acı!
Ne vakit geçse anlı şanlı bir ordu,
çöküverir ağır gölgesi bir bulutun,
kanlar yağar dört bir yana.
En başta bir kanlı bayrak.
Kanlı bir taç gelir arkasından.
Sonra araçlar sökün eder kan içinde:
Balta, topuz, yay, kılıç, mızrak,
mancınık, top, tüfek, sapan.
Arada, kanlı komutanlar ve savaş birlikleri.
En son alay alay esirler geçer.
Yenen bir kişiye yenilen on kişi,
çiğneyen haklı, yiğnenen hapı yuttu.
Yıkımlara, acılara alkış tut,
yüksekten bakanlar önünde eğil,
insafla birdir aşşağılık ve namussuzluk,
doğruluk lafta, yürekte değil,
iyilik ayaklarda, kötülük kucaklarda.
Bir gerçek var, tek bir gerçek:
Eli kolu bağlayan zincir.
Bir tek şey var sözü geçen: yumruk.
Hak güçlünün, kötünün yanı.
Uzun lafın kısası:
Ezmeyen ezilir!
Nerde bir şeref var, iğreti.
Nerde bir mutluluk var, yama.
Bir şeyin ne başına inan ne sonuna.
Din şehit ister, gökyüzü kurban.
Her yanda durmadan kan akacak,
durmadan her yanda kan!

İşte böyle inler, sayıklar o,
anlatır insanoğlunun bu belalı ömrü
ne yolda, nasıl sürdüğünü.
Bakarım iskeletin kanlar köpürür dişlek ağzında.
Duyarım sesinin titreyen kuyusunda
yankısını korkunç bir iniltinin,
ben de başlarım birdenbire titremeye,
toprak da tiksintiyle titremiş gibi gelir bana.
Savaşın gürültüsü, patırtısı, indir artık
indir bu acıklı sahnenin perdesini!
Dinsin sonu gelmeyen bu karışıklık!
Sen de, gelenekçi iskelet,
yazdığın kara yazılara bir son ver,
aydınlığa susadık biz, aydınlığa susadık.
Uzun karanlıklar içinde uyumak isteyen mi var?
Bizden iyi geceler onlara,
bizden onlara iyi uykular!
Kimsin, ey gölge, kendinden geçmiş,
koşuyorsun karanlıklara doğru?
Kanla oynamış gibisin,
kırmış geçirmişsin insanoğlunu.
Sen buna kahramanlık mı dedin?
Onun kökü kan ve hayvanlık be?
Şehirler çiğne, ordular dağıt,
kes, kopar, kır, sürükle,
ez, vur, yak ve yık.
Yalvarmalara yakarmalara boş ver,
gözyaşlarına iniltilere aldırma.
Ölümle, acıyla doldur geçtiğin yeri,
ne ekin ko, ne ot ko, ne yosun.
Sönsün evler, sürünsün insanlar orda burda,
kalmasın alt üst olmayan hiçbir yer,
mezar taşına dönsün her ocak,
damlar çöksün yetimlerin başına.
Bu ne alçaklık böyle bu ne namussuzluk!
Hey bana bak, başbuğ musun ne?
Yerin dibine bat, cakanla gösterişinle!
Her başarı bir yıkım bir mezarlık,
işte bir yavrucak yatıyor şurda,
ey cihangir, onu gör de utan!
Devril, bağımsızlığın eskimiş tahtı, devril,
nice acılar verdin bütün insanlara,
inim inim inlettin bütün insanları.
Parçalan, kararmış tac, tuz buz ol,
hep senin yüzünden yoksulluğu insanların.
Göz yaşından incilerin nerde hani?
Nasıl da yosun tutmuşlar, bi görsen!
Eski çağlar nasıl kanmış size?
Ey kan içen kargalar,
bütün karanlıklar sizinle dolu!
Artık yeter fikri susturduğunuz,
yerini hiç bir şey tutamaz bu dünyada
zincirsiz, kelepçesiz yaşamanın.
Hadi gidin tarih korusun sizi,
-haydutlara en iyi sığınaktır gece-,
gidin, yok olun siz de o mezarlıkta.
İşte müjdelerin en güzeli,
işte en gerçek özgürlük
düşümüzdeki gelecek çağlarda:
Ne savaş, ne savaşan, ne salgın,
ne saltanat, ne yoksulluk, ne ezen, ne ezilen,
ne yakınma, ne de zulmün kahrı,
ne tapılan, ne tapan,
ben benim, sen de sen!

Ey soyulan iskelet, kimse bilmeyecek o zaman,
kimse bilmeyecek senin sayıp döktüklerini,
savaş ne, karışıklık ne, zafer ne, anlaşma ne?
Belki duyulmadık bir öykü,
belki korkunç bir masal.
Çok sürmez köhne kitap,
fikri gömen sayfaların
bugün olmazsa yarın yırtılacak.
Ama kim yapacak dersin bu işi?
Bu öyle büyük, öyle kocaman bir devrim ki,
hangi güç kalkar, ben yaparım der?
Yerlerin ve göklerin sahibi mi?
Tamam, işte oldu şimdi!
Yeri göğü elinde tutan o kibirli,
o somurtkan ve dokunulmaz.
Bütün bu kavgalar onun yüzünden değil mi?
Gökyüzü, sen söyle,
yüzyıllarca sel gibi akan su,
- şimdi esrik bir ağzın türküsü,
kuru sesi zindandaki bir adamın,
iç açan bir söz ya da yakan bir söz şimdi,
bir geniş "oh!", bir derin "eyvah!",
bir yakarış, bir övgü,
Şimdi tüy gibi bir rüzgar,
Şimdi ağzın bir kasırga.
Dokunaklı bir yakınma şimdi,
sabredemeyen bir başa kakma,
bir titreme, bir çan sesi,
bir savaş davulunun gümbürtüsü,
için için ağlamasi çaresizliğin,
kahrın iyilikbilir kişnemesi,
bir söylev, apaçık, gürül gürül,
Şimdi utangaç ve hasta bir yalvarış,
bir rahatlık bir iç sıkıntısı,
Şimdi korkunç bir haykırma -
bütün bu karman çorman gürültü patırtıyla
inleyen boş kubbe, sen söyle!
Sen ki her sesi yankılayansın,
söyle, bu bir sürü boş çabalama içinde,
daha yukarlardaki şu tanrı katına
hangi sesin yankısı varabilmiş ki?
Hangi dua kabul olmuş bugüne dek?
Binlerim seni, göklerin tanrısı,
din ulularından dinlerim seni:
"Ne benzer var, ne noksanı,
canlı ve ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve yüce.
Odur veren yiyeceği içeceği,
düşleri gerçek yapan o,
bilen, haberi olan, kahreden ve öç alan,
açık, kapalı her şeyi duyan ve anlayan,
el uzatan yoksullara ve çaresizlere,
her zaman her yerde bulunan ve her yeri gören..."
Seni böyle övüp duruyorlar işte.
Oysa senin en üstün özelliğin ne,
"Ortaksız" oluşun değil mi?
Kaç ortağın var şu bataklıkta, bir bak.
Topu ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve kahreden.
Ve topu ortaksız ve tek.
Ve topunun buyruğu yasağı ve saltanatı var,
ve topunun yukarlarda bir gökyüzü.
Bütün ordan gelir yüreğe doğan.
Topunun güneşi, ayı, yıldızları var,
ve topunun görünmez bir tanrısı.
Topunun adanan bir cenneti var,
ve topunun bir varlığı, bir yokluğu,
ve topunun saygıdeğer bir peygamberi.
Ve topunun cennetinde körpecik güzel kızlar yaşar.
Ve topunun cehenneminde birer lokmadır insancıklar.
Tanrılar ne derse onu yapacak halk,
sabırla ve kahırla olacak iki büklüm.
Ama tanrılar ne derse onu yapacak.

İnanasım gelmiyor bunların hiçbirine.
"Ne bileyim?" diyor kime sorsam.
Hepsi bir kuruntu mu bunların yoksa?
Belki aldanmak yaşamanın bir gereği.
Belki de hepsi de doğrudur, kim bilir,
belki ben hiç bir şeyin farkında değilim,
karıştırmaktayım "yok" la "var" ı.
Kusurum ne? Kuşkuda olmak mı?
Kuşku koşmaktır aydınlıklara doğru.
İnsan aklıdır eninde sonunda gerçeği bulacak olan.
Belki de yok olacağız bir gün topumuz birden.
Kimbilir, öbür dünya belki de var.
Madem bu beden o ölümsüzün işi,
ne diye kıvranır durur bin türlü dert içinde?
Hadi diyelim aslımız toprak bizim,
sen gel onu kederden bir çamur yap.
- her yeri kanla, göz yaşıyla dolu -
insaf be, bu kadarı da olur mu?
Sen gel hem yoktan var et,
sonra da ettiğini boz, kötüle.
Hiç bir yaradandan ummam bunu:
Yaradan yok eder, ama perişan etmez!

En zorlu düşmanın işte, tanrı,
boğmak ister seni ulu katında,
çok iyi tanırsın sen o yılanı,
onun kızgın zehrinden bir vakitler bize
bir tadımlık vermiştin hani.
Kuşku! En zalim en güçlü düşman.
Bunu ya bildin ya koydun kafamıza,
ya da bilemedin işin nereye varacağını.
"şeytanlık, düzen, sapıklık" denen şey var ya,
bugün yerinden yurdundan edecek seni o.
Tapınağında ışıklarını söndürüyor,
elleriyle parçalıyor heykelini.
Sense, iler tutar yerin kalmamış,
göçüp gidiyorsun olanca gücünle.
Burçlarında yıkılmalar falan hani?
Nerde hani gümbürtüsü yıldırımlarının?
O kızgın soluğun hani nerde?
Ne cehennemlerinde bir kaynama var?
Ne büyük acını gören bir göz.
Ne de kulaklarda dokunaklı bir çınlama.
Oysa bir ufak parçası kopsa insanın,
bir sızlanma olur, duyulur bir ağlaşma.
Sen Yeryüzü ve Gökyüzü'nle göç gir de,
bir inilti bile duyulmasın ortalıkta.
Tam tersi, kahkahadan geçilmiyor.
Zaten yalana ağlasa ağlasa,
bir ikiyüzlüler ağlar,
bir de ahmaklar.